- 180 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çanakkale Mahşeri Üzerine
Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü ve Çanakkale Haftası yaklaşırken, Çanakkale Savaşı üzerine konuşmamak olmaz. Bundan yaklaşık on yıl önce okuduğum Mehmed Niyazi Bey’in kaleminden çıkmış olan “Çannakkale Mahşeri” isimli eser benim Çanakkale hakkında detaylı olarak okuduğum ilk eserdi. Bu eser vasıtası ile Çanakkale savaşının bizim için ne kadar önemli olduğunu öğrenmiş oldum. Alışkanlığım olduğu üzere; okuduğum kitaplardan kısa kısa notlar tutmaya gayret ederim. Adı geçen eserle ilgili yıllar öncesinden tuttuğum notlardan yola çıkarak kaleme aldığım yazımı, siz sevgili okurlarımızla da 18 Mart 2012 Çanakkale Zaferi’nin 97. yıldönümünde fayadalı olacağını ümid ederek paylaşmaya karar verdim. Bu vesile ile “Çanakkale Mahşeri” isimli eseri kaleme aldığı ve insanlığın hizmetine sunduğu için sayın Mehmed NİYAZİ Bey’e teşekkürlerimi sunuyor ve Allah’ın kendisinden razı olmasını diliyorum. Ayrıca herkese, özellikle talebe (öğrenci) kardeşlerime bu eseri mutlaka okumalarını tavsiye ediyorum.
Asırlar boyunca İslamiyet’e beşiklik etmiş; Hakk’ın ve adaletin yayılması için zaferden zafere koşmuş; çıktığı bu yolculukta gözünü kırpmadan nice erleri şehit düşmüş, nice analar-babalar yavrusuz, nice gelinler kocasız, nice yavrular yetim kalmıştı. Bunca mücadelelere rağmen, Türk Milleti ve Peygamber (s.a.v) Ümmeti yok olma durumuna gelmemişti.
Bu seferki savaş başka idi. Bu savaş bir milletin ve bir ümmetin tarih sahnesinden silinmesi ya da ilelebet silinmemek üzere altın harflerle yazılma mücadelesi idi.
Yok olma ya da kıyamete dek var olma mücadelesi…
Türkler dünyanın en gelişmiş silahlarına, en modern ordularına ve en güçlü devletlerine karşı, kanının son damlasına kadar direnmekte kararlı idi.
Asırlarca birçok milleti dil, din, ırk gözetmeksizin idare eden Osmanlı Devleti’nin evlatları; “Ölürsem şehit, kalırsam gazi” anlayışı ile koca dünyaya kafa tutuyordu. Toplara, güllelere, taramalı tüfeklere karşı zaman zaman taşlarla, sopalarla, süngülerle karşılık veriyorlardı. Düşmanlara karşı tek avantajları vardı; O da İMANLARI. Çünkü Allah gerçekten inananların yanında idi.
Evet mahşeri andıran savaşın adı Çanakkale idi.
Hamilton’un kulaklarında, Lort Kitchener’in; “Çanakkale Boğazı geçilinceye kadar, mecbur kalınmadığı sürece kara kuvvetlerimizin savaşa iştiraklarını savunma konseyimiz uygun görmemektedir.” Sözü çınlıyordu. Müttefikler, boğaz zırhlı gemiler tarafından bombalanmak sureti ile paramparça edilmeden gerilla savaşına girmekten çekiniyorlardı. Türk askerlerinin gerilla savaşında yenilmelerinin çok güç olduğunun farkında idiler. İyide Hamilton’un kulaklarında niçin bu söz çınlıyordu? Nedeni şu: Amiral De Robeck donanmanın başında idi. Şayet karaya asker çıkarmadan boğazı geçerlerse, zaferde kendisinin payının az olacağını düşünüyor, dolayısı ile zaferin adının De robeck olmasını istemiyordu.
Türk tarafı da müttefiklerin kolay kolay karadan çıkarma yapmayacaklarını tahmin ediyor, ona göre hazırlıklarını sürdürüyorlardı. 5. Ordu Komutanı Liman Von Sanders; “Deniz çıkarması kaygan olur. Düşman harekat sırasında beklenmedik yerden vurabilir.” diyerek, düşmanın deniz tarafından saldıracağını vurguluyor, ölümcül darbeyi ise Saroz’dan bekliyordu. Esat Paş ise ölümcül darbenin Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale tarafından geleceğini düşünüyordu. Eğer müttefikler beklenmedik bir anda buralardan saldırırlarsa işler çok güç olabilirdi. O yüzden takviye kuvvetlerle Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale bölgeleri güçlendirildi.
Bu arada müttefikler, Osmanlı topraklarında geçerli olmak üzere “Bank Of New South Woles” yetkililerince imzalanmış açık çek yazmış ve paralar bastırmışlardı. Türk askerleri bunların bir bölümünü ele geçirmiş ve komutanlarının bulunduğu kısma getirmişlerdi. Esat Paşa paraları görünce “Bunlar kendilerinden ne kadar da eminler” demekten kendini alamıyordu. Zaferin Allah’ın izni ile kendilerinin olacağına tüm kalbi ile inandığı için bu hadiseye pekte ehemmiyet vermek istemiyordu.
Müttefikler, Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale’den saldırıya başladı. İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Kaynıyor kum gibi ahkamı beşer / Mahşer mi bu, hakikat mahşer.” Dizelerinde anlattığı gibi ortalık mahşeri andırıyordu. Bombalar patlıyor, kollar, bacaklar havada uçuyor, her iki tarafta sayısız kayıplar veriyordu. Savaş akşam saatlerinde duruluyor, şafakla beraber yeniden hız kazanıyordu.
Savaşın durgunlaştığı sırada medreseli askerler kendi aralarında konuşurlarken birisi; bir şeyh efendi : “ Gönül neler ister, kader ona bakıp güler.” dermiş, dedi. Gerçektende öyle. Medreseyi bitirince her birimiz birer müderris olacak, geleceğimiz için yeni nesiller yetiştirecektik, fakat şimdi savaşın tam ortasındayız. Kader gülsün bakalım halimize, ne kadar gülecek…
Hamilton savaş sırasında günlük tutmuş “yazılanların faydalı olması, doğru olmasına bağlıdır” düsturu ile yazıyordu. “Üç türlü savaş vardır; askeri, ekonomik, ve sosyal savaş. Çağımızın ekonomik zaferinin birinci şartı, İstanbul’u Türklerden almaktır. Her ne pahasına olursa olsun, İstanbul’u Türklerden alacağız…” şeklinde düşüncelere dalıp yazıyordu. Bilmediği hususlar vardı. İstanbul Belde-i Tayyibelerdendi (Güzel Beldeler). Peygamberimiz (s.a.v) İstanbul’u mi’racta görmüş, güzelliğine hayran kalmış ve bu şehrin İslam beldesi olması için “Kostantiniyye elbet bir gün fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu feheden asker ne güzel askerdir” diye iltifatta bulunmuş; bu iltifata mazhar olabilmek için, Cihan Devleti’nin Padişahı ve Komutanı Fatih Sultan Mehmed Han da ordularıyla bu güzel beldeyi fethetmişti. İstanbul artık bir İslam beldesi idi. İnşallah kıyamete kadarda öyle kalacaktı. Hamilton bu bilgi ve inanıştan mahrum olduğu için gerçekleşmeyecek hayallerin peşinden koşuyordu.
Savaş bütün şiddeti ile devam ederken müttefiklerin ortaklarından Rusya iç karışıklıklarla uğraşıyordu. Nihayetinde Çarlık rejimi devrilerek, yerine Komünizm rejimi gelmek suretiyle Rusya savaştan çekilmek zorunda kaldı. Bu durum müttefikleri sıkıntıya sokarken, Türkler için Allah’ın bir lütfu olarak sevindiriciydi.
Akşam sularında medreseli bir er arkadaşlarına hitaben; “Kardeşlerim, kaderden kaçılmaz. Vadesi dolan bir insan, düz yolda yürürken düşer, paslı bir çivi bir tarafına batar, tetenoz olur ve ölür. Birçok arkadaşımızla ilk günden beri buradayız. Sayısız kereler hücüm ettik; sayısız kereler hücuma uğradık; mertebemize bir türlü eremedik. Ama cepheye intikal edipte, ilk kurşunla mertebesine eren kardeşlerimiz olmuştur. Az yaşasak, çok yaşasak ne olur? En uzun ömür için bile <<göz açıp kapayıncaya kadar geçti>> denmiyor mu? Hayatı frenliyemiyor, her geçen gün ölüme bir adım daha atmıyor muyuz? Ezelden ebede akan zaman içinde on yılın, yüz yılın ne önemi var? Bu korkunç zaman diliminde en uzun insan ömrü, dört saat içinde doğup, büyüyen ve ölen su sineklerinin ömrü gibidir. Allah ve Peygamber uğruna ölmek ne güzel şeydir. Rabb’im bunu ancak sevgili kullarına bahşeder…” diye anlatarak moral vermeye çalışıyordu.
Müttefikler aniden saldırıya geçtiler. Ortalık yine kızıla boyanmaya başladı. İki tarafta inanılmaz kayıplar veriyor; arkadan gelenler sanki kimse ölmemiş gibi birbirlerine saldırıyordu. Bu arbedede cesetlerin ve yaralıların ortasında kalan bir erin yüreği, yaralıların “Su! Su!” diye inlemeleri ile alev alev yanıyordu. Bu alevden kurtulmak için, başını göğe kaldırıp; bakışlarını alabildiğine derinleşmiş gökyüzüne, avuç avuç serpilmiş yıldızlara çevirerek; “Samanyoluda neyin nesi idi? Binlerce yıldan beri devam eden bu nizama akıl-sır erer mi idi? Belirsizliklerle dolu bu alemde Rabb’imize sığınmaktan başka çare var mı idi? ” diye düşüncelere dalıyordu.
Çevresinde bir bir şehit olan erleri gören bir çavuş; “Bu savaş alanı kim bilir ne ana-baba kuzularına mezar olmuştur! Neylersin ki tarih Kabil’den beri kanla besleniyor…” düşüncesi ile içini çekiyordu. “Şehitler bu dünyaya bir daha gelseler yine şehit olmak isterler” Hadis-i Şerifi kulaktan kulağa dolaşıyor; erler “Siz de duydunuz mu?” der gibi bir birleriyle bakışıyorlardıydı. Savaşın başladığı günden bu ana dek, binlerce er gözünü kırpmadan canını vermişti. Şehitler, şehadet şerbetini içerken, Canab-ı Hakk’ın cemalini müşahede ederler. Buyüzden olsa gerek ki Rasül-ü Ekrem Efendimiz (s.a.v) yukarıdaki mübarek hadislerini zikretmiştir. Esasında bir mülümanın nihayi hedefi zaten Canab-ı Hakk’ın Cemali ile müşerref olmak değil midir?
Askerler fırsat buldukça yakınlarına mektuplar yazıyor/yazdırtıyor, hem savaş ile hem de kendi durumları ile alakalı bilgiler veriyorlardı. Bir er müderris olan dedesine “Dedeciğim sık sık << iki yüz yıl önce ilmi ve tekniği batıya kaptırdık felaketlerimiz başladı>> der, ilave ederdiniz << dünya tarihinde bu kadar güçlü düşmanlara karşı böyle uzun süre dayanıldığı görülmemiştir…>>” diye yazıyor, sıkıntının ne zaman ve niçin başladığını düşünüyordu.
Müttefikler yeniden hücuma geçtiler. Toplar, şarapneller patlıyor, tabyalar yıkılıyor, nice genç fidanlar toprağa devriliyordu. Bir doktor o fidanların arasında ruhunu henüz teslim etmemiş olanlara tıbbı müdahelede bulunuyor; hayatta kalmaları için elinden gelen tüm gayreti gösteriyordu. Bir taraftan da “Devlet-i ebet müddet sona eriyor; İslam diyarından doğup, yüz yıllarca insanlığı aydınlatan güneş batıyor; milletin, ümmetin hali ne olacak? Ah bu güneş batmasa…” diye aklından geçirirken; gönülleri coşturan Davudi bir ses ortalıkta çınlıyordu: “YETİŞ YA MUHAMMED (A.S) KİTABIN GİDİYOR! ” Bu öyle bir sesti ki duyan her er gayrete geliyordu. Vehip Paşa’nın ; “Bir kürek toprak, bir damla kan kazandırır.” Sözüde siper kazan erlerin gücüne güç katıyor; insan üstü bir güçle direniliyordu.
İki tarafta inanılmaz kayıplar vermişti. Artık ne müttefiklerin ne de Türklerin savaşacak takatleri kalmıştı. Ne olur ne olmaz diye iki tarafta tedbiri elden bırakmıyor, gelebilecek saldırılara karşı tetikte bekliyorlardı. Yeni bir saldırının olmayışı iki tarafın askerlerini bir birine yakınlaştırmıştı. Müttefik askerleri “Coni Türk” diye sesleniyor, zaman zaman Türk siperlerine çikolata, konserve fırlatıyorlardı. Türklerde “Hey Mister” diye seslenerek memnuniyetlerini ifade ediyorlardı. Müttefik askerlerin çoğu sömürülen devletlerin insanları idi. Ne uğruna savaştıklarını da bilmiyorlardı. Buyüzden Türklerle yakınlaşmaları normaldi. Türklerde onların bu durumunu bildiklerinden tedbiri elden bırakmamakla beraber, onlara yakınlık gösteriyordu…
Müttefikler var güçleri ile yaptıkları bunca saldırılarına rağmen Türk tarafının mukavamatını kıramamıştı. General Stopford, Türklerin göstermiş olduğu gayretin kendi orduları tarafından gösterilmediğini şu cümlelerle rapor ediyordu: “Askerler hücum, hatta savunma ruhuna bile sahip değiller. Ağır bombardıman veya tüfek atışı karşısında, komutanları tarafından ne kadar zorlansalar da ilerlemiyorlar. Hücum için atılganlık göstermedikleri gibi, en basit düşman saldırısında ters yüz dönüp, uzun süre ricat ediyorlar. Hatta askerlerin bir kısmı da sağda solda geziniyorlar…” Raporu okuyan Hamilton “Baş komutan çaresizliği gerçekten acı oluyormuş.” Diye düşünürken not defterine; “Evet, insan ruhunu yenmek gerçekten mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bugün bin sekiz yüz şarapnel attık; on binlerce piyade mermisi yaktık. Aylardan beri savaş gemilerimiz mevzileri bombalıyorlar. Son derece hırpalanmış Türkleri canab-ı Allahlarından ayırmak için başka ne yapılabilir?... ” diye yazmak sureti ile acziyetini itiraf ediyordu. Hamilton’un aklı ve kalbi iman gerçeğini kabullenmediği için, savaşın sonunda zaferin kendilerinin olacağını ve isminin tarihe altın harflerle yazılacağını ümid ediyordu. Türklerden ise nice erler şehadet şerbetini içerek Türk-İslam tarihine altın harflerle isimsiz kahramanlar olarak kazındı.
Esat Paşa siperleri dolaşıyor; “Ey Rabb’im bize güç ver; milletçe ve ümmetçe silinmeyelim. Yüz binlerce evladımızın kanı boşa akmamış olsun” Yakarışını dudaklarından düşürmüyordu.
Çanakkale ahalisi mahalle kahvehanesinde oturmuşlar bir yaşlı amcanın pilevne hatıralarını dinliyorlardı. Yaşlı amca, Gazi Osman Paşa’nın; “Evlatlarım korkmayın; atılan mermide adınız yazılı değilse, o size vurmaz; yazılı ise fare deliğinde de olsanız gelir sizi bulur.” sözünü naklederken, esasında Türk askerinin mukavemet gücünün nereden geldiğini vurguluyordu.
Müttefikler iyice tükenmişlerdi. Monro: “Aylardan beri bunca emekle iki yüz elli üç bin kayıpla elde edilen hiçbir şey yok.” Diye düşünürken şöyle mırıldanıyordu: “Hiçbir beşeri güç sınırsız değildir.” Bu söz adeta müttefiklerce yenilginin kabülü ve savaşın sona ermesinin işareti idi.
Monro gelinen noktada Churchill’e kızıyordu: “Fazla ihtiras insanda değil kurnazlık, sıradan bir kişideki kadar akıl bile bırakmıyor. Talihten medet umacağımıza, tedbiri elden bırakmamalı idik” diye zihninden geçirirken savaşın artık resmen bittiğini vurguluyordu.
Artık savaş bitmişti. Savaşın ardından; Türk Birlikleri 5. Ordu Kumandanı Mareşal Liman Von Sanders duygularını şu cümlelerle ifade ediyordu: “Bir asker için mutluluk denen bir şey varsa, o da Türklerle omuz omuza savaşmaktır diyebilirim,. Fakir insanlardı; buğday kırığından yapılmış çorba en önemli yemekleri idi; sağlıklısız su içerlerdi; çamur barınaklarda yatarlardı; fakat en modern silah ve araçlarla donanmış düşmanlarına karşı aslanlar gibi savaşırlardı… Bu insanların kalplerinde sadece ve sadece ulvi bir vatan sevgisi vardı. Ölümüne bu kadar gülümseyerek giden başka bir millet ferdi daha görmedim.”
Türkler isimsiz kahramanların, iman erlerinin göstermiş olduğu büyük mukavemet ve mücadelenin ardından zafere ulaştı. İslam Güneşi batmadı. Bir millet ve ümmet tarih sahnesinden silinmedi. Hatta tarihe altın harflerle yazılacak yeni bir zafer daha ekledi.
Allah’a güvenen, İslam’a sarılan, Peygamber’in (s.a.v), Sahabenin ve İslam Alimlerinin yaşantısını kendisine örnek alıp, onlar gibi yaşamaya çalışan bu millet ve bu ümmet kıyamete kadar tarih sahnesinden Allah’ın izni ile silinmeyecektir.
Bu yazıyı okuyan sevgili kardeşim, ÇANAKKALE BÖYLE GEÇİLEMEDİ!
Yusuf Akkaya
Not: Gençlik yıllarımın başlarında yazmıştım bu yazıyı. Eksikleri çok olsa da paylaşmak istedim….
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.