- 166 Okunma
- 1 Yorum
- 4 Beğeni
GÖLGELERİN ARDINDA (Bölüm 3)
… Bazı enerjiler vardır metrelerce öteden hissettirir kendini…
Girdi ilk hastam içeri gözlerini kaçırarak. İsteksiz isteksiz ayakları geri gidermişçesine oturdu kırmızı deri koltuğa. Ellerini bacaklarının üzerine koydu, ortada kavuşturdu onları. Öyle bir haldeydi ki bir şeyden utanırcasına ısrarla yüzüme bakmamaya devam ediyordu. Sanki yoğunluğunun arasından kafasını zor kaldırıp da buraya gelmişti. Burada ne işim var, gelmez olaydım dercesine bir bakışı vardı. Sürekli başka taraflara bakıyordu, bacaklarını şiddetle sallayıp duruyordu. Burada olmaktan fazlasıyla rahatsızlık duyuyordu. Enerjisi odayı sarıp sarmalamıştı çoktan. Öyle bir enerjiydi ki bu. Emindim bir saat sonra odaya giren kim olursa olsun bu enerjiyi hissedecekti ve rahatsızlık duyacaktı karmaşık ruh halinden. Bazı enerjiler vardır metrelerce öteden hissettirir kendini, küçücük bir moral bozukluğu da minicik bir sevinç duygusu da yayılır hemen etrafa fazla zaman geçmeden.
Bir şekilde ilgisini çekmeyi başarmalıydım. Şu an nasıl hissettiğini sormakla başlamak en iyisi olacaktı sanırsam. İçinde bulunduğu bu buhrandan çıkabilmesi için ona sorduğum ilk soru “Nasılsın?” oldu. “Bu adaletsiz, saçma sapan, herkese kafasına göre yargı dağıtan bu koca dünyada nasıl olayım Doktor” dedi gözbebeklerinin büyüklüğü değişirken bir yandan da bıkmış bir tavırla etrafı izleyerek. Neydi bu yaşadığı da nasıl olduğunu söylerken bile yalandan da olsa ”iyiyim” diyemezdi bir insan. Öğrenecektim, her ne kadar şu an ser verip sır vermese de bu huzurlu odada içini dökmemek mümkün değildi, er ya da geç dökülecekti, gün yüzüne çıkacaktı içindekiler.
3
…Her kötünün eksilmesiyle beraber yeni bir kötü doğuyor, her iyinin gitmesiyle beraber yeni bir iyi geliyor...
Güzel İzmir’imin en güzel aylarındayız, pırıl pırıl güneş açmış, kuşlar özgürlüğe uçuyor misali kanatlarını bir aşağı bir yukarı salınım hareketleriyle havalanıyor masmavi gökyüzünde. Ne de harikaydı onları izlemek, doğayı izlemek, doğada kaybolmak, kendini yitirmek… Birçok şey çıkarabilirdi insan doğadan kendine. Mesela ben baktığımda yaşamın ne kadar tezatlarla dolu ve kusursuz bir güzelliğe sahip olduğunu görüyorum. Kanatlar bile yukarı çıktıktan sonra aşağı iniyor aynı hayatın akışı gibi. İlerlemelerin ardındaki düşüş misali. Hayattaki iniş çıkışlarımızın haddi hesabı yok, ki öyle de olmalı. Her şey zıttıyla var oluyor. Tıpkı doğum olmasa ölümün de olmayacağı gibi. Hakikaten öyle değil mi zaten? Her kötünün eksilmesiyle beraber yeni bir kötü doğuyor, her iyinin gitmesiyle beraber yeni bir iyi geliyor. Bu denge hiç şaşmıyor. Öyle kusursuz bir nizamdır ki bu aklı mantığı almıyor insanın, ondandır ki kalp gözü gerekiyor, gözünle değil kalbinle bakmak gerekiyor çoğu zaman.
Derinlere dalmış gidiyordum ki ağaçların arasında belli belirsiz ayırt ettiğim bir silüet çıktı karşıma. Uzun boylu, yapılı, kendinden emin duruşuyla adeta bir filozofu andıran bir adamdı bu. Bir yerlerden tanıdık gelşe de kim olduğunu şu an çıkaramıyordum. Bir şeyler söylüyordu bana fakat işitemiyordum, kimdi bu adam? Neyin nesiydi? Nerden gelmiş de girmişti hayal dünyama? Bilmiyordum, yaşayarak görebilirdim ancak ve ancak…O görüntünün ardındaki gizemi düşünürken bir sesle dağıldı o gözlerimin önündeki belli belirsiz insan:
-Hadi, inin. Geldik!
Ağaçlar beyaz, pembe, yeşil rengarenk çiçekler açarken bizim ekiple beraber en nihayetinde Müge’nin ihtiyar Brodway’ine binip Demir’in evinin önüne gelmiştik. Müstakil, bahçeli, ama çok eski gecekondudan bozma bir evdi burası. Bahçesi güzeldi aslında domatesler, soğanlar, biberler ekilmiş daha yeni çıkacaklar; ceviz, erik, limon ağaçlarıysa çoktan yetişmiş heybetleriyle bizi seyrediyorlardı. Tam bir köy havası vardı evinde köyde olmamasına rağmen… Alev, Yusuf başkomiserim, Müge ve ben gelmiştik Demir’in evine. Deniz ve diğer yardımcılarımızsa merkezde kalmıştı ve her an her şey olabileceğinden bizi tetikte bekliyorlardı. Bir kez zile bastı Alev. DONG!!!
Açan yok, bir iki kez daha basınca ağır da olsa bir ses duyuldu:
-Kimsiniz?
-POLİS!
Polisi duyunca hem kendinden bir o kadar emin hem de yaptıklarını hatırlamanın vermiş olduğu pişmanlığın sebebiyle olacak ki yavaşça aralandı kapı.
- Ne halt etmeye geldiniz ne yapmışım ben?
- Düzgün konuş, ağzınla burnunun yerini değiştirtme bana
- Konuşmazsam ne olurmuş?
-Şimdi göreceksin onu oğlum
Alev böyledir işte, ille yaptırmak ister dediğini, bir dediği olmasın kıyametler kopar, insanı doğduğuna bin pişman etmek bir yana dursun ölmek için yalvaracak hale gelirler resmen. Şimdi de gücünü sinirinden aldığı her halinden belli bir vaziyette, damarlarında gezen gerginliğin dışavurumu olarak başını seçmişçesine tam bir kafa atacaktı ki bir hışımla yakaladım onu, neye uğradığını şaşırmış vaziyette kalakaldı öyle. Ellerim omuzlarında ilk kendime doğru çevirdim onu, gözleri gözlerime değdi hem kaçmak istercesine gözlerimden hem de kaybolmak istercesine onlarda bir on saniye öyle kalmışızdır muhtemelen. Yusuf başkomserim ve Müge olmasa akşama kadar kimse beni oradan alamazdı.
Kapıyı hızlıca kapatan Demir, bizi öylece kapı dışarı bırakmıştı. Fırsattan istifade Alev’in sinirini yatıştırabilirdim. Ardından bir daha kapıyı çalmak en iyisiydi.
-Tamam Kerem, tamam sakinim.
-Sakin olacaksın Alev, sakinliğin senin silahın bunu asla unutma!
-Ders verme sırası mı Kerem?
- Değil Alev’ciğim tamam sorun yok, istediğin zaman tekrar çalalım kapıyı ama bu kez ben konuşayım istersen.
-Niye sen konuşacakmışsın? Ben konuşma özürlü müyüm ben hallederim, sen karışma, ihtiyacım yok.
-Sana ihtiyacın olduğunu söyleyen olmadı zaten canım, sadece ben sana sakinliğimi koruyabileceğimi söylüyorum.
Araya Yusuf Başkomseim girmese bu tartışma sabah kadar uzar, kimse bizi ayıramazdı ama işte başkomserim biliyor tabi ona dayanamadığımızı hatırı kalır onun dediğini yapmamak olmaz.
-Ben Müge’yle beraber çalıyorum kapıyı, siz karışmayın kendinize gelin biraz bırakın çocuk gibi didişmeyi artık!
-Emredersiniz başkomserim!
Büyük bir soğukkanlılık ve yılların getirmiş olduğu tecrübeyle kapıyı çalan Yusuf başkomser, kapıyı açan olmadığında bu kez sakince konuşmayı tercih etti:
-Demir oğlum bak, niyetimiz sana zarar vermek asla değil. Cinayete kurban giden zavallı Ateş Hoca’nı öldüren cani için izler topluyoruz, sen de öğrencisisin sonuçta bize yardım edebilirsin diye düşündük.
Kapı yine aynı ağırlıkta aralandı ve içeriden 20’li yaşlarının henüz başlarında, ömrünün baharında bir ses geldi:
-Beni tutuklamayacaksınız yani, öyle mi?
-Sadece konuşmaya geldik, seninle hocan arasında bir husumet çıkmış biliyoruz ama şu an seni tutuklamamız için yeterli delilimiz yok o yüzden istesek de tutuklayamayız boşuna endişe etme.
-Peki komserim buyurun dışarıda kaldınız. Arkadaş aynı tavırlarda bulunmaz diye umuyorum.
-Yok yok, yatıştı onun sinirleri. Hadi al içeri bizi de daha gidilecek çok ev var.
-Tabii komserim buyurun.
Şükürler olsun ki aldı içeriye bizi, bir an hiç almayacak sandım. Alev de yangına körükle gidiyor, belli zaten çocuk anarşist değişik bir çocuk. Konuşmak bile zorken bir de evine girmeye uğraş dur.
Attım adımımı kapıdan içeriye. Buz mavisi bomboş duvarlar, aradaki büyükanneden kalma zigon sehpa, sehpanın da üzerinde içi boş beyaz porselen etrafı minik çiçekli yaldızlarla bezenmiş bir vazo… Oturma odasını eliyle işaret ederken aynı zamanda Alev’e attığı kaçak bakışları görmüyor değildim. Az önce ondan korkan çocuk gitmiş sanki şimdi kendini affettirmeye çalıştığından mıdır yoksa niyetinin bozukluğundan mıdır bilinmez artık gülen gözlerle bakıyordu Alev’e. Alev tabii hiç aldırış etmiyor bu züppeye. Oturduk oturma odasındaki sigara izmaritinden yanmış, yamalı, gri, üzerinde siyah kırlentleri olan, spotçudan alındığına kalıbımı basacağım kanepeye. Tabii ev küçük, bir koltuk anca sığdırabilmiş 1+1 öğrenci evine, biz bir kanepeye zar zor sığınca kendisi de yemek masasının önünden bir boşvermişlikle çektiği sandalyeye oturuverdi. Yusuf Başkomserim hem babacan hem de alaycı bir tavırla başladı sorguya:
-Evet, Demir Bey anlat bakalım Ateş Hoca’nla serüvenin ne zaman başladı?
-Şimdi komserim, bizim Ateş ünide biyolojiciydi işte. Ben de eczacılık fakültesindeyim bazı derslere Ateş giriyordu.
Çocuğun Ateş’e olan öfkesi hitap şeklinden belliydi, hoca demeye bile tenezzül etmez miydi bir insan? Bir de adam vefat etmiş, terbiyesizliğin lüzumu olmamalıydı. Ama yok, o anca saygısızlık etsindi.
-Eee?
-Eeesi komserim fazlasıyla sıkıcı ve sıradan bir günde bizim tayfayla okulun alt tarafındaki kantinde gümbür gümbür langırt oynuyorduk, bizim okul da öyle köklü bir okul değildir pek kendimizi kaybetmiş olacağız ki Ateş moruğunu görmeyip oynarken ezmişim ayağımla.
-Nasıl bir langırt oynamaksa o?
-Kendinden geçiyorsun o an işte hoca moca görmüyor gözün.
-Eee tüm mesele bu mu yani?
-Durun memurum anlatıyorum ya işte.
-Durduk peki madem.
-İşte bana taktı ondan sonra neymiş öyle oynanır mıymış, neymiş bu da eğlence miymiş neymiş benim kafa anca bunlara basarmış! Bak bak küçücük şeyi nasıl da abartıp üste çıkıyor. Prof ya tabii o bilir her boku! Sonra Adanalıyık tabi durur muyuz hoca moca dinlemedim, bastım küfürü! Ateş de karşılık veriyor tabii, ortalık kızıştı ooo görmeniz lazım. Ama daha öncesinden de aramızda bir anlaşamamazlık vardı. Benim ceylan gözlüm Ceyda’ma yan baktı bu şerefsiz! O gün bu gündür kuruldum ona, ama bu öldüreceğim anlamına gelmiyor komserim. Tamam karıncayı bile incitmeyenlerden olmasam da hocayı öldürecek kadar akılsız değiliz!
Sonra işte o bir şey dedi ben bir şey dedim derken böyle süregeldi olaylar. Fırsatını buldukça bizim arabayı üstüne sürerdim, bir kaçışı var görmeniz lazım! Ama şakasına bunlar hep komserim valla öldürecek adam değilim ben.
-Adli sicil kaydın öyle demiyor ama Demir Efendi! Adam öldürmeye teşebbüs, adam yaralama, gasp… Daha sayalım mı?
- E onların hiçbiri boşuna olmadı komserim vardı bir bildiğimiz! Gereken cezamı da aldım zaten boş beleş gezmedim ortalıkta.
- Bizim de bir bildiğimiz var o zaman. Bu, cinayeti senin işlemiş olma olasılığını artırıyor.
- Siz ne derseniz deyin komserim, ben yapmadım diyorsam yapmamışımdır, bitti.
- Sözüne neden inanalım Demir Bey, ortada küçücük şeye parlayıp da işlediğin suçlar varken?
- Tamam komserim, inanmazsanız inanmayın. Sonra katil dışarda cirit atarken masumane bir çocuğu içeri tıktık diye dövünüp durursunuz, siz bilirsiniz.
Dayanamadım bu zırvalıklara, ben anlayacağımı anlamıştım zaten. Bu çocuk her ne kadar aniden parlasa da üniversitedeki hocasını vahşice öldürecek kadar akılsız olamazdı.
-Alev komserim, daha gidecek yerimiz var. Gerekirse bir daha geliriz buraya. Şimdi daha önemli kişilerle konuşmamız gerek.
-Evet fazla zaman kaybetmeyelim bununla, haklısın Kerem. Gidelim bir an önce!
Atladık beyaz Brodway’e, bu kez ben kullandım diğerlerine vermek istemedim arabayı. Hem araba kullanmak iyi gelir biraz kafamdaki susmayan seslerden arınırdım belki de. Bir Minik Serçe açtım radyodan. Eee İzmir’de olup da Sezen dinlemeyecek miydik? Hele bir de sıradaki şarkı İzmir’in Kızları’yken. Şarkıyı Alev’e yollamak istemiştim ama Müge yine üzerine alındı sanırsam ki kikir kikir gülüyordu arka sağ camdan dışarıya bakarken. Tabi dikiz aynasından görüyorum o meşhur bakışlarını. Alev’se yanında hiçbir şeyi umursamazcasına tek tabanca takılıyordu. Şarkıydı, türküydü, Alev’di, Müge’ydi derken dönmüştük merkeze. Yol ne çabuk bitmişti. Herkes arabadan bir yere yetişirmişçesine inerken ben inemedim. O anda bir şey oldu yine o silüet. Amma da karizma ha. Simsiyah gömleği, taba rengi kabanı, Harry Potter’dan ödünç almış diyebileceğim gözlüğü ve kumaş pantolonuyla çok güven veren ve kendinden emin birine benziyor. Ben bunu tanıyor muyum ya? Sürekli neden tanımadığım bu adamı görüyordum? Acilen psikiyatriste görünmeliydim, kesin “psikoz” teşhisi koyacaktı. Sanki hayatımda başka uğraşacak şey yokmuş gibi bir de bununla uğraş dur. Artık aldırış etmemeliyim ve işime konsantre olmalıyım diye düşünerek indim yavaşça arabadan. Başka şeyler düşününce gidecekti çünkü o görüntü, biliyordum. Daha önceleri de birkaç kez olmuştu. İçeriye girdim sakince. Lakin içerdekiler pek de sakin değillerdi. Seslenen Deniz’di.
-Komserim, biri daha öldürüldü.
devamı çok yakında...
YORUMLAR
"Kanatlar bile yukarı çıktıktan sonra aşağı iniyor aynı hayatın akışı gibi. İlerlemelerin ardındaki düşüş misali. Hayattaki iniş çıkışlarımızın haddi hesabı yok, ki öyle de olmalı. Her şey zıttıyla var oluyor. Tıpkı doğum olmasa ölümün de olmayacağı gibi." İlk cümle... Bu bölümü de bir çırpıda okudum. Alev'in ateş misali sinirliliği şaşırttı beni gerçekten.
Son cümleden sonra insan üzülüyor devamını hemen okuyamadığı için. Bekliyeceğiz bakalım...
_senemizm_
Beklemede kal :))