- 225 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Obezite Günlüğü 2
Kendimi bildim bileli hep iştahlı birisi olmuşumdur. Çocukluğumdan beri yemek ayırt etmem, şunu yemem bunu yemem demem, yemek hususunda nazlanmam. Önüme ne konulursa iştahla yerim. Zaten çocukluğumda yemek hususunda fazla da bir seçeneğim yoktu. Çünkü ailem oldukça yoksuldu. Köy mahremiyetinde bir yaşam sürüyorduk. Ama köyün avantajlarından hiçbirine sahip değildik. İneğimiz, koyunumuz yoktu. Bağımız, bahçemiz tarlamız da yoktu. Dedemin üç aydan üç aya aldığı emekli maaşıyla geçinmeye ve karnımızı doyurmaya çalışıyorduk. Annem ve babam boşanmışlar ve bizi terk etmişlerdi. Zor yıllardı. Bu zor yıllarda beslenmemiz de oldukça güçtü elbette. Beslenme rejimin tamamen bayat ekmeğe ve bulgura dayanıyordu. Yani bu durumda yemek seçmek ya da önüne konulan yemeği yememek aç kalmak anlamını taşıyordu.
Çay yalnızca sabah kahvaltısında ve misafir geldiğinde içilen bir içecekti. Sabah kahvaltısı menüsü ise her zaman sadeydi. Dedemin üç ayda bir veresiye ödediği bakkaldan alınan en ucuz ve en yağsız peynir, en ucuz zeytin ve bayat etmek. Kimi zaman dedem pekmez alırdı bu bakkaldan ve kimi zaman da margarin. Bunları katık ederdik ekmeğe. Yumurta elbette kahvaltı soframız için bir lükstü. Dedemin bakkaldan yumurta aldığını ya da babaannemin yumurta sipariş ettiğini pek hatırlamam. Babaannemin üç beş tavuğu vardı. Bu tavuklar yumurtlarsa o zaman kahvaltı soframıza yumurta gelirdi. O kadar iştahla yerdim ki o küçük yumurtayı. Tadı hala damağımda. Burada ironik bir durum söz konusu. Babaannemin tavukları bizim mutfak artıklarımızla beslenirdi. Ama mutfağımız zengin bir mutfak olmadığından tavuklarımız da bizim gibi yeterince beslenemiyorlardı ve yeterince beslenemedikleri içinde yeterince yumurtlayamıyorlardı. Hatta tavuklardan birinin bir gün kalsiyum eksikliğinden kabuksuz yumurta yumurtladığını bile görmüştüm.
Bayat ekmek hususunda bir sıkıntımız yoktu. Yaşadığımız ilçede bir ekmek fırını vardı. Bu fırının sahibi dedemin eski tanıdığıymış. Ayrıca dedem zamanında bu adam fırını açarken çok yardım etmiş. Adam bu ekmek fırınıyla almış yürümüş. Tabi dedem olduğu yerde saymış. Bu ekmek fırınında bayatlamış, satılmamış, üretim hatası olmuş ekmekleri biz alırdık. Normalde sonradan öğrendim bu bayatlamış ekmekleri hayvan yemi olarak satıyorlarmış. Dedem her defasında bu ekmek fırınından bayatlamış ekmekleri toplar gelirdi. Şimdi bayatlamış ekmeklerde elbette kategori kategori ayrılırdı. Şimdi ömrü boyunca taze ekmek yemiş birisi için bayat ekmek yalnızca bayat ekmektir. Ama ömrü boyunca bayat ekmek yemiş birisi için bayat ekmeğinde çeşitleri vardır. Örneğin bayatlıktan tahta gibi olmuş bayat ekmek, yeni bayatlamış bayat ekmek, tahta gibi olmamış ama sertlik yazanmış bayat ekmek. Henüz bayatlamış bayat ekmek, bayat ekmekler arasında taze sayılırdı. Elbette bu bayatlık meselesinin kışın bir çözümü de vardı. Sobanın üzerinde bayat ekmeği biraz bekletince yumuşacık oluyordu. Ama yazın kısmetinize düşen neyse onu yemek zorundaydınız. Bir de bu ekmek konusuyla ilgili yazmadan edemeyeceğim bir durum var. Bu bahsettiğim fırının sahibi ihtiyacı olmayan bayat ekmekleri dedeme elbette ücretsiz vermek istemezdi. Yoksulluk gerçekten de kötü bir şey, hiçbir yere sığamaz oluyor insan. Dedemi fırınında çalıştırırdı. Ekmek sevkiyatında görevlendirirdi. Fırının belli kısımlarını boyatırdı. Ayrıca bu fırıncının oğulları bu bayat ekmekleri dedeme vermemek için türlü işler yaparlardı. Halbuki kendi işlerine de yarayan bir ürün değildi bayat ekmek.
Çocukluğum ve ilk gençliğim beslenme yetersizliği ile geçti diyebilirim. Gelişim çağında vitamin ve mineral eksikliğim olduğunu toprak yeme isteği, tahta dişleme, bitkilerin odunsu kısımlarını dişleme isteği olmakla anladım. Tabi o zamanlar anlamıyordum, bu farkındalık sonradan oluştu. Yetersiz beslenen gençlerin maalesef algılama, anlama yetenekleri ve zihinleri de normal bir gelişim gösteremiyor. Okuduğumu anlayamıyordum mesela, bir matematik problemini ilk defasında asla çözemiyordum. Eğitim hayatımda umut vadeden ama daha çok çalışması gereken bir öğrenci oldum her zaman. Ancak anlamak için çok çalışmam gerekiyordu. Ayrıca insan ilişkilerimde anlama kapasitem düşük olduğu için pek gelişmiş sayılmazdı. İnsanları ya hiç anlamıyordum ya da yanlış anlıyordum. Çarpım tablosunu mesela asla ezberleyemedim. Yolları ve güzergahları aklımda tutamıyordum. İnsan isimlerini aklımda tutamıyordum. Mühim olan ya da olmayan hatırlamam gereken her ne varsa unutuyordum. Ancak çevremdeki insanlar bunun beslenme yetersizliğinden kaynaklandığından elbette habersizlerdi. Benim düşük kapasiteli bir insan olduğumu düşünüyorlardı. Bense beslenme açığımı kapatmak için bilinçsiz bir şekilde de olsa oburlaştıkça oburlaşıyordum. Yani etrafında yalnızca bayat ekmek ve bulgur pilavı gibi seçenekler vardı. Ben mesela ekmeksiz makarna yendiğini öğrendiğimde ergenlik çağımı çoktan tamamlamıştım. Zaten yetersiz beslenme dolayısıyla ergenlik çağına da yaşıtlarımdan daha geç girdim. Bu yoksulluk meselesiyle ilgili ailemi kesinlikle suçlamıyorum elbette. Zira onlar ellerinden geleni yaptılar ama olanaklar bunlardı işte. O sıralar yardım kuruluşları, dernekler, vakıflar ne yapıyordu bilmiyorum elbette. Keşke babam ve annem bizi terk ettiğinde bir yetimhaneye verilseydik belki daha düzenli bir beslenme rejimine sahip olurduk.
Çocukların ve gençlerin beslenmesinde hayvansal proteinin ne kadar önemli olduğu hem toplumca hem de bilim çevrelerince bilinir. Ancak et bizim mutfağımıza kurbandan kurbana girerdi. O da bizim kestiğimiz kurban değildi elbette. Çünkü kurban kesecek kadar varlıklı kimseler değildik. Birileri kurban kesip de akıllarına gelirsek ancak o zaman mutfağımıza et girerdi. Bu sebepten kurban bayramı sabahları bayat ekmek ve yağsız tuzsuz çökelek peyniriyle güzel bir kahvaltı bizleri beklerdi. Ancak genlikten midir, yokluktan yoksulluktan mıdır o kahvaltının da tadı hala damağımda.
Beslenme hususunda asıl çetin mevsim elbette kış mevsimiydi. Yazın pazarlarda ezilmiş, çürümeye yüz tutmuş meyve ve sebzeler daha ucuza satılır. Bu sebepten yazın yiyecek konusunda pek sıkıntı çekmezdik. Ama kışın bayat ekmek imparatorluğunun güzide takipçileriydik. Ben sahip olduğum oburluğun ve iştahın o yokluk yoksulluk yıllarına dayandığını düşünüyorum. Ancak yine bundan bahsettiğim bir yazımı internette okuyan bir diyetisyen doktor bunun yanlış bir düşünce olduğundan bahsetmişti. İştah ve oburluk yokluktan yoksulluktan değil varlıktan, bolluktan ve fazla gıda maddesi olmasından kaynaklanırmış. Ama benim hayatımda böyle bir şey söz konusu değildi. Hatta elimden geldiğince kendi çocuklarıma (sanırım birazda abartarak) her türlü gıda maddesini temin etmeye çalışıyorum. Ancak çocuklarım ne benim kadar iştahlı ne de benim kadar obur. Sanırım o bahsettiğim diyetisyen doktor ya beni yanlış anladı ya da anlamadı. Belki de bir şeyleri benden daha iyi bildiğini ispat etmek için öyle bir yorum yazdı. Tamam canım her şeyin en iyisini sen bil, ben yalnızca kilo vermek istiyorum.
Gelelim obeziteden kurtulma maceramın ilk gününe. Bu sabah erkenden uyandım. Akşamda bir şey yemediğimden midemde korkunç bir açlık hissediyordum. Akşamleyin yemek yemedim. Yalnızca bir iki bardak ayran içtim. Ayran beni şişirdi ve tok hissetmemi sağladı. Normalde böyle bir durumda hemen ekmeğe ve kahvaltılıklara abanırım. Ama bu sabah öyle yapmadım. Önce iki bardak su içtim. Aç karnına su içmek de ne kadar mide bulandırıcıymış, unutmuşum. Ardından balkona çıktım ve sabahın serin, temiz havasını ciğerlerime çektim. Sonra kendime kahvaltı sofrasında benim için zor da olsa bir kahvaltı tabağı hazırladım. Bir dilim ekmek, bir tane yumurta, birkaç tane zeytin ve bir dilim peynir. İşin en zor kısmı ise kuşkusuz şekersiz çaydı. Çünkü ben şekerli çayı en çok sabah kahvaltısında tüketirim. Tatsız tuzsuz bir kahvaltı da olsa kahvaltı tabağımı ve şekersiz çayımı bitirdim. Ardından iki bardak daha su içtim. Sabahleyin yemek ile işim bitti diye kendi kendime salık verdim. Aslında hiç ekmek tüketmemek gibi bir niyetim vardı. Ama sabah kahvaltısında da bir dilim ekmek yemek ilk gün için çok olmasa gerek diye düşündüm.
Obeziteden kurtulma hususunda bir diğer kararım şekerden özellikle çay ve kahveye attığım şekerden kurtulmaktı. Bugün bu kararımı titizlikle uyguladım. Kesinlikle içtiğim çaya ve kahveye şeker atmadım ve atmıyorum. Pek lezzetsiz geliyor bana ama bu şekilde devam edeceğim. Sonuçta bu obez halimin sorumluları benim yaşam boyunca edindiğim alışkanlıklarım. Alışkınlıklarım değişirse sonuçlar da değişir diye düşünüyorum. Üstelik bugün içtiğim kahveye beyazlatıcı-süt tozu da katmadım. Sade kahve olarak tükettim. İlk gün için iyi gidiyor ama önemli olan süreklilik bunu çok iyi biliyorum.
Şu sıralar dünyadan gelen haberler insan da pek iştah bırakmıyor da zaten. Gerçi bu durumda göreceli. Kimi insanın morali bozulduğu zaman yemeden içmeden kesilir, kimi insan ise morali bozulduğunda yemeye içmeye yönelir. Ben elbette bir obez olarak ikinci kısma giriyorum. Ne zaman canım sıkılsa, ne zaman moralim bozulsa daha fazla yerim. Keşke birinci kısma dahil olsaydım. Zira o zaman bendeki bu dert ve sıkıntıyla incecik ip gibi bir insan olurdum. Dünyadan gelen haberlere gelince elbette hepimizin ciğerlerini dağlayan İsrail zulmünden ve soykırımından bahsediyorum. Tüm dünyanın gözü önünde İsrail Ordusu masum sivilleri ve bebekleri vahşice ve hiçbir savaş hukukuna uymayan bir kanunsuzlukta katlediyor. Tüm dünya ise maalesef bu durumu yalnızca izliyor. Hatta bu vahim durumu destekleyenler bile var. Dünya nasıl böyle bir yer haline dönüştü anlamak mümkün değil. Yoksa hep böyle bir yerdi de bizler mi farkında değildik? Zamanında Bosna Hersek’te, Srebrenitsa’da medeni sandığımız Avrupa’nın gözünün içinde de soykırım yapılmadı mı? Aynı şekilde Karabağ’da ermeni işgalinde de Hocalı’da da aynı vahşet ve katliam yok muydu? Şimdi herkesin Çin’den çekindiği için sesini çıkaramadığı Doğu Türkistan’da da hala sistematik bir asimilasyon, işkence ve soykırım politikası uygulanmıyor mu? Myanmar’da tüm dünyada kendilerini sözde barışçı gösteren Budistler Müslümanlara soykırım yapmadılar mı? Hindistan’ın bazı bölgelerinde putperestler Müslümanlara saldırıp onları vahşice katletmediler mi? Yemen’de insanlar açlıktan öldürülmüyorlar mı? Medeni dünya bu mu? Medeni insanlık bu mu? Hepsi palavra. Muhtemelen tarih yaşadığımız bu dönemden vahşet, şiddet ve soykırımlar dönemi olarak bahsedecek. Elbette emperyalist güçlerin Afrika kıtasını komple yağmalamalarından aynı şekilde Amerika ve Avustralya’daki yerlileri sistematik bir şekilde yok etmelerinden uzun uzun bahsedecek değilim çünkü herkesin malumu bu. Yaşadığımız dönemde maalesef emperyalist batılı güçler kendilerine İslam Dinini ve Müslümanları düşman olarak belirlemiş durumda. Çünkü İslam Coğrafyasının toprak altı ve toprak üstü zenginlikleri iştahlarını kabartıyor.
Gerçek şu ki emperyalizm ve sömürgecilik, tarih boyunca birçok kıtanın ve devletin zenginliklerinin yağmalanmasına, halkların ve milletlerin maruz kaldığı soykırımlara neden oldu. Bu süreçleri ise, büyük ölçüde ekonomik, siyasi ve askeri üstünlük sağlama amacı güden ve bize medenilik masalları satan batılı güçler yaptı ve yapmakta. Afrika kıtası , özellikle 19. yüzyılın sonlarından itibaren Batılı emperyalist güçlerin hedefi haline geldi.. 1884-1885 Berlin Konferansı’nda Afrika, Avrupalı güçler arasında paylaştırıldı. Bu paylaşım, kıtanın yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin sömürülmesiyle sonuçlandı. Belçika Kralı II. Leopold, Kongo’da insanlık dışı uygulamalarıyla tanınır mesela. Kongo Serbest Devleti adı altında şahsi mülkü olarak yönettiği bu bölgede, kauçuk üretimini artırmak için yerli halk zorla çalıştırıldı ve işkenceye maruz kaldı. Bu süreçte milyonlarca Kongolu öldü veya sakat bırakıldı. Britanya İmparatorluğu, yani emperyalizmin, sömürgenin ve sömürgeciliğin babası İngiltere Güney Afrika’da da geniş çaplı sömürge faaliyetlerinde bulundu. Boer Savaşları sırasında Britanya, sivil halkı toplama kamplarına yerleştirerek yüz binlerce insanın hayatını mahvetti. Bu kamplarda sağlık koşulları son derece kötüydü ve binlerce kişi hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Amerika kıtası, Avrupalı sömürgeciler tarafından keşfedilmesinin ardından büyük çapta bir yağmaya ve soykırıma sahne oldu. İspanyol ve Portekizli kaşifler, Güney Amerika’da büyük uygarlıkları yok ederken, Kuzey Amerika’da İngiliz, Fransız ve Hollandalı sömürgeciler yerli halklara karşı sistematik soykırımlar gerçekleştirdi. Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesinin ardından İspanyol sömürgeciler, Aztek ve İnka İmparatorluklarını yıktı. Hernán Cortés ve Francisco Pizarro’nun liderlik ettiği bu fetihler sırasında milyonlarca yerli halk katledildi veya hastalıklar nedeniyle hayatını kaybetti. Yerli kültürler ve medeniyetler neredeyse tamamen yok edildi. Kuzey Amerika’da, Avrupalı yerleşimciler tarafından yerli Amerikalılara karşı yürütülen savaşlar ve zorunlu göçler, nüfusun büyük oranda azalmasına yol açtı. Özellikle Andrew Jackson döneminde gerçekleştirilen "Gözyaşı Yolu" (Trail of Tears) yürüyüşü sırasında binlerce Kızılderili hayatını kaybetti . Asya kıtası da sömürgeci güçlerin hedefi olmuştur. Britanya, Hindistan’da geniş bir imparatorluk kurarken, Hollandalılar Endonezya’da, Fransızlar ise Hindiçin’de (Vietnam, Laos, Kamboçya) sömürgecilik faaliyetlerinde bulundu. Britanya’nın Hindistan üzerindeki hakimiyeti, yerli halkın ekonomik ve sosyal yapısını derinden sarstı. 1857’deki Sepoy İsyanı sonrasında Britanya, Hindistan’ı doğrudan yönetmeye başladı. İsyanın bastırılması sırasında ve sonrasında binlerce Hintli öldürüldü. Ayrıca, Britanya’nın ekonomik politikaları nedeniyle sık sık yaşanan kıtlıklar milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Hollanda, Endonezya üzerindeki hakimiyetini pekiştirmek için yerel halkı zorla çalıştırarak ve ağır vergiler koyarak ekonomik sömürüde bulundu. Bu süreçte yerli halk büyük acılar çekti ve Hollandalıların baskıcı politikaları nedeniyle birçok isyan ve çatışma yaşandı.
Velhasıl-kelam kendini medeni olarak nitelendiren batı sömürgecilik, emperyalizm, işgalcilik, etnik temizlik ve soykırım hususlarında oldukça tecrübeli ve mahir. Terörü doğuran da, besleyen de bizzat kendi politikaları. Hatta İsrail Devleti kuran da kurduran da bizzat kendileri. Bir sahne kurmuşlar, bu sahnede istediklerini terörist, istediklerini mağdur ilan ediyorlar. İkinci Dünya Savaşında Adolf Hitler’i, Nazi Partisini kurduran da destekleyen de bizzat Avrupalı sermaye sahipleri ve emperyalistlerdi. Amaçları Almanya’nın Sovyet etkisiyle komünist olmasını engellemekti. Ama her zaman ki gibi yarattıkları canavar milyonlarca insanın ölmesine neden oldu. Ayrıca Nazi Almanya’sında öldürülen Yahudiler ne Vatikanın, ne İngiltere’nin, ne Fransa’nın ne de Rusya’nın umurundaydı. Ne zamanki Naziler Tüm Avrupa’yı istediler işte o zaman bu devletler savaşa dahil oldular. Nazi Almanya’ında Yahudilere uygulanan soykırıma göz yuman Avrupa Devletleri aynı soykırım üzerinden primde yaptılar, mağdur edebiyatıyla Ortadoğu petrollerini elde etmek için İsrail Devletini de kurdurdular. Şimdi aynı emperyalist güçler İslam Dinini düşman, Müslümanları terörist ilan edip masum sivilleri ve bebekleri de öldürtüyorlar. Aslında tüm mesele sömürü düzeni.
Böyle bir dünyada insan nasıl mutlu olabilir, nasıl huzurlu olabilir? Elbette cahil olursa. Bu emperyalist, sömürgeci devletler kendi halklarının bile cahil kalmasını isterler. Öyle ki insanlar cellatlarını kurtarıcı olarak görecek kadar cahilleştirilir. Öyle yapılmıştır ve öyle de yapılmaktadır.
Sanırım lafı yine fazla uzattım. Ama bunları yazmasam da olmazdı. İşte Obez bir yazarın Obezite Günlüğünde bunlar var. Acı ama gerçek. Bende isterdim pembe düşlerden bahsedeyim. Ama içinde yaşadığım çağ maalesef karanlık ve kan kırmızısı. Bebeklerin öldürüldüğü bir çağda pembe düşlerden nasıl bahsetsin yüreği ve ruhu olan bir yazar ya da şair?
(Görselin yazı ile bir ilgisi yoktur. Kendi çekimim bir fotoğraftır.)
YORUMLAR
Merhaba değerli hocam
Yürekten, samimi duygularla, sohbet üslubunda yazmışsınız
Kendi yoksunluklarınızdan insanlığın yoksunluklarına doğru gürül gürül akıp gittiğinizi gördüm
Evet emperyalistler her dönemde zalim, gaddar
İngilizler, Siyonistler, Çin, Rusya, Almanya, Hollanda, Fransa gibi ülkeler kadar perde arkası mahfiller, ki onlarda Siyonist, Mason alemdir genel olarak durmuyorlar
Son aylarda Gazze, Filistin bölgesinde olanlar iyice aleni hal aldı da, insanlığın temelli gözüne gözüne vuruyorlar da ecnebi ülkelerin halkları sokaklara dökülüyor, kendi devletlerini kınıyor, protesto ediyor
İslam alemi ise genelde bir alem, alakasız bambaşka bir dünya
İspanya'da bir heykel var; Müslüman, Hristiyan, Yahudi heykeli diyorlar
Müslüman secdede, Hristiyan onun sırtında yükseliyor, Yahudi de Hristiyan'ın omzunda dikilmiş ayakta
Sanırım beş yüz yıl önce Yahudilere zulmeden İspanyollar bu konuda yumuşak karınlarının bir nişanesiyle gönül borçlarını ödemekteler
Heykelin sergilendiği müzeyi gezen bir Yahudi iş adamına ne hissettiğini sorarlar, Yahudi en üstte dimdik ayakta verilmekte dediklerinde, öyle ama Müslüman bir ayağa kalkarsa hepimiz yıkılırız der Yahudi
İbretlik bir anekdot Müslüman toplumlar adına deme de dur şimdi
Ne ilginçtir ki, 2'inci dünya savaşı sırasında Yahudi kıyımının perde arkasında da Siyonizm var, savaş öncesinde dünyanın dört yanında, Amerika'da Rusya'da Avrupa'da Yahudi aleyhtarı bir ortam hazırlayanlar da bunlar
Nasıl olup da o kadar yıkıma uğrayıp iki sene sonra devlet sahibi olurlar, tozu dumanı birbirine katıp o kızılca kıyamette İsrail'i hizmete açarlar
Kuşkusuz İngiliz, Siyonist emekleri öne çıkar
Nihayet hocam
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Çalışmalarınızda başarılar, sağlık, huzur, bereket dolu bir ömür dilerim
Selam ve saygılarımla.