- 205 Okunma
- 0 Yorum
- 3 Beğeni
Lulu'ya Böyle Söyledim (Hâl Bildirimi 2)
Birbirlerine öpücük konduran kirpiklerimi aralıyor, dünya gözüyle bir daha bakıyorum. Gözlerimle yorumladığım varlığı beynimde süzgeçten geçiriyor, beynimdeki pencereleri gezdiriyorum. Her sokağın cihana açıldığı gibi her pencerenin âleme açıldığını düşünüyorum.
İçimde içsel bir toplu ikamet projesinin temelini atıyorum. Temellerden sonra koca bir bina inşa ediyorum. Demir, harc, tuğlalar. Dört başı mamur duvarlar, kapılar, eşik ve pencereler! Rengârenk camlar, kalın perdeler, tüller, şifon kumaştan elbiseler, kâğıttan insanlar, mürekkepten hayvanlar, merdivenler, çitler ve çimenler. Çok sesli bir apartman. İçsel ve bensel proje. İstimlak yok, iştirak yok, belediye harcı yok, yapı denetim, yüklenici firma yok, müteahhit yok, usta yok!
Toprağa ve içindeki cümle canlıya ihanet yok. Bu yoklar kumpanyasında sadece ben varım... İçim var, gök var, arz var, kaldırım var, ağaçlar ve kuşlar var, bulutlar ve yollar var. İçimin içimden gebe kalıp doğurduğu insanlar var. Öyle insanlar ki tepeden tırnağa ben. Öyle sesler ki cümlesi içimden peyda olan çoksesli koro. Böylece kaderin simetrisi bir şekilde bana ilişti ve bu koroyu yönetmek vazifem oldu. Pekâlâ çoğu zaman yönetemiyorum ama yönettiğim zaman ortaya harikulade şeyler çıkıyor.
Seslerin çığlıkları altında ne yapacağımı bazen bilemesem de kontrol mekanizması ben olduğum için bazı sesleri sessize almak zorunda kalıyorum. Adaletin tecelli etme bekleyişinde olan sesleri üzülerek sessize alıyorum. Tanrı’yı arayan sesleri. Allah ile meseleleri olan sesleri. Söz aramızda kalsın Teolojik buhranları, Monoteist çekişmeleri, Kader ve cilik tecellisi ile çıkmazını sessize almak zorunda kalıyorum.
Göğü ve tabaka tabaka katlarını, yedinci katın gizemini, oralara birileri gitmiş gibisine mış ile muş’larını çok konuşmadık mı? Göğü kutsayıp yeri unutmadık mı? Göğü yere indirmeyip gökte kendine yuva arayan ve kendinden geçercesine kanat çırpan hırçın ve asi bir kuş gibi değil miyiz?
Yeryüzünü konuşmak gerek yeryüzünü. Zehirlenen toprağı, çölleşen vadileri, sararan yeşilliği, kuruyan su gözlerini, çoraklaşan arazileri, ayağımızın bastığı yerleri konuşalım. Aklımız üç karış havada değil sonsuz fezada. Oradan hiçbir zaman bir şeylerin ve kimsenin inmediği fezada. Yön bulmada kuzey yıldızı ne ise ön bulmada vicdanımız peygamberimiz, toprak babamız su billur kokulu validemiz.
İşte böylece her canlı bir parça anne’dir. İnsan içinin annesi’dir. İnsan yalnızlığının biricik sahibidir. İsterse bunu içsel bir sermaye olarak görür ve bu fukaralıktan gâni bir sermaye ortaya çıkarır. Klasik bakış açısıyla yalnızlığın büyük kırılmalara neden olduğu, etkileşimin olmadığı yerde hüsranın başladığı var sayılır. Romantik bakış açısı kalabalıkların dışsallığına övgüler düzer. Oysa sosyal olan insanı budayan yegâne şey kalabalıktır. Çünkü kalabalık yüksek derecede kabalık ihtiva eder.
Kalabalıkta yalnızlığın hissi aidiyet yoksunluğu. Düşüncenin dar boğazı. İşte böyle durumlarda Muhteşem Yalnızlığa Sığınma Sanatı’nın sanatçısı olmasını bilmek gerekir. Küçük Britanya. Güneşin batmadığı bir boy insan ülkesi.
Sonracığıma; Hümanizm. İnsandan uzak kalıp insan kalma mücadelesi. İnsanı Tanrı’dan mim gibi ayıran beşeri denklem.
İçimdeki insanlara sığınıyorum. Bana atlas ipekten döşek, bulut pınarından yastık, sitare işlemeli gökkubbe yorgan ve birkaç asırlık uyku. Öyle uykular ki rüyalarda çeşit çeşit yaşanılası hayatlar, yolculuklar, henüz yazılmamış şarkılar, Sekizinci Nota’yı arayan notalar, tarih kitaplarında uyutulmuş ninniler, ölü diller, gerçek yalanlar, uydurulmuş masallar, ayfon rehaveti, mayada yüzdürülen üzüm salkımları, incir kokusu, ölüm iksiri nehre düşmüş de elde kalan o yaşam nefesi, ötelerin olmadığı ve zamanın labirent boyutsuzluğu.
İnsan ömrünün yaş dilimleri ile bir masada oturup yemek yemesin mi?
İçimdeki ince işçiliği biliyorsun Lulu.
Kendince kal kimseciklere benzeme.
Lulu’ya Böyle Söyledim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.