- 144 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Ayakkabı
Ayakkabı
Kafkas Üniversitesinde yapılacak bir etkinliğe katılmak için uzun yıllar sonra dönmüştüm Kars’a. Aylardan şubattı. Kalacağım otele yerleştikten sonra kısa bir gezinti yaptım. Hava soğuk ve kar yağıyordu. Bir anda çocukluk yıllarım aklıma gelmişti. Yaşamışlarım bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. “Ne kadar özlemişim bu soğuk ve karlı şehri.” diye mırıldandım.
Ertesi sabah uyanıp penceremden dışarı baktım. Kar hala yağıyordu. Hem de ne yağıyordu lapa lapa. Orta yaşımı yıllar önce gerilerde bırakmama rağmen tıpkı çocukluğumda olduğu gibi İçime bir çocuk sevinci doluvermişti. Derler ya beden ne kadar yaşlansa da ruh hep çocuk kalır. Ayıptır söylemesi bende öyle biriyim işte. Bu yaşıma kadar hala çocukluktan çıkamamışım. Siz öyle değil misiniz?
Kar yağışı bazen duracak gibi olup narin parçacıklar halinde düşerken ansızın fikir değiştirip lapa lapaya çeviriyor, yerdeki kalınlığını her dakika biraz daha arttırıyordu. Aslında kışın bu ayında havanın böylesi olması pek olağan dışı değildi. Ama yine de birazcık mola verseydi kötü olmazdı hani.
Belki kar güzeldi, bereketti, fakirler için azaplı günler olsa da zenginler için vazgeçilmez eğlence kaynağıydı, ama bu kadarı da fazla olmuyor muydu? Sabah kar akşam kar. Ardından yetmezmiş gibi adeta suratları bıçak gibi kesen ayaz, bazen de insanları evlerine hapseden tipili günler. Öyle ki günler geçtikçe bitmek bilmeyen uzun kış geceleri çekilmez oluyordu. İşte o zaman insan baharın sıcak yüzünü, toprağın kokusunu özlüyordu.
Neyse biz asıl konumuza dönelim.
Bilir misiniz? Bilmem ama bilen bilir Kars’ta Kazım Paşa caddesinin arka tarafında Temel Otelin ara sokağında kunduracıların bulunduğu Yeni Pazar adında bir sokak var.
Bir zamanlar koca yürekli insanların yaşadığı küçücük bir sokak. İşte bu kısa hikâye haklarını asla ödeyemeyeceğim o sokaktaki insanların hikâyesidir.
Kar yağıyordu ya kendimi sokağa atmasam olmazdı, bu yaşta bile olsa Karlı sokaklarda karlara bata çıka yürümek o kadar güzeldi ki. Yürüdüm Kars sokaklarında. Zaman kavramını kaybetmişçesine yürüdüm. Ayaklarım beni bir kez daha geleceğimi şekillendiren o sokaktaki kunduracının önüne getirmişti. İstemsizce. Ama bu kez aradan uzun yıllar geçmişti. Etrafa bakınıyorum. O anda bir anlatılmaz hüzün kaplıyor ki içimi, sormayın. Şimdilerde o dükkânların çoğu yok. Ne dükkânlar nede sokakta yaşayan o güzel esnaflar yok artık. Hepsi mazide güzel bir anı olarak yerini almış.
Düşünüyorum da; vay be nasılda geçmişti yıllar tam tamına kırk beş yıl. O zamanlar on üç yaşında bir çocuktum. Köyden Kars’a göçmüş yoksul bir ailenin beşinci çocuğuydum. Beşinci olmak zordur hele bizim gibi insanlar için çok daha zordur. Tek isteğim okumak ve öğretmen olmaktı.
O gün adeta parça parça olmuş lastik ayakkabımı tamir ettirmek için o sokaktaki bir ayakkabı tamircisinin önünde durmuştum. Vitrin camına Taşkan Kundura yazıyordu. Başıma lapa lapa kar düşerken bir yandan vitrindeki ürünlere bakıyor bir yandan içeri girsem mi girmesem mi diye kendi kendime sorup duruyordum. Çünkü cebimde yeteri kadar param yoktu. Acaba tamir için kaç lira isterlerdi ki? Ayakkabımın yırtıklarından giren karlar Çoraplarımı su içinde bırakmıştı, ayaklarım fena halde üşüyordu.
İşte ben o soğuk ve karlı günü hiç unutamadım. Nasıl unutabilirdim ki? O gün yaşadıklarımın o buz gibi havayı hayatımın en sıcak gününe çevireceğini nereden bilebilirdim ki.
Son paramı lastik ayakkabımı yamatmak için harcayamazdım. Birkaç dakika düşünüp gitmeye karar vermiştim ki, dükkânın kapısı açıldı. Üzerinde iş önlüğü olan orta boylu ince bıyıklı bir adam çıkmıştı. Sanırım buranın sahibiydi. Derler ki kunduracı ilkin insanın ayağına bakar. O da önce ayağıma baktı. Sonra beni baştan aşağı şöyle bir süzdü. Sanırım meramımı anlamıştı. Nasıl anlamasın ki hem soğuktan tir tir titriyordum hem de ayakkabımın halini görmüştü. Sevecen ama tok bir sesle,
“Sen gel hele içeriye” dedi.
Afallamış ürkmüş ve heyecanlanmıştım. Bir anda yediğim soğuğu unutmuş terlemeye başlamıştım.
“Kim ben mi? Diye sordum. Kekeleyerek.
“Burada senden başka kim var? Tabi sen” dedi sertçe.
Titrek ayaklarla girdim. İçerisi sıcacıktı. Vitrin tarafındaki küçük teneke soba cayır cayır yanıyor üzerindeki çaydanlık ıslık çalarak kaynıyordu. Ayrıca tamir işlerini yaptığı bir tezgâh, birkaç sandalye, Kunduracı Örsü, kösele tabakaları ve çeşitli ayakkabı tamir malzemeleri vardı.
“Otur bakalım” dedi. Sobaya yakın olan sandalyeye oturdum. Nerdeyse sobaya yapışacaktım. Güldü
“Çok mu üşüdün?” diye sordu
“Evet, çok üşüdüm” diye yanıtladım.
“Ver bakalım ayakkabılarını” dedi. Bir an çıkarmak istemedim, kaça yaparsın diye soracak oldum. Soramadım. Usulca çıkardım uzattım.
“Bunları bayağı hırpalamışsın” dedi gülerek” Üstünden kızak mı geçti?” Gülümsedim, Isınıyordum adama. Davranışı baba şefkatindeydi, ürkekliğim yavaş yavaş güvene dönüşüyordu. O sırada kapı açıldı. Elinde kulplu bir fincan üzerinde beyaz önlüğü olduğu halde biri girdi. Sanırım yandaki berber olmalıydı.
“Necmettin usta ıhlamur kaynadı mı?” Diye sordu.
“Kaynadı Zeki usta” dedi.” ha bir bardakta delikanlıya doldur” diyerek beni işaret etti. Demek ki ustanın adı Necmettin imiş.
Ihlamuru yudumladığımda ne kadar üşüdüğümü daha iyi almamıştım. İçim ısınmıştı vallahi. Minnet dolu bakışlarla Necmettin ustaya baktım. Usta ayakkabılarımı inceliyordu. Bir anda ayağa kalktı. Sobanın üzerindeki çaydanlığı aldı yere koydu. Sonra sobanın kapağını maşa ile kaldırdı. Şaşkın bakışlarım arasında ayakkabılarımı ateşe atıverdi. Şaşırmıştım gözlerim doldu ağlayacak gibi olmuştum. Şimdi ben ayakkabısız ne yaparım diye içten içe sızlanıyordum. Lastik ayakkabım sobada gürleyerek yanarken benimde yüreğim yanıyordu. Birkaç Dakika yüzüme baktı sert bakışının altındaki babacan yüzünü görebiliyordum. Ardından eğildi tezgâhın altından bir çift bot çıkardı botu inceledi sağına soluna baktı. Yeni değildi ama eskide değildi. Siyah renkliydi, yeni boyanmış olmalıydı ki ayna gibi parlıyordu.
“Al bakalım bunları” dedi “giy bakalım olacak mı? Şaşkınlığım kat be kat artmış gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.
“Ama benim bunları alacak param yok ki” dedim kekeleyerek.
“Senden para isteyen mi var köftehor” dedi. Küçük bir kahkaha attı. Çekinerek de olsa uzatılan ayakkabıları aldım, usulca giydim önce sağ sonra sol ayağıma. Tezgâhın altında sanki beni bekliyormuş; cuk diye oturmuştu. Sobanın sıcağı çoraplarımı kuruttuğu için ayaklarım bir anda sıcacık olmuştu. İnanmak istiyordum ama inanamıyordum. Mutluluğumun tarifi yoktu. Bu yaşıma kadar kara lastikten başka pabucum olmamıştı. Artık ayaklarım üşümeden okula gidip gelebilecektim.
Biraz geçmişti ki elinde okul kitapları olan benim yaşlarımda bir çocuk girmişti dükkâna. Üstünde biriken karları silkeledi. Necmettin emi:
“Hoş geldin Hüseyin dedi” Oğluymuş. Her gün okul çıkışı babasına yardım için gelir akşam olunca da birlikte dükkânı kapatıp eve dönüyorlarmış. Hüseyin yüzüme doğru baktı; ardından gözü ayaklarıma ilişti. Botları gördü gülümsedi sessizce” Hayırlı olsun “dedi. Sonra babasına döndü;
“Hoş bulduk baba birikmiş iş varsa yapayım, eken gidip ders çalışmam lazım, yarın sınavım var” dedi ve paltosunu çıkarıp askıya astı askıda bulunan iş önlüğünü aldı boynuna takıyorken usta seslendi.
“Hele dur evladım, şimdi sizin karnınız açtır bu delikanlı ile Kemalin lokantasına gidin karnınızı doyurun” dedi. “ Sonra eve git dersine çalış. Madem sınavın var gelmeseydin de olurdu?
Ben ayağa kalkıp gitmek için izin isteyecektim. Bu iyi insanlara daha fazla yük olmak istemiyordum. Tokum dediysem de usta diretti Hüseyin’de kolumdan çekerek beni dışarı çıkardı. Lokanta aynı sokakta birkaç dükkân ötedeydi. Yeni ayakkabımın karlı zeminde çıkardığı sesi anlatamam; öyle güzeldi ki.
Bu gün şanslı günümde olmalıydım. Ne güzel insanlar varmış diye düşündüm diyorlardı da inanmıyordum. O gün Kemal amcanın lokantasında içtiğim sıcacık çorbayı asla unutamadım. Hele arpa şehriyeli pirinç pilavı yanında kuru fasulyesi yok mu inanılmaz lezzetliydi.
Artık sokağın müdavimi olmuştum. Derslerime ara verdiğim zamanlar buraya geliyor ara sıra onlara yardımda ediyordum. Yardım dediysem getir götür işleri hani. Ne yalan söyleyeyim huzuru burada bu güzel insanların arasında buluyordum. Günler geçtikçe onlarda bana alışmışlardı. Birkaç gün ara versem gördüklerinde” Nerelerdesin köftehor özlettin kendini” diyorlar ve ben bundan çok mutlu oluyordum.
Kars Alparslan lisesini bitirip üniversiteye gidinceye kadar bu hep böyle devam etti. Boş zamanlarımda soluğu kunduracılar sokağında alıyordum.
Sokağın girişinde Temel Yıldırım’ın oteli vardı iyi bir insandı, çok hayırseverdi. Hatırlıyorum da İsmail amca, İlbeyi, Medet, Şadi dayı, Mürteza amca, Necmettin Taşdemir, Elbiseci Ali amca, Garip amca, Süleyman ve kardeşi İsa, Çaycı Celal amca. Berberler Zeki abi, Cemil ağabey, Alâeddin amca, kerim ağabey sokağın kadim esnaflarıydı hepsiyle zaman içinde tanıştım, hepsinin helal ekmeğini yemişliğim vardır. Bu günlere gelmemde emekleri çoktur. Ben onlara söz vermiştim okuyacak ve emeklerini boşa çıkarmayacaktım.
Düşünüyorum da unutamadığım o kadar çok anım oldu ki saymakla bitmez. Komik olan birisini size anlatayım. Bir gün saçlarım uzamış, Berber Zeki ağabey gördü “ Bu ne hal len köftehor.” dedi “geç otur da sana bir çeki düzen verelim. Sonra kızlar senden kaçar” demişti. Sokaktakiler ne gülmüştüler ama. Üstelik Tıraşım bitirinceye kadarda şakalaşıp durmuştu.
Yıllar aktı geçti saçlarıma aklar düştü yaşlandım tıpkı eski halinden eser kalmayan kunduracılar sokağı gibi. Bu güzel insanların kimileri rahmetli oldu onlara rahmet, kalanlara uzun sağlıklı, ömürler diliyorum.
Kemal amcanın lokantasında içtiğim çorbanın lezzetini unutamıyorum demiştim ya. Aslında unutamadığım lezzet değil o günlere duyduğum hasretti.
Ve ben bu gün o yürekli insanları çok özlüyorum.
Bitti
Öykü; Ayakkabı
Nizamettin Uca
12.08.2024, Iğdır. 23.50
YORUMLAR
Böyle güzel insanlardan çok kalmadı artık. Kalpleri sıcacık, herkesi ailesinden gibi gören, ‘insan’ kavramının içini sonuna kadar dolduran, gerçek insanlar… Neyse ki az da olsa varlar yine de. İyi ki de varlar… Yoksa bu acımasız dünya çok daha çekilmez olurdu.
Çok güzel bir yazı olmuş. Kaleminize sağlık…