yolcu
Bir hana varmış yolcu. Aklındaki sorular içini kemirirken bir çorba söylemiş hancıya. Çorbasını beklerken yolcu, içeri giren garip bir adam hancıya : ‘’Ölmedin mi?’’ diye sormuş. Merak etmiştim, kimdi bu adam ve hancıya neden bu soruyu sordu? Çorbasını yudumlarken hancıyı gözetliyordu.
Yolcu şaşkındı, sordu hancıya: ‘’Gelen kimdi; neden o soruyu sordu?’’ Hancı tebessüm ederek cevap verdi: ‘’O meczuptur, kimi deli der kimisi veli. Tanıyanlar göz göze gelmemeye çalışır ve cevap vermez çünkü ardından yığınla cevabı ve yığınla soruları vardır. Akıl ermez o sorulara, sır mıdır? Bilinmez.’’
Meczubun halini merak eden yolcu, hancıdan onun hakkında bilgi ister.
--İsmi yok mu bu Meczubun?
--Var Adem ama herkes onu Hâre olarak bilir. Soruları ve cevapları çok sert olduğu için ahali bu ismi O’na yakıştırmışlar.
--Adem mi; Âdem mi?
--Ne fark eder? Biri insan demek biri ölümlü demek!
--Çok şey fark eder. Adem yol demek Âdem yolcu demek.
--Senin bu Hare’den farkın yok galiba.
--Neden ‘Ölmedin mi’ diye sordu?
-- Herkese sorar ve o soruyla başlar konuşmaya. Cevap veren yanar, cevap vermesen tip tip bakıp geçer.
--Hikâyesi nedir Hâre’nin?
--Kimse tam bilmiyor. Çok zengindi bakmayın bu haline. Sonra bir yolculuğa çıktı. Yanında bir kişi vardı. 10 yıl sonra geri döndü. Ne malını bildi ne ailesini. Kimse anlam veremedi bu duruma…
İyice meraklanmıştı yolcu. İsmi, takılan ismi, hikâyesi, sorusu…
İstemeden de olsa kulak misafiri olmuş, konuşulanlar dikkatimi çekmişti. Gece uyumaya çalışırken sorularla kafam dolmuştu. Aradığım boşluğun içinde gezinirken başka bir boşluk tastamam aklımı oyuyordu. En nihayetinde uyumuşum. Uykuma da girmeyi başaran Hâre, bana da aynı soruyu sordu: ‘’Ölmedin mi?’’
--Ölemedim
--Bulmadın mı?
--Aramadım
--Görmedin mi
--Anlamadım
-- Görmesen de duymadın mı?
--Neyi görmeliydim ya da neyi duymalıydım?
--Kendini! Bir yol var önünde çatallanacak. Görebildiğin kadar yolda, duyabildiğin kadar doğrulukta kalacaksın. Ya çetin ya kolay olacak. Unutma sen seçersin. Ölmesen bulamazsın, bulmadan göremezsin, duymazsan hatırlamazsın…
Uyandığımda terlemiştim. Sabahın kızıl ışıkları namazın üzerimden geçtiğini söylüyordu. Bir taraftan rüyanın anlamını çözmeye çalışırken bir yandan odanın soğukluğu içime akıyordu. Bir yol var önümde, çatallanacak ve ben seçeceğim, seçtiklerimle kolay veya zor olacak!
Ilık bir duş alıp kahvaltı için hanın yemek bölümüne geçtim. Hâre’nin kapıdan çıktığını gördüm. Ardından onu takip etme ihtiyacı duydum. Heybesinden bir şeyler çıkartıp bir ağacın dibine bıraktı. Ne bıraktığına bakmak için hareketlendiğimde âmâ bir çocuğun yaklaştığını görüp tekrar saklandım. Âmâ çocuk Hâre’nin bıraktıklarını alınca çocuğu takip etmeye başladım. Çocuk bir barakada yaşıyormuş yaşlı yatalak bir ninesi varmış. Aklıma gördüğüm rüya geldi. Yol çatallanmıştı. Asıl gayem Hâre’yi izlemekken ben çocuğun peşine takılmayı seçmiştim. Hâre’nin gizli yapmak istediğine şahit olmuştum.
Düşündükçe pek te bana ilginç gelmiyordu. Normalde insani bir davranış ve bu davranışı ayan etmek istemeyen iyiliksever bir insan…
Karnımın acıktığını hissedip hana gidip yemek yemeye karar verdim. Çocuğa o kadar odaklanmıştım ki hangi yollardan gittiğimi fark edememiştim. Yollar sanki hep birbirine benziyordu, hangi yoldan geldiğimi bulmam neredeyse imkânsızdı. Zira bir yol başka bir yola ayrılıyor labirentte sıkışmış fare gibi dolanıyordum. İçimi bir ürperti sarmıştı. Seçim benimdi, çatallanan yollar, görmek, duymak, aramak bulmak… Gördüğüm rüya şimdi daha çok etkisi altına almış, fanusa sıkışmış balık gibiydim. Tıpkı Hâre’nin rüyada söyledikleri gibi:
’’ Bir yol var önünde çatallanacak. Görebildiğin kadar yolda, duyabildiğin kadar doğrulukta kalacaksın. Ya çetin ya kolay olacak. Unutma sen seçersin. Ölmesen bulamazsın, bulmadan göremezsin, duymazsan hatırlamazsın…’’
Çocuğu takip ederken gözlerimi kapatmışım meğer hangi yoldan geldiğimi görememiştim. Kulaklarımı açsaydım belki kuşların sesi, belki yaprak şırıltısıyla ‘bu yoldan geldim’ diyebilecektim. Tamam, anladım buraya kadar olanını da; ölmek ne ya? Bir yanda sorular bir yanda yolu bulma çabası bir yandan açlık!
Takatten kesilip bir ağacın dibinde az oturmaya karar verdim. Eylül soğuğu üşütmüyordu ya da hissetmiyordum. İçim geçmişti ki Meczup yine rüyama girmişti: ‘’Uyuma, seni öldürmeyen uykudur. ‘’ Titreyerek uyandığımda cüsseli bir köpek karşımda oturmuş beni seyrediyordu. İrkildim, koyun seslerinin arasından kepeneğiyle yaklaşan bir çoban gördüm.
Eliyle selam verdi. Selamını aldığımda çobanın dilsiz olduğunu fark ettim. Söylediklerimi duyuyor ama işaretle bir şeyler soruyordu. Kaybolduğumu ve yolumu nasıl bulacağımı hangi yolla anlatacaktım? Neyse ki aç olduğumu hatırladım. Çoban bir ateş yaktı. Ona göre zor olmayan bana göre zor olan ilkel bir yöntemle yaktığı ateşe bir de çobana baktım. Teknolojinin girmediği bir mekânda ömrünü böyle geçirmesi ona zor gelmiyor mu diye düşündüm? Çoban tebessümle yüzüme bakarak sanki içimi okumuşçasına başını sallayarak ‘’Hayır zor değil!’’ Der gibiydi. Heybesinden peynir, zeytin biraz da lavaşa benzer bir ekmek çıkartıp yere serdiği bezin üzerine koydu. Çoban ateşinde bir de çay yaptı meşakkatle. Yaktığı ateşin karşısına oturup bir şeyler yedik. Ateş ve ısıttığı çay içimi ısıtmıştı. Ne yapacağımı bilemeden çobana bakıyordum.
Çoban gözünü kırparak ne oldu ne bakıyorsun der gibi bir işarette bulundu… İki elimi yana açarak çaresiz olduğumu imlemeye çalıştım. Çoban eline bir sopa alarak yere yazmaya başladı. Oh dedim şükür anlaşmanın bir yolunu bulduk. Yazdığına bakınca yazmadığını şekil çizdiğini gördüm. Okuma yazması da yok dedim çizdiği şekil bir köprü ve ardından bir ağaç. Galiba gideceği yeri anlatıyor diye düşündüm. Bende bir sopa aldım elime ama neyi nasıl çizecektim ki ona anlatabilmeliydim; kaybolduğumu ve hana nasıl gideceğimi?
Ölmek, duymak, görmek! İyice bunalmıştım. İşaretle uyuyalım dedi ve ateşi söndürmememiz gerektiğini anlattı. İçimden keşke şu köpekte olan duyular bende olsaydı dedim.
Uyumaktan da çekiniyordum yine bir rüya göreceğim diye endişeleniyordum. Çoban çoktan uyumuştu. Ateşin sönmemesi için ateşi besliyordum. Anlamadan elimi yakmıştım. Acı bir taraftan canımı yakarken gözüm gökyüzüne takılmıştı, yıldızlar o kadar parlaktı ki gözlerimi onlardan alamıyordum. Bir taraftan ateşin çıkarttığı tatlı çıtırtı alevin, bir taraftan ışıl ışıl gökyüzü derinlerine daldırdı beni. Ateş ne kadar garip uzaklaşsan bu ayazda donarak ölüyorsun yakınlaşsan yanarak ölüyorsun. Bir sınırı var ne uzak olacaksın ne yakın. Hayatta öyle mi acaba? Aşk ateş mi çok yaklaşınca yanmaktasın uzak kalınca donmaktasın. Hangisi daha acı, hangisi hayati?
Ne kadar uyumak istemesem de gözlerim kapanıyordu. Yüzünü seçemediğim bir yoldaş ve sırtıma yüklediğim bir heybeyle yola koyulmuşuz. İlk yol ayrımında bana seslendi. ‘’Eğer bu yoldan geçmek istiyorsan heybendekini bırak!’’ Neyi bırakacağım diye sordum? Benlik yükünü diye cevap verdi. Bu yolda bir köprü var o yükle bu köprüden geçilmez dedi yüzünü seçemediğim yoldaş. ’Bu yük’ der demez omuzumun dürtülmesiyle gözlerimi açtığımda çoban yemeğe davet etti. Sabahın ilk ışıklarıyla yemeğimizi yedik ve yola koyulduk. Çaresiz çobanla yol almaktaydım.
Yol boyunca Çoban anlamadığım ses ve işaretlerle konuşuyor, kimi anlamsız bakıyor kimi başımla evet veya hayır diyordum. Çoban’ın kaş çatarak bakışları çoğunu anlamadığımı bana haykırıyordu. Alabildiğine düzlük, kırlaşmış bozkır ve ıslık çalan rüzgâr… Düşünüyordum çıktığım yolun anlamı artık siliniyordu kafamdan. Hedeften oldukça ırak, kaybolmuş çölde vaha arayan devesiz bedevi gibiydim.
Hayli yol aldıktan sonra bir çeşmeye vardık. Üzerinde: ‘’Zayi etme ziyan olursun’’ bir yazı ve sonunda da: ‘’Damla içinde damla daha derinde ara!’’ diye yazan son dikkatimi çekiyordu. Sır dalmak mı yoksa dalgın olmamak mı ya da derinde ne arayacaktım? Diye düşünürken Çoban, kulağı tırmalayan çığlıklarla az uzakta birine seslenerek adımlarını hızlandırdı. Köpeğine o kadar hâkimdi ki Süleyman Peygamber’in hayvanlarla konuşabildiğini hatırlatırcasına köpeği hemen itaat ediyordu. Yaklaştıkça aksakallı amcanın yüzü berraklaştı. O kadar güzel bir yüzü vardı ki sanki insanın içini okşuyordu.
Çobanla işaretle konuştuktan sonra bana döndü…
--Adem nere gidersin?
Diye sorunca şaşkın şaşkın yüzüne bakmaktan kendimi alamadım.
-- İsmimi nerden biliyorsunuz?
--Her yolcu ademdir her yol âdem.
Deyince, duraksadım. Tam soracaktım ki aksakallı amca söze girdi.
-- Ahmet kaybolduğunu yol aradığını söyler. Seni bana teslim etmek ister kabul eder misin benle yola çıkmaya?
--Hana gitmem lazım orayı bulabilir miyiz veya biliyor musunuz; beni götürür müsünüz?
--Elbette ama bir bedeli var!
--Neyse veririm ne kadar istiyorsunuz?
-- Bedel para değil! Ben konuşmadıkça konuşmayacak, aldığımız yolda sözüme uyacaksın.
--Peki, kabul ediyorum.
Çobanla vedalaşırken aksakallı: ’’Sağır değil konuştuğunu anlar, işaretle anlatma işaretin O’na yabancı!’’ Deyince Helallik istedim. Çoban elini kalbine götürerek helal ettiğini beyan ederek sarılıp vedalaştık.
Aksakallı biraz yürüdükten sonra: ‘’Bana Ahmer derler kıraç bozkırda gezgin olduğum için bu ismi yakıştırdılar sonra üzerime giydiğim hırkam gibi oldu. Zamanla saç ve sakalım beyazlaştıkça Ak Ahmer demeye başladılar. İsmimi dedem verdi asıl adım Üryan! Üryan çıplak demek, biz ne kadar giyinsek te, ne hakikat örtünür ne gerçek değişir. Yalan içinde yalanı yutarız sadece; gece güneşi göstermese de güneş yerinde durur. Kafanda sorular var ama soramıyorsun değil mi?’’ dedikten sonra yüzüme bakarak konuşmama müsaade etti.
--Evet, lakin size söz verdiğim için susmak zorunda hissettim kendimi.
--Sözün azı mananın fazlası evladır. Bir söyle pir söyle Adem dinliyorum!
--Bir çeşmede iki söz kafama takıldı.
--Hım?
--‘’ Zayi etme ziyan olursun; damla içinde damla daha derinde ara!’’ Ne demek; bir çeşmede neden bu yazar ki?
Tebessüm ederek yüzüme baktı. Yürümeye devam ederken güneşi işaret ederek:
--Handan ayrılırken güneşe baktın mı?
--Hayır!
--Eğer baksaydın güneş nerde diye, dönüş yönünü bulabilirdin.
-- Tamam da ne alaka?
--Alaka şu ki, güneşi zayi ettin vaktinde ziyan oldu; Güneş sadece ışık kaynağı değildir aynı zamanda aydınlatır. İşte o aydınlık içinde daha başka aydınlıklar var. Eğer damla içindekileri görebilseydin gördüklerinden daha fazlasını bulabilecektin. Aradın mı damla içinde ki damlayı?
Ne diyeceğimi bilemeden karışan kafamla yol almaya devam ederken bir yandan gördüğüm rüyaları anlatsam mı diye düşünürken. Bir ağaç dibinde dinlenmeye koyulduk. Güneş tepemizden geçmiş gölge boyuna göre öğle çoktan olmuştu. Bozuk saatin doğruyu ne zaman göstereceğini bilemesem de güneşle saati tahmin edebiliyordum. Ak Ahmer tekrar sessizliği bozarak yaşımı sordu.
Devamı sonra...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.