Modern Bilimin Kökleri-1
Modern Bilimin Kökleri-1
MİT ve BİLİM
Mit ve Bilim, insan düşüncesinin ürünleridir, bu nedenle insanın tarihinden soyutlanarak ele alınamazlar. Mit, yaşamı açıklamaya çalışan tanrısal hikayelerdir; “soyut”tur ve sadece ‘sosyal evren’de vardır. Bilim ise gözlem ve gözleme dayalı akıl yürütme yoluyla dünyaya ilişkin olguları birbirine bağlayan yasaları bulma çabasıdır; “somut”tur. İnsan yaşamını kolaylaştırmak, refahını arttırmak için yapılan faaliyet uygulamalı bilimdir. Uygulamalı bilim "ilk insan" la, daha doğrusu “insanımsı insan”la (Homo Erektus) başladı; taşın bir kenarını incelterek avı öldürmede kullanılan bir silah (taş balta) haline getirilmesini belki binlerce, belki de milyonlarca yıllık bir süreçten sonra düşünebildi ve yapabildi. Böylece, uygulamalı bilimin, taştan aletler yapmayı başaran ilk insanla (Homo Erektus) ile başladığını, saban, balta, su yolu, mızrak, değirmen, kumaş dokuma aletleri, değirmen, vb aletlerin yapıldığı yerleşik-tarım toplumlarında çok geliştiği, “bilimsel bilgi”nin ise Eski Yunan toplumunda doğdu bilimsel saptamalardır.
Bilimsel düşüncenin ilk filizlendiği düşünsel alan felsefedir. Nitekim, Felsefe ve filozof sözcükleri ilk kez İ.Ö. 5. yüzyılda “Eski Yunan (Grek)” toplumunda kullanılmaya başlamıştır; Felsefe deyince, Yunanistan’da İ.Ö. 600 yıllarında doğmuş Yeni bir düşünüş biçimi kastedilir. Felsefe, Grekçe “Philosophia” sözcüğünün Türkçe söylenişidir. Philosophia, Yunanca seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum anlamına gelen "phileo" ile bilgi, bilgelik anlamına gelen "sophia" sözcüklerinin birlikte kullanılmasından türeyen sözcüğün işaret ettiği entelektüel faaliyet ve disipline denir. Buna göre, felsefe Yunanlılar için, ‘bilgelik sevgisi’ ya da ‘hikmet arayışı’ anlamına gelmiştir. Başka bir söylemle, felsefe, varlık ve düşünmeyi oluşturan ilkeler, gerçeklik ve nedenselliğin araştırılmasıdır. Felsefe ile bilimin iç içe geçerek ve sinerjik etkileşim içinde birbirini nasıl geliştirdikleri bilim tarihinin özünü oluşturmaktadır. Oysa, “bilim adamı” sözcüğü 1840’ tan önce bilinmiyordu, o yıl İngiliz bilimci William Whewell tarafında ortaya atılmıştı (Hal Hellman: Büyük Çekişmeler, s: IX. Türkçesi: Füsun Baytok. TÜBİTAK).
Antik Yunanistan’da İ.Ö. 600 yıllarında doğan ve doğadaki olayları tanrısal hikayelerle açıklamaya çalışan düşünceyi (mit) reddeden ve “ bugün “bilimsel düşünce” olarak bilinen yeni bir düşünce/düşünme tarzı ortaya çıktı: Ondan önce, insanların tüm sorunlarına çeşitli dinler yanıt getiriyordu. Yani yaşam kuşaktan kuşağa aktarılan tanrısal hikayelerle açıklanıyordu; bu hikayelere “mit” denilmiştir. Mitler doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları vurgulayan hayal ürürünü öyküler olmakla birlikte, evrenin ve insanın yaratılışı, dahası, doğa güçlerinin birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da vermeleri nedeniyle ve böylece evrenin bilinmezliği karşısında iç huzur sağladıkları için herkes mitlere inanıyordu. Ancak, dönemin her toplumunda olduğu gibi, kültürünün temelinde mitsel hikayeler olan Yunan toplumunda –bugünde asıl etkenin ne olduğu bilinmiyor- İ.Ö. 6. yüzyıldan itibaren- mitsel düşünceden aklı rehber edinen yeni bir düşünüş şekli doğmaya başlar. Bununla birlikte, bilim yalnızca ussal, bilimsel süreçlerin ürünü değildir. Bilimsel keşiflerin temelinde us dışı, mantık dışı, bilim dışı öğelerin, fizik ötesi, dinsel, büyüsel, hepsinden önemlisi felsefi öğelerin de bulunduğunu bilim tarihi bize göstermektedir.
Burada bir parantez açarak “Güneşmerkezli Evren Modeli“nin temelindeki mitsel algılamayı örnek olarak vermek istiyorum. Bugün, eskilerin sezgiyle buldukları hayatın gerçek kaynağını biz onların başlattıkları uygarlık sürecinin birikimiyle; “bilimsel bilgi”yle biliyoruz. Biliyoruz ki, güneş yaşamın kaynağıdır: güneş enerjisi topraktaki maddelere aktarılır; bitkilerin besleneceği moleküller oluşur, böylece güneş enerjisi bitkilere aktarılır; bitkiler büyür-gelişir. Bitkileri (karbohidratlar, bitkisel proteinler) hayvanlar yer, bu kez güneş enerjisi hayvansal moleküller (proteinler ) şeklinde depolanır. Bunlara “yüksek enerjili moleküller” denir; güneş enerjisi elektron denilen enerji yumaklarında(?) depolanır. Bitki ve/veya hayvansal besinleri (molekülleri) insanlar yer, güneş enerjisi insana hayat verir: İnsanın bütün eylemlerini (düşünme, yürüme, görme, duyma, hissetme, vb) yapabilmesi için şart olan enerji (ATP), gerektiği zaman, vücudumuzdaki yüksek enerjili (güneş enerjisi) molekülerdeki elektronların soluk havasıyla aldığımız oksijen ile “oksidatif fosforilasyon” denilen bir dizi reaksiyonlar sonucu birleşmesiyle ortaya çıkar ve kullanılır. Kısacası, hayatımızın kaynağı güneştir, güneş yok=hayat yok.
Güneş’e tapınan –bilinen- ilk toplum Eski Mısırlılardır. Güneş, Eski Mısır ve Eski Yunan gibi yerleşik (uygar) toplumların yanında Türk-Moğol göçebe ( arkaik) toplumlarda da kutsaldı. Örneğin, bir Moğol kabilesi olan Kara Hitaylar ile Uygur Türkleri’nin bir kısmı güneş’e taparlardı. (Vasilij Vladimiroviç Barthold: Moğol istilasına Kadar Türkistan, s: 412).
İnsanın "GÜNEŞ" e olan hayranlığı, yoğun sevgi ve tapınması “güneşmerkezli evren” modelinin ve modern uzay biliminin doğmasına neden olmuştur.
"GÜNEŞ" e olan yoğun ilgi, bugün uzaya yerleştirilen "uydular" aracılığıyla iletişimi sağlayan televizyon, cep telefonu, vb araçları pratik yaşamımıza sunan modern gökbilimin (uzaybilim) doğmasını da sağlamıştır. Son 30-40 yıldır tanık olduğumuz uzay bilimleri Nicolaus Copernicus ’ un (1473-1543) 400 yıl önce ortaya koyduğu çalışmalarla olanaklı olmuştur. Copernicus, geometrik yalınlık arzusunu karşılayan bir gezegenler sistemi bulmaya girişmişti, 1543’de “Kürelerin Dönmeleri” hakkında” adlı kitabı yayınlayarak bilimin dikkatini uzaya çevirdi. Katolik bir papaz olan Copernicus, o güne kadar geçerli olan “yermerkezli” düşünceyi tersine çevirerek “güneşmerkezli” uzay düşüncesini yerleştirdi. “Yermerkezli sistem”in kurucusu Ptolemaios ( MS 150) adlı Eski Yunan bilgesidir. Bu sisteme göre dünya evrenin merkezinde ve hareketsiz dururken, Ay, Güneş, gezegenler ve yıldızlar onun çevresinde eş merkezli bir sistemle, saydam küreler içinde dönüyordu. Copernicus’un kuramı ( MS 1543) ise Ptolemaisos’unkini ters çeviriyordu; Güneş hareketsizdir, Dünya ise iki yönlü hareket eder; günde bir kez kendi etrafında, yılda bir kez de Güneş’in etrafında döner.
Aslında, “Güneşmerkezli Evren” kuramını ilk ileri süren kişi Eski Yunan bilgesi Aristarchus (M.Ö. 310-230)’tur. Aristarkus, güneşin ve diğer gök cisimlerinin dünyadaki gibi topraktan, taştan olduklarını, kutsallıklarının olmadığını söylemiş ve güneşin sabit olduğu ve dünyanın güneş çevresinde çembersel bir yörünge izleyerek döndüğü iddiasını da ortaya atmıştır. Arsitarkus’un ortay attığı “Güneşmerkezli Evren” düşüncesi, Nicolaus Copernicus (1473 – 1543), Tyhco Brahe (1546 -1601), Giordano Bruno (1548-1600: Böyle düşündüğü için Kilise’nin verdiği karar gereğince 1600 yılında Roma’da odun yığının üstüne bağlanıp diri diri yakılarak öldürüldü), Galileo Galilei, (1564 – 1642) ve Johannes Kepler(1571-1630 ) tarafından daha da geliştirildi. Ancak bu düşünceyi rayına oturtan bilim adamı, gezegenlerin yörüngelerinin daire değil, elips şeklinde olduğunu keşfeden Alman gökbilimci, fizikçi ve matematikçi Johannes Kepler’dir.
Aristarkus, güneşi fizik kuralları ile ele alır. Oysa, modern gökbilimin kurucuları Nicolaus Copernicus , Galileo Galilei ve Johannes Kepler fiziki dünyayı anlamak için oluşturdukları kuramlar (teoriler), fizikötesi (metafizik) kaynaklıdır; Üçü de “güneş” e tapıyorlardı.
Doktor, matematikçi ve aynı zamanda da Katolik papaz olan Nicolaus Copernicus’un (Kopernik),günmerkezli kurama inanmasının temel nedeni, kendi deyişiyle, “ bütün evreni aydınlatan ışık kaynağı için merkezden daha iyi bir yer olamaz.” Kepler de, tıpkı Copernicus gibi, Günmerkezli sistem düşüncesini Güneş’e olan hayranlığından dolayı savunuyordu. Copernicus ile aynı nedenlerden ötürü; Güneş, ona göre, Tanrıyı simgeler; yaratılmış Evren’de kendini dile getiren yaratıcı Tanrı’nın simgesi, Evrenin görülür Tanrı’sıdır; bunun içindir ki, Evren’in merkezinde bulunması gerekir. Aslında bu düşünce Kepler’e göre, evrenin yapısının anahtarıdır. Onun evreni, Güneş’e göre sıradüzenle yapılmış , kendindi orada engin bir simge olarak dile getiren Yaratıcının uyum içine düzenlediği bir evrendir. ( Alexandre Koyre: Bilim Tarihi Yazıları, s: 51-125. TUBİTAK yayınları )
Yani, bilim salt deney ve gözlemle bir yere varamaz. Her bilimsel yöntem, gerçekliğin üzerine metafizik bir temel ya da en azından birkaç ilksav gerektirir. Dolayısıyla, bilimsel ilerlemenin tarihi yalnız deneysel yanıyla değil kuramsal yanıyla da ele alınmalıdır. Söz konusu kuramlar metafizik öğeler tarafından az çok etkilenmişlerdir ve bunun kökeni kurumsal dinlerin çok ötelerine, en ilkel inançlara –animizm teknikleri olarak bilinen “büyü” ve sihir’e”- kadar gider.
Bununla birlikte, modern bilimin doğuşuna ve gelişimine neden olan koşulların ne olduğu bugün de tartışma konusudur: Kimi bilim tarihçileri, bugünkü modern bilimi, kökü ilk uygarlıklara uzanan bir deneyim ve bilgi birikimi olarak değerlendirmektedirler. Kimisi ise bilimi bazı kültürel koşullarda ortaya çıkan kimi üstün yetenekli seçkinlerin öğrenme ve arayış tutkusunun ürünü saymaktadır. Öte yandan, Karl Marx (1818-1883 ) ve izleyicileri, tüm kültürel etkinlikler gibi bilimi de toplumsal sınıfların karşıtlığına bağlamışlardır. Onlara göre, bilimsel gelişmeyi tetikleyen etken öğrenme, araştırma merakı değil, toplumun içinde yaşadığı ekonomik, yani maddi koşullarıdır. Bazı bilim adamları ise, bilimin doğmasında-gelişmesinde Marksist görüşün tam tersini, yani maddi olmayan etkenlerin başat rol oynadıklarını savunmuşlardır. Bu görüşün temelinde Felsefe’nin maddi düşünceden değil, soyut varlıkları düşünmeden/yorumlamadan ortaya çıktığını varsayımıdır. Örneğin, Fransız düşünür Auguste Comte’e (1798–1857) göre, bilimin gelişiminde ilk tezi “insan tininin tedrici gelişimidir.” Bu gelişim, “üç durum” denen “büyük temel yasa” biçimin alır. Şaşmaz bir zorunlulukla, her bir bilgi dalı art arda üç farklı teorik durumdan geçer: Teolojik ya da kurgusal durum; metafizik ya da soyut durum; bilimsel ya da olgucu durum. Teolojik durumda, insan tini gözlemlediği doğal fenomenleri önemli miktarda olduğunu hayal ettiği doğaüstü faillerin eylemine bağlar. Comte’e göre, özellikle evrenin görünür anormalliklerini açıklayan şey, bu faillerin müdahalesidir. Bu teolojik durumun mükemmelliğine, doğal fenomenleri biricik ve kişisel bir Tanrı’nın iradesine indirgeyen monoteizmle birlikte erişilir. Metafizik evredeyse, tin bu doğaüstü faallerin yerine soyut güçleri, sonuçta doğa fikri altında bir araya gelen “kişileşmiş soyutlamaları” koyar. (Tin: evreni açıklamak için her şeyin özü, temeli veya yapıcısı olarak benimsenen madde dışı varlık. ) Felsefe yapmanın bu iki evresini birbirine bağlayan şey temel önemdedir: Her iki durmada da, insan tini, Evren’in başı ve sonu üzerine, fenomenlerin üretim nedenleri üzerine, “içkin doğaları” üzerine düşünür. Aslında metafizik düşünce biçimi, teolojik yöntemin basitçe değişimden başka bir şey değildir. Fenomenlerin nedeni olarak Tanrı’yı değil de Doğayı gören insan tini, kuşkusuz, soyutlamada bir ilerleme göstermişti; ama, başlangıçtaki insanbiçimci cevaplarından kopmuş olsa da, aynı soruları soramaya devam etmiştir. Comte, “ metafizik, gerçekte, öz itibariyle, bir tür teolojidir; yıkıcı basitleştirmeler tedricen gücünü kesmiştir” demiştir. (Fenomen: Felsefede somut, algılanabilir ve denenebilir olay ve nesne demektir. Bir nesne, olay ya da sürecin nesnel gerçekliğini vurgulayan bir ifadedir.)
Metafiziğin tedrici tarihsel rolü, yine de, insan tinini olgucu duruma erişmeye hazırlamak olacaktır. Böylece, gerçekte “entelektüel devrim“ aracılığıyla, kökten yeni bir felsefe yapma yöntemi ortaya çıkar. Tinin kendisine sorduğu sorular bile değişir. Evrenin başlangıcı ve sonu üzerine, fenomenlerin üretim nedenleri ve içsel doğaları üzerine kendini sorgulamaktan vazgeçer. Bu türlü sorulara tatminkar biçimde cevap verebilecek tek şey olan mutlak kavramları oluşturmanın imkansızlığını kabul eder. Dolayıyla, tin en eski itkisine karşı çıkar. Artık fenomenleri nedenleriyle açıklamaya çalışmaz, bunların fiili yasalarını keşfetmeye kalkışır; gözlenen olgulardan yola çıkarak değişmez ardışıklık ve benzerlik ilişkileri saptar. Nihayet, bu yasaların sayısını mümkün olduğunca azaltmaya çalışır. Dolayısıyla, “olgucu sistemin kusursuzluğu gözlemlenebilir çeşitli fenomenlerin tümünün tek bir genel olgunun özel durumları olarak temsil edilebiliyor olmasıdır.
Özetle, modern bilimin ilk oluşumunda ( mayalanmasında) mitsel yorumlardan da esinlendiğini yadsınamaz ve bu nedenle de “mitsel düşünce” tarzından “bilimsel düşünce” tarzına geçiş konumuzun özünü oluşturmaktadır. Bilimsel düşüncenin ne anlama geldiğini ve nasıl oluştuğunu kavrayabilmek için, ondan önceki düşünce biçimini, yani “mit”sel düşünceyi bilmek gerekir.
Mit Nedir, İnsan Düşüncesinde Ne Zaman Belirdi ?
Mit, -makalenin en başında da vurgulandığı gibi-yaşamı açıklmaya çalışan tanrısal hikayelerdir.
“Uygarlık Süreci-1” derleme yazımda (Bkz: Medyasiirt) “Neolitik dönüşüm”ün insan düşüncesinin kritik bir evrimi olduğu kaydedilmişti. Bu dönemin öncesi açık bir biçimde bilinmemekle birlikte ilk insan kümelenmelerinin olduğu dönem olduğu öngörülmekte ve MÖ 40 000 –10 000 yıllarını kapsayan “Eski Taş Çağı” olarak adlandırılmıştır. Bu süreç materyalistler tarafından “yabanıllık dönemi” olarak nitelenmiştir (Bkz: Uygarlık Süreci-1, Medyasiirt). Kümelenerek toplu yaşamak insan soyunun varolabilmesi için zorunluluktu. Çünkü insan zayıf yaratıktır. Hayatını sürdürebilmesi için birarda yaşamak zorundadır. Böylece, bir yandan toplu yaşamın bir sonucu olarak kültürün ortaya çıkması ve bu sayede (silah da dahil) araç-gereç üretimini başarırken, diğer yandan topluluğun (sürünün) savunma gücünde kendisini tehlikelerden koruyabilmiştir. İşte bu süreçte, doğa ile kurdukları ilişkilerde deneyim azlığı, bunlardan sağlanan anıların birbirinden kopukluğu, genellemeye gitme olanaklarının kısıtlılığı vb nedenlerden dolayı, başka bir söylemle insanın doğa karşısında hem bedenen, hem de bellek bakımdan zayıf (aciz) olması nedeniyle, gözlemlediği doğanın dışında güçler hayal ederek onlara sığınma gereksinimi duymuştur. İşte bu sığınılan güçler “metafizik” ya da “doğaüstü” (doğanın dışında) güçler olarak nitelenmiştir.
Kısacası, ilk insanlar, başta ölüm olmak üzere, doğum, yağmur, fırtına, sıcak- soğuk, yansıma, vb doğada cereyan eden olaylara akıl erdirmek, yorumlayabilmek, yani onlara egemen olmak için doğanın dışında (doğaüstü) bir takım güçlerden yardım istemişlerdir. Yani, ilk insanlar önce akıllarına güveniyorlar, sonra doğanın dışındaki mitsel-tanrısal-sır) güçlere güveniyorlar. Metafizik düşünce, atalarımızın somut-pratik uğraşları sonuncu geliştirdikleri bir düşünce sistemidir. İnsan evrimleştikçe –uygarlık yolunda ilerledikçe- bu düşünce de büyü-sihir-din gibi evlerden geçerek sonunda bilimsel düşünceyi doğuracaktır.
Gerek geçmişte, gerekse zamanımızda yaşayan ilkel insanların doğa ve dünya üzerinde çok dikkate değer görüşleri kavramaya çalışırken Animizm kavramı kullanılmıştır. Animizm, dar anlamda, ruhla ilgili kavramlar kuramı, geniş anlamdaysa genellikle tinsel (ruhsal) varlıklar kavramıdır; dışardan cansız görünen doğanın ruhlandırılması yani canlandırılmasıdır.
İlkel insanlara göre, dünya insanlara iyilik ya da kötülük yapan birçok ruhsal varlıkla doludur. İlkeller doğa olaylarının nedenlerini bu cinlere ya da şeytanlara yüklemektedir. Bundan başka yalnızca hayvanların ve bitkilerin değil, cansız şeylerin de bu ruhlarla canlandırıldığına inanılmaktadır. Bu, Sigmund Freud (1856-1939) tarafından “ ilkel doğa felsefesi” olarak nitelendirilmiş ve günümüzde de bu felsefenin bazı ilklerini yaşadığımızı kaydetmiştir. (Sigmund Freud: Totem ve Tabu, s:14. Türkçesi: ) Bu ruh görüşü animizm sisteminin ilk çekirdeği olarak kabul edilmiştir. Cinler ise bedenden kurutulan ruhlardır, insan ruhuna benzetme yoluyla hayvanlarda, bitkilerde ve eşyada da ruh olduğu düşüncesinin doğduğu öngörülmektedir.
Ancak, acaba ilkel insanlar bu animizm sisteminin dayandığı ruh ve beden ikiliği görüşüne nasıl varmıştı? Freud, bu soruya şu önermeyi getirmiştir: Sanıldığına göre bu görüş, uyku (düş) ve uykuya benzeyen ölüm olaylarına bakarak insanları bu kadar yakından etkileyen bu durumları açıklama çabasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. ... ölüm bu görüşün ortaya çıkışının başlangıç noktası olsa gerektir”
Animizm kavramının ortaya çıkmasında düşlerde görülen imgeler, gölge, yansıma gibi gözleme ve deneylerin oynadığı sanılan rol üzerinde de tartışmalar olmuş , fakat bunlar hiçbir sonuca varmamıştır. Freud, ilkel insanın bu düşünüş biçiminin doğal bir durum olarak değerlendirmiştir.
“ Kendini düşündüren olaylar karşısında ilkel insanın kafasında bu ruh kavramının doğmasında ve sonra bu kavramı dış dünyadaki eşyaya kaydırmasında doğal olmayan gizemli bir sır görmemeliyiz” (Freud: Totem ve Tabu, s:15.)
Freud, Animizm kavramlarının birçok ulus arasında ve birçok devlette birbirine benzediğini, dolayısıyla bu kavramların efsane kurucu bilincin zorunlu ruhsal ürünleri olduğunu ve ilkellerdeki animizmin, görebildiğimiz kadarıyla insanların doğa halinin ruhlandırılmış bir anlatımı sayılabileceğini ileri sürmüştür.
İlk insanın cansız doğayı canlandırması modern çağın bilim adamları tarafından haklı görülür:
“ Bütün insanlıkta her şeyi kendisi gibi görme ve yakından tanıdığı ve bildiği nitelikleri her şeye kaydırma eğilimi vardır.” (Sigmund Freud: Totem ve Tabu, s:14.)
Animiz –ilkel de olsa- bir düşünce sistemidir, tek bir olayı açıklamakla kalmaz, bütün dünyayı bir noktadan bir süreklilik olarak kavrayan bir açıklama verir. Bilim adamları, zamanla bu düşünce sisteminin “mitolojik düşünce”, “dinsel düşünce” ve “bilimsel düşünce”ye kaynaklı ettiği konusunda aynı düşüncededirler. İnsanlığın ilk düşünce sistemi olan “animizm” bugün bir psikoloji kurumudur. İster boş inançlarda olduğu gibi eski çağlardan kalan bir kalıntı biçiminde, ister dinimizin, inançlarımızın, felsefemizin temelinde olduğu gibi yaşayan biçimde olsun, bu görüşün bugünkü yaşamımızda hala ve yeni bir şekilde yer alır. Rüya yorumlarını, fal baktırmayı, yatır-mezar ziyaretlerinde gaipten isteklerde bulunulması, vb. bu bağlamda düşünmek gerekir.
Düşüncenin evrelerine bakıldığında, animizmin kendisinin henüz bir din olmadığı, ancak daha sonra dini doğuracak olan ilk koşulları oluşturduğu görülür. Efsaneler (mitoslar) animizmin temelleri üzerine kurulmuştur. Ancak, insanlığın, en eski dünya görüşü olan animizmin sırf bilgi hırsıyla yaratılmadığı, insanın doğaya egemen olmak gibi uygulamalarıyla ilgili gereksinimleri bu düşünce değişmesinde başlıca etken olduğu sanılmaktadır. Böylece, insanlar, hayvanların ve eşyanın yanı sıra büyü-sihir yöntemleriyle cinler- ruhlar, dolayısıyla bunların oluşturduğu doğal olaylara da egemen olurlar, en azından düşünce bazında. Mitler evrenin ve inansın yaratılışı, dahası, doğa güçlerini birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da veriyorlar. Burada temel sorun insanın doğa karşındaki şaşkınlığıdır. İnsan bu şaşkınlığına, doğal olmayan, doğada bulunmayan güçlerle çözümlemeye çalışıyor ve miti, yani tanrıyı yaratıyor. Önce insan tanrıyı bir düşünce ürünü olarak yaratıyor, sonra da yarattığı tanrıya kendisini yarattırıyor.
“Toplum, önce, kendi düşünce ortamına, uygarlık aşamasına göre inançlarını yaratma eylemine koyulur, sonra döner kendini bu yarattığı inançlarla biçimlendirir.”( İ. Zeki Eyüpoğlu: Bütün Yönleriyle Bektaşilik, S: 47)
İlk animizm tekniği olan sihir, doğa olaylarını insanın istencine bağılı kılar, inanı düşmanlarından ve tehlikelerden korur, insanlara düşmanlarına zarar verme gücü kazandırır. Sihir, en kısa olarak, “zihinde kurulan bir ilişkiyi gerçekte olan bir ilişki sanmak” olarak tanımlanmıştır. (Freud: Agy, s:18.)
Sihirden sonraki animizm tekniği “büyü”dür. Büyü’de temel olarak, belirli koşullar altında insanlara nasıl davranılıyorsa, ruhlara da öyle davranma yoluyla, yani onları hoşnut etme, uzlaştırma, bizi kayırmalarını sağlama, gözlerini yıldırma, güçlerini ellerinden alma, kendi istenci altına sokma yoluyla “ etkileşme sanatı” dır. Bütün bunlar yaşayan insanların üzerine etkisi olduğu görülen yöntemlerin aynı olan yöntemlerle yapılmaktadır. Efsaneler (mitler), evrimin daha yüksek evrelerinde –büyük olasılıkla tarım devrimi: demir çağı başlangıcı- görülür. Bunlar eski sihir kalıntılarını taşırlar.
Tüm bu anlatılanlardan anlaşılan, sihrin özünde doğa yasalarının yerine psikolojik yasaların konmamsı olduğudur, yani bir aynılamadır. Ancak, buradaki dinamik, yani insanları animistik yöntemler uygulamaya yönlendiren kuvvet, ilkel insan bu yöntemlerle istediği şeyleri elde etmek istemesidir. Yani insanın doğaya egemen olma tutkusudur. Sonunda bu din tekniği de (uygar dünyada) terk edilmiş bunun yerine yağmurun yağmasında havayı etkileyen güçlerin neler olduğu anlaşılmaya çalışılmıştır. İşte, bu doğa güçlerini bu şeklide ilk kez açıklamaya çalışan insanlar Eski Yunanistan’daki “doğa filozofları”dır. ( Ülkemizde hala “ yağmur duası”na çıkmak sık uygulanan bir animizm tekniğidir.
Bizi, konumuz açısından daha çok ilgilendiren efsaneler-mitlerdir. Çünkü bilimsel düşünce, doğanın-yaşamın mitsel anlatımı yerine, duyularla algılanan evrenin anlatılmasıyla başlamıştır. Mitler, doğa güçlerini ve doğaüstü yaratıkları vurgulayan hayal ürünü öykülerdir. Mitin simgesel ve kutsal bir ağırlığı olur. Yüzyıllar boyunca ayrı toplumlarda ortaya çıkan bu öyküler birbirlerinden beslenerek zenginleşmişlerdir. Örneğin, Hint, Semit ve Mezopotamya mitlerinin Yuna mitolojisine girmesi gibi. Örneğin, Afrodit’in hem Sümerlerde , hem Kenan ülkesinde karşılığı vardır. Dionysos da Lidya ve Frigya’dan alınmadır ve Asya’nın büyük anası Kybele ile yakından ilgilidir. Tufan öyküsü Mezopotamya’da gelişir. Orada mit, Fırat’ın yıkıcı kabarmalarına dayanan haklı korkuya uygun düşüyor. Bir devin koruduğu ölüler ülkesi saplantısı da Mezopotamya’dan gelmedir. Altın çağ ise Mısır’dan gelmiştir. Tüm bunlardan anlaşılan yerleşik toplumların aralarında onları uygarlık yönünde ilerleten kültürel alış-verişin sürekliliğidir. Örneğin, “Gılgamış destanı”, Babillilerin ulusal destanıdır. Babilliler bu destanla, Yunalıların ulsual destanları İlyada’yı oluşturmasından çok önce, eski kavimlerde görülmeyen bir yapıt yaratmışlardır. Babillerin bu farklı sanat gücünü gösterbilmeleri, kendilerine miras kalan düşünceyi verimli bir biçimde kullanabilmiş olmalarındandır. Sümer düşlemi, görkemli mitolojik biçimler yatatmıştı. Bunlar, zengin düşlemlerini işletip gerçeklleştirerek büyük destan biçimini yaratmışlatrdır. Babillilerin Gılgamış destanında üçüncü bölümünde geçen “Tufan” öyküsü ve “Nuh”un tufandan kurtulduktan sonra ölümsüzlüğü elde etmesi düşüncesi, tümüyle Sümerlerin malıdır.
Özet olarak, Mitler evrenin ve insanın yaşartılışı, dahası doğa güçlerinin birer dev olarak türettiği tanrılar hakkında ana sorulara cevaplar da veriyorlar. Diğer bir söylemle, Mit, yaşamı açıklamaya yönelik tanrısal anlatıdır. İnsanlar çoğu zaman mitle ilişkili dinsel törenler de yaparlardı. Kurak ya da kötü geçen bir mevsimle insanların yapabileceği, bu miti canlandırmak olabilirdi. Örneğin. bunun dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan çeşitli toplumlar tarafından yapılan çok çeşitli örnekleri vardır. Doğa olaylarını hızlandırmak için dünyanın pek çok farklı yerinde insanların bu şeklide “ mevsim mitlerini” canlandırdıklarını biliyoruz. Bunlar eski sihir kalıntılarını taşırlar. Örneğin, sihirle yağmur yağdırma ve meyve verimini arttırma bunlardan en önemlileridir. Türklerde “gluglu”, “yağmur duası”, zor bir işin başarılması için ( örneğin sınav kazanmak, teskere alma, iş bulmak, vb ) yatır ziyareti, İskandinav ülkelerinde “Tor”, vb. Daha sonraki evrim aşamasında yağmurun sihirle yağdırılması yerine, evliyalardan yağmur yağdırmalarını rica etmek için tapınaklara gidilerek dua edildiği görülür.
Evrenin bilinmezliği karşısında iç huzur sağaldıkları için de herkes mitlere inanır. Sadece ilk insanlar değil, Modern bilim kurucuları da evrenin karşısında şaşkınlıklarını hayranlıklarını açığa vururlar. Örneğin, en büyük düşünürlerden Rene Descartes, “Doğa her yönüyle bir sihirdir. Bizden daha üst düzeyde olan şeylere, aynı düzeyde olduklarımıza göre, doğal olarak hayranlık duyarız: Bulutları, bazı dağların zirvelerinden biraz daha yukarıda oldukları halde, -onlara bakmak için gözümüzü göklere çevirmek zorunda olduğumuzdan – öyle yükseklerde hayal ederiz ki, ozan ve ressamlar bulutların içinde Tanrı’nın tahtını görürler. “
Kaynaklar
1. Domınıque Lcourt: Bilim Felsefesi. Türk: Işık Ergüden. Dost Kültür Kitaplığı 29)
2. Sigmund Freud: Totem ve Tabu, s:14. Çev
3. İ. Zeki Eyüpoğlu: Bütün Yönleriyle Bektaşilik, S: 47
4. Ord. Prof. Landnderber : Gılgamış Destanı. Muzaffer Ramazanoğlu, s: 18. )
5. Colatte Estin, Helene Laporte: Yunan ve Roma Mitolojisi. Türk: Musa Eran. TÜBİTAK
6. Jastein Gaarder: Sofinin Dünyası .
7. Cemal Yıldırım: Bilimin Öncüleri. TÜBİTAK
8. Domınıque Lecourt: Bilim felsefesi.
9. Platon: Sokrates’in Savunması
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.