Elimde Değil
Bir çilek bitkisinin o bembeyaz açan yaprağına eğildim, duruldum, dinlendim. Mezar başında açtığını gördüğüm begonvillerden sonra bu bendeki ikinci dalga..
Altmış dönümlük ikibindörtyüz adet badem ağaçları ve bir kısmı da safran ekili bir arazinin -ki yayan yürümeyle bile çevresini dolaşmak yarim saat sürer- tek sabit çalışanıyım. Hasbelkader zenginleşen kardeşime göre ise (aynı zamanda patronum olur) arazi müdürüyüm.
Arazi üzerine inşâ edilmiş tek odalı konteynırda yaşıyorum. Etrafımız çitlerle çevrili olsa da zaman zaman vahşi hayvanlarla da karşı karşıya kalabiliyorum. Bu kamera sistemi de bu yüzden. Dışarıya adım atmadan önce küçük çaplı bir izleme yapıyorum.
Rüzgar panellerinin yanında, ısı-nem ölçer, güneş enerjisi, kamera sistemleri vs.. konularla ilgilendiğim gibi toprak işleriyle de meşgulüm. Elli çeşit sebze yetiştiriyorum. Açıkçası tarımın teknolojiyle birleştiği bu yerde ân’ın tadını çıkarıyorum. Neden derseniz, sırf akşamüstü semaverde demlediğim çay ve kümesten taze yumurtalarla yaptığım menemen için İstanbul’dan gelen dostlarım var.
Özetle böyle bir hayatın içerisinde şehirden uzak, huzurlu bir ortamdaydım.
Ta ki o güne kadar..
- Şu köpeği bir tut da içeri girelim Harun Bey.
Unutmuşum. Bir de Badem isminde kahverengi bir pitbul köpeğim var. Yavruyken edindiğim için sözümü dinler ama dışarıdan gelen herkese karşı temkinli.
- Gel Halis Ağa buyur.
Yan tarafta bir at çiftliği var. Bu gelen de bölgenin en zenginlerinden Halis Ağa. Köylü bu şekilde hitap ediyor diye ben de öyle sesleniyorum. Aslında uzun çizmeleri, her daim şık giyimiyle ve meşhur şapkasıyla da o zaten kendini belli ediyor.
- Senin şu kameralardan bize de kursak. Sen anlarsın bu işten. Neyse masrafı veririz.
- Hallederiz Halis Ağa. Bu zamana kadar beklemen hata zaten de niye şimdi geldi aklına.
- Yabani hayvanlar çoğaldı bu ara. Çoluk çocuğa bişey olmasın diye düşündüm. Bir de bi mesele daha var. Ben asıl başka birşey için geldim buraya. Hükümet Dairesi’nde bir laflar dolaşıyor. Senin birader bizim aramızda kalan o araziyi de alacakmış.
- Doğrudur, safran için. Hem az yer kaplıyor hem bereketli malum.
- Tamam da orayı ben hayvanları otlatmak için kullanıyorum.
- İyi de orası senin değil ki zaten. Bu zamana kadar zaten bedava kullanmışsın.
- Yine de sen biradere söyle bu işe girişmesin.
- Tehdit mi ediyorsun sen bizi?
- Münasip bir dille uyarıyorum.
- Hemen çık burdan!
Halis Ağa bu tepkimi beklemiyordu. Zaten Badem de sinirlendiğimi anlayıp ona hırlamaya başlamıştı. Halis Ağa çıkana kadar Badem’in dikkatini başka yöne çektim.
Meseleden biraderi de haberdar ettikten sonra bir gün saç traşı için kasabaya indim. Döndüğümde Badem tüfekle vurulmuş ve kanlar içerisinde yerde yatıyordu.
Bademle ilk tanışmamız doğduğu güne dayanır. Annesi ölmüş ve bir dostumuz yavrulardan birisini bize emanet etmişti. Biraz olgunlaştıktan sonra onunla beraber İstanbul’dan buraya kendi arabamızın içerisinde büyük bir bağ kurarak gelmiştik. O benim sağ kolum gibiydi. Tarifsiz bir üzüntü yaşadım. Onu bahçemize toprağa gömdükten sonra düşünmeye ve düşündüklerimi uygulamaya başladım. Katili belliydi, çünkü kameraya kör bir noktadan ateş edilmişti ve bunu yapabilecek tek kişi de Halis Ağa’ydı.
- Dur yapma!
- Sen de kimsin?
- Halis Ağa’nın kızıyım.
- O benim candostumu öldürdü. Ben de onu vuracağım. Çekil önümden!
Halis Ağa tir tir titriyordu.
- Biliyorum ama öyle de olsa o benim babam. Sen olsan önüne atılmaz mıydın?
- Benim babam bu kadar alçak olamaz.
- Dur! Ne istersen verelim. Ne kadar istersen. Biliyorum telafi edemez ama kan kanla temizlenmez. Sen okumuş insansın. Ne istersen!
O an aklıma düşmüştü. Ne istersem!
- Cana karşılık can. Bu evden bir can almadan gitmem..
Sessiz sedasız dini nikahla Asiye ile evlendim. Tabiri caizse onu bir hayvan gibi tarlada çalıştırıyor, nefes aldırmıyor, eziyet ediyordum. Özellike Halis Ağa atıyla bölgemizden geçerken ona hakaret edip türlü kötülükler yapıyordum. O ise hiç sesini çıkarmıyordu. Yine yemeğim, temizliğimle, eviyle ilgilenmeye devam etti.
Sonra bir gün Halis Ağa at üzerinde bir kalp kriziyle kendiliğinden hayatını kaybetti.
- Seni boşuyorum.
- Yapma efendi. N’olur yapma!
- Boşol, boşol, boşol..
Biraderle de konuşup o şehri terkettim.
Tam onbeş gün sonra biz sızı düştü içime. Belki yüreğim soğumuştu blemiyorum. Yoksa bir intikam uğruna çıktığım bu yolda Asiye’yi mi özlemiştim.
Geri döndüm..
Araziye girdiğimde Asiye, Badem’i gömdüğüm yerdeki begonvilleri suluyordu. "Bu begonvil burada nasıl yetişti" anlamak mümkün değil. Hemen yanında çilekler çıkmıştı. Bunca zaman bu işlerle uğraştım, çileğin üzerindeki bembeyaz yaprağını yeni farkediyordum.
Eğildim, duruldum, dinlendim..
Bir zaman sonra Asiye omzuma dokundu.
- Hoşgeldin.
- Şaşırmadın!
- Geri döneceğini biliyordum.
- Nerden biliyordun?
- Biz burda ellerimizden biliriz sevmeyi. Bu toprakta elimi neye sürdümse yeşerdi. Oysa az ötede babamın evinde tek bir dikili ağacımız yoktu.
/ve senin ellerin, o kadar güzeller ki..
- Beni affedebilecek misin?
- Küsmek! Elimde değil ki..
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.