- 137 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Taş Bahçe (kısa bir öykü)
Zulme uğrayan, savaşların içinde kalan, şiddet gören ve gelecekleri mahvedilen, yaşamları çalınan yeryüzündeki tüm çocuklara… Ne hissettiklerini anlayabilmek adına...
***
Etrafı yüksek duvarlarla çevrili, zemini taş döşeli bir bahçenin merdivenlerinin basamaklarında oturan ergenlik çağlarına henüz yaklaşan bir erkek çocuğu ellerini yüzüne kapamış hıçkırıklara boğularak ağlıyordu. Ortalıkta kimsecikler yoktu ve çocuğun iç çekişleri her tarafı taş olan bu yerde yankılanıp tekrar kendi kulağına dönüyordu. Saatlerce ağladı hiç susmadan; kimsenin kendisini duymasını umarak falan değil, gerçekten ağlıyordu. İçindeki yenilmişlik ve aldatılmışlık duygusunun bir türlü üstesinden gelemiyordu. Sanki bütün yaşamını aldatarak elinden almışlar veya o farkında bile olmadan çalmışlardı; daha bu yaşında acıya doymuştu. Anlayamıyor, anlamlandıramıyordu bütün bu olan biteni. Bu taş bahçe kadar soğuk, katı ve anlamsız geliyordu yaşam denilen bu anlaşılmaz yolculuk; her yanı ağrıyordu ama bedenindeki ağrıyı unutup, zihnindeki asıl ağrıya yöneliyordu yeniden. Neden? diyordu kendi kendine, “Bu yaşananlar neden? Neden benim başıma geliyor?” Ama nedeni yoktu, bir şeyler birilerinin başına geliyordu. Ne yaptım, bunları hak ettim mi? diye düşünüyordu. Aslında bütün bu olanların hak edip etmemekle bir ilgisi olmadığını bilse, belki biraz daha rahatlayabilirdi, fakat o rahatlama da bir işe yarar mıydı?
Duvarın üzerine birkaç tane alakarga konmuştu, kendisini izliyorlarmış gibi hisse kapıldı; hem de pis pis sırıtarak bakıyorlardı. Yerlere bakındı, her taraf tertemizdi ama aradığı şeyi gördü; tabakalar halinde döşenmiş taşlardan birisinin ucu kırıktı, tırnaklarını takıp o küçük parçayı hınçla söktü ve kargalara doğru fırlattı; taş hiçbirisine değmedi ama kuşlar ötüşerek havalanıp uçup gittiler. Arkalarından o yaştaki bir çocuktan beklenemeyecek küfürler yağdırdı. Bahçenin diğer ucuna kadar yürüdü sonra dönüp gelerek merdivene oturdu yeniden. Ellerini geriye atıp yere koydu, kafasını göğe kaldırdı. Göklerin yaratıcısı, o koca mavi kubbeyi yaratan güç kendisini görmüyor muydu? O da mı yalnız bırakmıştı kendini? Bu nasıl bir işti, anlayamıyor, kavrayamıyor, çıkamıyordu işin içinden. Nereye varacaktı sonu?
Zayıf bedeni bu acıları kaldırabilecek durumda olmadığı gibi, ruhu da bedeninden daha çok inciniyor açılan yara derinlere doğru iniyor, kapanmadan, kabuk bağlayamadan üzerine yeni bir yara açılıyordu. Sırtındaki izler gibi bilincinin derinliklerindeki izler de her geçen gün biraz daha artıyordu. Karanlıkta yolunu şaşırmış, ne yana gittiğini bilmeyen bir yolcu gibi Dünya denen bu çilehanede zaman dolduruyordu. Daha bu yaşında bıkmıştı hayattan; hiç kimseye güvenemiyor, kimseyi sevemiyor, yalnızlaştıkça yalnızlaşıyordu. Birileri sürekli kalbini kırıyordu; çevresindeki çocuklar zayıflığıyla, çelimsizliğiyle alay ediyor; ciğerlerindeki hastalıktan dolayı kendisine ilgi gösterileceği yerde tam aksine evde sürekli dayak yiyor, küfürler ve hakaretler işitiyordu.
“Baş belası…”; bu lafı işitmekten artık bıkmış usanmıştı, bu söz ömrünü hastalığından daha çok yemiş, bir kurt gibi kemirmiş tüketmişti bütün direncini, mücadele gücünü. Kime ne yapmıştı, ne etmişti de baş belası olmuştu, kendisi mi istemişti bu Dünyaya gelmeyi? Kendisi mi seçmişti her şeyin böyle olmasını?
Sonra taş zeminde ayak sesleri duyuldu. Sesler gitgide yaklaşıyordu. Yüreği çarpmaya başladı; yine o tuhaf hayallerden daha doğrusu başkalarının öyle sandığı ama aslında onun için hiç de hayal falan olmayan; gayet gerçek, o eti kemiği çürüyüp dökülmekte olan varlıklardan birisi geliyordu. Boğazına çökene kadar yaklaşacak, o son ana kadar yine bunun kendi kafasında uydurduğu bir hayal olduğuna kendini inandırmaya çalışacak, göz göze burun buruna geldiklerinde gözleri, ölü gözleri görecek ve kendi gözlerini kapatacak, ardından o iğrenç kokuyu iliğine kadar duyacaktı. Ve sonra gözleri kapalı olduğu halde bembeyaz olduğunu bildiği, toprak bulaşmış buz gibi soğuk elleri boynunda duyumsayacaktı. İşte o zaman kendinden geçip bayılacaktı. Kendine geldiğindeyse, terden sırılsıklam olmuş halde yatan kendi vücudu da bir ölününki kadar soğumuş olacaktı.
Bu kez görmek istemiyordu, kendisini kandırmaya da uğraşmayacaktı; gelen bir hayal değil gerçekti. Hiç olmazsa görmeyecekti, gözlerini sımsıkı yumdu. İyice yumdu. Derin derin soluk almaya başladı, elleriyle kulaklarını kapadı, ayak seslerini de duymak istemiyordu.
Yine de duyuyordu, ellerini kulaklarına ne kadar bastırırsa bastırsın; sesler yaklaşıyordu. İyice yaklaştı, birazdan o iğrenç soluğu yüzünde duyumsayacaktı.
Ama yanılmıştı ve bu kez gelen Kayas’dı; bir kaç adımdan sonra “Aybars” diye seslendi arkasından. Onun sesini duyar duymaz, gözlerini açtı, tüm gövdesi gevşedi. Arkasına dönüp bakmadan “Ne var?” diye sordu sinirli bir ifade katarak sesine. Aslında sinirli falan değildi, hatta mutluluk duyuyordu şu an onun geldiğine. Dün tartışmışlardı ama şimdi belli etmese de arkadaşının boynuna sarılmak geliyordu içinden; fakat insan öyle anlaşılmaz bir varlıktır ki, en zor anlarında bile rol yapmayı, gerçek duygularını gizlemeyi becerir, ta ki bir gün bunları kendi isteğiyle açıkça ortaya dökme isteği duyana kadar.
Kayas, arkadaşının gözlerinden aşağıya akarak elbisesini sırılsıklam etmiş olan gözyaşlarını, kan çanağına dönmüş gözlerini görünce sesi titreyerek sordu;
– Neyin var, bir şey mi oldu Aybars?
– Yok bir şey, dedi öteki kızgınlıkla.
Arkadaşının kızgınlığına aslında bir anlam veremese de, sebebini henüz bilmediği üzüntüsünden dolayı böyle davrandığını düşünerek sesini çıkarmıyordu. Dün darılmıştı ama bu kadar ağlamasını gerektirecek bir durum değildi o, başka bir şey olmalıydı. Kayas bir süre ona baktıktan sonra yanına gidip oturdu. Elini omzuna doladığında, çocuğun canı yandığı için irkildi, çünkü omzunda alev alev yanan bir kızarıklık vardı. Fakat elinde olsa o kolun bütün bir ömür boyunca omzundan hiç inmemesini isterdi; ateşten olsa o kol yine de isterdi bunu, isterse omzunu ölene dek yaksaydı. Öyle yalnızdı ki ve o yalnızlık içinde öyle birikmiş, öyle etkiler bırakmıştı ki anlatılamazdı. Şu anda, omzundaki bu kol bedenindeki tüm gerilimi alıp kendi üzerinden taş zemine aktarıyordu sanki; ama biliyordu ki bu geçici mutluluk eninde sonunda bitecek, o da kendi gerçeğine dönecek, onunla baş başa kalacaktı. Herkesin bir gerçeği vardır ve bu da onun gerçeğiydi.
– Ne oldu anlat bana, dedi Kayas.
Çocuk yeniden hıçkırık krizine tutulmuşçasına ağlamaya başladı. Ağladı ağladı, susmak bilmiyordu; başını arkadaşının göğsüne koyup ağlamaya devam etti, bir şeyler söylemek istiyor ama hıçkırıkların arasında boğulup gidiyordu sesi. Sayıklama gibi bir şeyler duyuluyor ama anlaşılmıyordu. Arkadaşının bacağının üzerinden uzattığı eliyle taş zemini hınçla yumruklamaya başladı. Derin derin solumaya başladı sonra; bir deniz gibi dalgalanan sırtının inip kalkışını izliyordu Kayas.
– Tamam, dedi sonra; “İstersen sabaha kadar ağla. Ben buradayım ve ağlaman ne zaman biterse seni o zaman dinleyeceğim,” diye sürdürdü yaşının çok üstündeki bir olgunlukla.
Günlerce, haftalarca oturup konuştular o bahçede. Zaman akıp gitti…
O gün Kayas aynı taş bahçede oturmuş bu kez o arkadaşının gelmesini bekliyordu; bu konuşmalar Aybars’ın ruh dünyasında geçici de olsa bir gevşeme ve rahatlama sağlıyor, kendisini iyi hissetmesine yol açıyordu bir nebze de olsa. İnsanın içindekileri dışarıya dökmesi, o ağulu acıları boşaltması, kendi varlığının derinliklerine inip kendisini tanıması ve anlaması bazen yeni açılımlar sağlayabiliyordu kişiye. Kayas da birisine yardımcı olmanın verdiği mutluluğu yaşıyordu içinde, gerçek bir yardımdı bu; yaptığı, gerçekten zor bir durumda olan birisinin ellerinden tutmaktı. Suya düşmüş, yüzme bilmeyen birisine kıyıdan uzanarak ellerini tutup, onun batmamasını sağlamaktı. Ayak sesleri duydu, işte geliyordu. Sesler yakınlaştı.
Birkaç hafta önce, kimin geldiği konusunda Aybars’ın yanıldığı gibi bu kez de kendisi yanılıyordu. Arkasına dönüp baktı; gelen o değil, bir kız çocuğuydu. Kendisinden bir yaş küçük olan kızıl saçlı bu kız çocuğunun adı Elden’di ve arkadaşıydı o da; yıllar sonra ailesinin tüm baskısına rağmen kendisiyle evlenmeyi reddedecek olan arkadaşı. Şu anda ikisi de bilmiyordu elbette ki bunun yaşanacağını. Elden’in gözlerinden yaşlar süzüldüğünü fark eden Kayas ayağa kalktı;
– Ne oldu Elden? dedi.
Kız hıçkırıklara boğuldu. “Buraya giren herkes ağlamak zorunda galiba,” diye geçirdi içinden Kayas.
– Ne oldu söylesene, dedi tekrar.
– Aybars, dedi kızcağız güçlükle anlaşılan bir sesle. Gözünden burnundan ve ağzından akan sular birbirine karışıyordu artık.
– Ne olmuş Aybars’a? dedi Kayas.
– Öl… Öl... diyebildi ancak ağlamaktan kekeleyerek. Gerisi gelmedi.
Kayas’ın sırtından aşağıya doğru soğuk bir ürperti indi. Bir şeyler soracaktı soramadı. Hiçbir söz, hiçbir ses çıkmıyordu ağzından; konuşma yetisini yitirmiş gibiydi. İçine taş gibi bir şey oturdu, yutkunamıyordu bile. Elden’in orada olduğunu unutup yavaş yavaş kapıya doğru ilerledi; kız da arkasından onu izledi. Bundan sonra yıllar boyunca, bazı geceler rüyalarında bir kabirden, toprağın içinden çıkıp ayağına sarılan bir el görecekti. İnce zayıf bir el… Hiçbir ses duyulmayan ıssız bir mezarlığın içinde dolanıyordu; bir yerde durup etrafına bakınırken, birden ayağını tutuyordu o el; kurtulmaya çalışıyordu, ayağını sallıyordu ama olmuyordu. Öylesine gerçekti ki rüyasındaki el, tıpkı arkadaşının bahçede kendisine anlattığı; boğazına sarılan el kadar gerçekti. Kendisininki bir rüyaydı; zavallı Aybars ise gündüz gözüne görmüştü onları kim bilir ne kadar bir süre.
Rüyasındaki arkadaşının ince bacakları aşağıya doğru sarkıyordu, gözleri yuvalarından fırlamıştı sanki patlayacakmış gibi. Gözlerinin akı şişerek büyümüş, gözbebekleri ise küçülmüş iki siyah noktaya dönüşmüştü. Ağzı hafif aralıktı, kenarından bedeni gibi ince bir kan sızıyordu ve ince parmaklarının arasında Kayas’ın kendisine verdiği yom taşını sıkıyordu.
© Deniz Karakurt
İzinsiz paylaşılamaz. Kaynak belirtmeden alıntı yapılamaz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.