- 213 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
BU NE LAN!
BU NE LAN
İnsanlık tarihinde uygarlığın yayılmasına en büyük katkı nedir diye bir soru sorsak; belki hepimiz farklı farklı cevaplar verebiliriz. Ateşin nerede kontrol altına alınıp insanlığın hayrına nerede kullanılmaya başladığından tutunda, yazının, temel beslenme araç ve maddelerinin bulunmasına kadar gider bu konu.
Belli bir zaman sonra yerleşik düzene geçen, avcı ve toplayıcı toplumlar, doğal sınırlarla adeta birbirlerinden ayrılmış bir durumdaydı. O zamanki insanın yolunu kesen yüksek ve sıra dağlar ayrı ayrı dil ve kültür topluluklarını oluşturmuştu. O devrin şartlarına göre yaşayanların iletişim haberleşme, etkileşim ve etkileme imkanları sınırlıydı. Atın insanlar tarafından evcilleştirilmesi sonucunda ulaşım, taşıma veya taşınma imkanlarında hız mefhumu gündeme gelmişti. Ateş gibi at sayesinde de uygarlık bir kat daha gelişip o zamanki coğrafyada geniş bir alana yayılmıştır.
Büyük devletlerin kurulup yayılmasında atın önemi çoktur. At insanın mükellef olduğu yüklerin büyük kısmını üstüne almıştır. Özür dileyerek yük konusunda bulundukları coğrafyaya göre, hamallık işlerinin büyük kısmını çöllerde develere, düz ve sert topraklarla dağlık kesimlerde bu yük taşıma şerefi eşeklere verilmiştir. Hatta eşekler bu işi o kadar ileri götürmüşler ki uygun yolu bulan diplomasız yol mühendisi olarak halk arasında haklı bir üne sahip olmuşlar. Neyse biz eşeklerin önüne ot atıp, saman dökelim; onlar yer iken biz de yolumuza devam edelim.
Uygarlık ilerledikçe artık insanlar bilgi ve bilek gücü olarak güçlü olanların ya hegemonyasına girip, güçlü olanın içinde eriyerek yok olmuştur, ya da tasını tarağını toplayıp başka yerlere giderek; kendinden zayıf olanların ülkelerinde hakimiyet kurmuşturlar. O meşhur Roma’nın akibeti böyle Orta Asya’dan gelen Hunlar ve Avarların yerinden iterek ileri sürdüğü Gotlar, Vizigotlar, Vandallar ile O koskoca Batı Roma, çöküp gitti.
Göçler, bir bölgede oluşan ve orada zayıf bir şekilde devam eden kültürel ve bilimsel gelişmeleri çok etkilemiştir. Tarihin her devrinde Doğudan Batıya bir hareket olmuştur. Okul kitaplarından öğrendiğimiz “Kavimler Göçü” Orta Asya’dan uygarlığın yayıldığını belgeler. Çoğalan ya da baskı altında olan insanlar, başka coğrafyalara giderek; yeni uygarlıklar oluşturmuşlardır. Bizim bildiğimiz ilk göçler Orta Asya’dan başlayıp dört bir yana yayılan insanlardır. Sümerler, Ön Asya’ya gelmişler Fırat ve Dicle nehirleri arasında yerleşip, değişik uygarlıklar kurmuşlardır. Bunun gibi Hindistan’da İndus ve Ganj nehirleri, Çin’de Gökırmak ve Sarı Irmak boyları, İdil - Volga, Tuna ve diğer nehir kıyıları bu tür gelişmelere ön ayak olmuştur.
Büyük ve ağır yüklerin taşıma görevinin deve ve eşeklerden (itirazlarına kulak kapatılarak) alınıp, motorlu taşıtlara, kamyon ve tırlara, gemi, tren ve uçaklara verilmesine rağmen göçler yine olmaktadır. Bu seferki göçler ile tarihte olmuş olan göçlerin arasında en büyük özellikler açlık, işsizlik, adalet paylaşımı, refah ve idari alanda eşit olmayan bölüşüm, yoksulluk, eğitimde ve uygar yaşam seviyesinde eşit şekilde olmadığından gelmektedir.
Bu haksızlıklar, saltanatların ve diktatörlerin baskıcı sonucunda tutulmaya çalışılmış ama iletişim ve haberleşme araçlarının gelişmesiyle; insanlar, yaygın bir şekilde etkileşime girmişlerdir: Bunun neticesinde iki büyük Dünya savaşı patlak vermiştir. Bu dünya savaşlarının sonucunda bazı devletler silah gücünü elinde tutarak, yoksul devletlerin topraklarını ve insanlarını sömürerek kültür, anadillerini ve inançlarını yok etmişlerdir.
İngiltere, Fransa, İspanya gibi sömürge ülkelerine Amerika Birleşik Devletleri ve insanların eşitliğini ve işçi haklarını savunan Sosyalizmi kullanarak Sovyet Rusya ve Kızıl Çin, yeni biçim sömürge ülkesi olarak insanlığı adeta tehdit eder duruma gelmiştir. Sovyetler Birliği tarih sahnesinden çekildikten sonra oralardan gelen insanların, bu adı geçen idare sisteminden ne acılar içinde olduğunu duyduk. Kızıl Çin, sömürgesi olan Doğu Türkistan’da kurduğu baskı ve insanlık dışı idaresi ile Doğu Türkistan Türklerine ne büyük işkenceler ile asimile etmeye çalıştığı her gün basın yayın ve medyada yer almaktadır. Yaptığı zulümlerin ve işkencelerin duyulmasını engelleyip, yasaklayan Kızıl Çin, adeta insanlık suçu işlemektedir.
Ellerinde tuttukları silah gücüyle ve bilimi emperyalist amaçlarına göre kullanıp yoksul ülkeleri açlık sınırının altında bırakıp, oraların idaresini o toprakların çocuklarından oluşturduğu; beyinleri, gönülleri, akılları kendilerine bağlı mutlu azınlık teşkil ederek idare etmektedirler. Seçtikleri, tayin ettikleri bu mutlu azınlıktaki insanlardan bazıları, güya onlara biraz başlarını kaldıracak olurlarsa; görevi başkasına verip göstermelik bir darbe ile gelenlere, darp edilip makamından uzaklaştırılanları yargılayıp; ölü veya nadiren de diri olarak siyasi arenadan çekiyorlar. Yoksul ülkelerin biz de dahil yakın tarihlerine baktığınızda bu tür siyasi çalkantıları görürsünüz.
Göçler sayesinde bilim ve teknik bilgiler, kültürel ve inanç öğeleri, sosyolojik, hukuk eğitim, ticaret alanında alışverişler olabilir. Farklılaşma, ötekileştirme olduğu gibi karşı taraftan alınan birçok öğelerde olabilir. Hıristiyanlarla birlikte olduğumuz dönemlerde; onların yumurta bayramı bizlere de Nisan ayında yumurta boyama olarak zayıfta olsa geçmiştir.
Bundan otuz sene önce Almanya’da iş imkanı çok, para kazanmak mümkün diye işittik. 1961’de yapılan anlaşmaya göre Türkler, ücretli işçi olarak ilk defa başka bir ülkeye büyük bir miktarda toplu olarak binlerce yiğidi en az üç defa doktor kontrolünden geçirildikten sonra işgücünü “Misafir İşçi - Gastarbeiter” diye trenlerle, uçaklarla gönderdiler. Başlangıçta halk bu işçi göndermeye karşıydı, fakat, gönderilen Alman Markının alım gücünün etkisini ve yetkisini gören yoksul halk ve daha başka yerleri görüp tanımak isteyenler, bu işle görevli olan İşçi Bulma Kurumuna adeta hücüm ettiler. Ben de askerlikten sonra işsiz kalmıştım. Sanat okulunu bitirmiştim ama mesleğime uygun bir iş bulamadım.
Bir bizim şehirde cuma namazına gitmiştim. Orta yaşın üstünde bir imam, Allah var o kadar güzel vaaz edip cennet tasvirleri anlattı. Çok sevindim. Sağımda solumda namaza duranların çorapsız ayaklarına, ayak demek için bin şahit gerekiyordu. Ayaklar hem nasırlı, hem de her tarafı çizik çizik görünüyordu. Önemdekinin ise tabanı ve parmakları delik çoraptan bana gülümsüyordu. Hocamızın ağzından bal akıyordu, bu dünyadaki hayatın hiç öneminin olmadığını konusunu anlatınca; öbür tarafa gitmek için genç olarak ben bile gitmeye heveslendim.
Namazdan sonra caminin avlusunda bir köşeye oturup, aldığım simidi kuşlarla paylaşırken mübarek hoca, kapıda göründü. Yanında birkaç insan vardı. Yan taraftaki ağacın altına oturdular. Hararetli bir şekilde Almanya’ya işçi olarak gitme konusunu konuşuyorlardı. Birden bende de jeton düştü. İş arıyordum. Ha Almanya, ha Türkiye ne fark eder diye düşündüm. Usulca yanlarına gittim. Merhaba dedikten sonra konuştukları konuya kulak verdim. Hocanın bir yakını bundan iki yıl önce gitmiş Almanya’ya… Giderken yol parasını dahi borç almış. Herkes, “Bu Almanya’dan gelmez,, aldığı borç çok yüksek faizli. Bırak ana parayı faizini ödeyemez!” demişler ama aradan dört ay geçince borcunu fazlasıyla ödemiş. Herkesin gözü açılmış. Bir de izine gelmiş; getirdiği hediyeleri herkes beğenmiş. Hoca bile sırtımdaki bu gömlek ile şu manşetli kravatı da o verdi. Bayıldım şu medeniyet yularına ve özellikle üstündeki manşete.
Aradan dört ay geçer geçmez biz üç arkadaş, Düsseldorf’taki denizaltılarının motor fabrikasına girdik. Çat pat Almanca biliyorduk ama hepimiz diplomalı makina mühendisi ve teknikeri olarak işe başlamıştık.
Adamların önüne çarşaf gibi diploma ve belgelerimizi koyduk. Gözleri parıldayarak izlediler. “Meister Hans - Ustabaşı Hans” bizi alarak bir bölüme yerleştirdi. Adam durmadan bir şeyler söylüyordu ama bir şey anlamıyorduk fakat emme basma tulumba gibi evet anlamında başımızı sallıyorduk. İşyerinde bir şeyler ile uğraşarak bir haftayı doldurduk.
Kaldığımız “Arbeiterheim -işçi odasında kalırken; okuduğumuz okullar hakkında konuşmaya başladık.
Rüstem;
“Arkadaş ben makine mühendisiyim.”
“Nereden mezun oldunuz?” deyince diplomasını uzattı. Elime aldım. Şöyle bakınca; İTÜ yazısını okudum sonra da;
“İTÜ’den mi mezun oldunuz?”
“Hayır! Ütü değil ben Cadillac arabanın motorunu dahi sökebilirim. Ütü dediğin basit ve küçük bir şey!” diye sırıtarak cevap verdi.
“Nasıl yani?”
“Ütü dediğin kömürlü de olur, Avrupa’dan gelenlerinde elektrikli olanları da var. Ben hepsini tamir edebilirim, anlıyor musun?”
“Anlamasına anlıyorum da, sen İstanbul Teknik Üniversitesinde okuyup bu diplomayı almadın mı?”
“Onu da nerden çıkarıyorsun? Ben ortaokul ikiden terkim.”
“Aaa! Senin adın yazılan bu diplomayı kim verdi o zaman?”
“Onu bana Dolapderedeki tamircilerden tilki Selim abi, belki oralarda işine yarar diye hazırlayıp verdi. Onun için benden tam yüz elli lira aldı. Anasının ak sütü gibi helal hoş olsun. Kime gösterdiysem kapalı kapılar hep açıldı.”
O gece bir sağıma bir soluma dönerek sabahı zor ettim. İşe üçümüz bir gittik. Öbür arkadaşın okul bitirme diploması filan yoktu ama bir tamirci yanında çalışmış, kapı gibi o tamircinin verdiği belge vardı. Ben sanat okulunu teorik olarak bitirdim. Atölyelerde birkaç defa eski motoru söküp taktık. Birazcık tecrübe sahibiydim. Meister Hans bizi bekliyordu. Hemen el işareti ile çağırdı. Besmele çekerek yanına vardık. Bizim gibi Almanca konuşmaya çalışarak gösterdiği iki sandık büyüklüğündeki motoru gösterdi. Bize el kol hareketleriyle bunu söküp, içini temizleyiniz, bir de kırılan bir parçayı değiştirin deyip gitti.
Gitmesine o gitti ama biz kara kara düşünceye daldık. Hemen motor hocamızın derste öğrettiği şeyler aklıma geldi. Şöyle bir kenara bir örtü serelim, çıkardıklarımızı, vidaları, somunları onun üzerine sıra sıra dizeriz deyince; diplomasız yüksek makina mühendisi olan arkadaşlar tamam der gibi başlarını salladılar. Haydi bakalım iş başına deyip elimize anahtar, kerpeten gibi şeyler aldık. Bizim İTÜ mühendis, en büyük çekiçi almış. Bu ne olacak diye sorunca;
“Çıkmayan vidaların altından vurarak çıkaracağım” dedi.
“Hani sen Cadillac motorunu söküp çıkarırken, böyle balyozla mı yaptın bu işi?”
“Bir keski, bir pense bir de büyük çekiç benim için yeterli” der demez hadi ordan sen der gibi işaret edip acı acı sinirden güldük.
Öğleden sonra biz motorun yarısını iki arkadaş söktük. Adeta parçaladık. iTÜ’lü mühendis de çıkan parçaları örtünün üstüne koymasını, vida, somun, tel, pul gibi parçaları da sıralamasını söyledik. Eline bez parçası verdik ve bazı parçaları temizledi. Bu arada çalıştığımız yere özellikle Alman işçi ve ustalar gelip bizi izliyorlardı. Gülerek bize brova der gibi el işareti yapıp gidiyorlardı. Akşam çıkanlara bakınca;
“Bu motor da ne büyükmüş” dedik. Çıkan parça ve o kadar çeşit çeşit vida, somun gibi şeyler vardı. “Maşallah bize! Bunların hepsini biz mi söktük” deyip kendimizi övdük.
Ertesi gün geldiğimizde bizim örtünün üstünde neredeyse hiç bir yer kalmamıştı. Ogün motoru tam olarak söktük. Gelen gidene de; yarın takacağız inşallah deyip bir de zaman veriyorduk.
Üç gün sonra motorun arızasını giderip tekrar takmaya başladık. Beşinci günde öğle üzeri bize göre motorun parçalarını takma işi bitti. Öbür arkadaş ile ben motoru söküp ve tekrar bütün parçalarını takmıştık. Diplomasız İTÜ’lü mühendis iş yapıyormuş gibi bir oraya, bir buraya koşuyordu. Kırıp yıkma konusunda el beceri maşallah çoktu.
Diğer arkadaşa çok şükür bitirdik dedim. Örtünün yanına gitti ve bana;
“Bu motorun bütün parçalarını taktık mı?”
“Evet. Hepsini taktık!”
“Bu ne lannn! Burada sanki iki motorluk en az otuz kırk tane daha vida, somun, pul gibi şeyler var” deyince; İTÜ’lü diplomasız makine mühendisi;
“Demek ki biz iyi bir ustayız” dedi.
“Bunu nerden çıkardın diye sordum.”
“Benim ustam, iyi bir usta söktüğü şeyde lüzumsuz olan vidaların fazlasını tekrar takmaz dedi”
“Olur mu öyle şey” der demez Alman işçiler ve ustalar yanımıza bir tercüman ile geldiler. Motoru çalıştırdılar. Gözünü sevdiğim motorun sesi Zeki Müren’in sesi gibi makamla çıkınca, bizi tebrik ettiler. Biz de sevindik ama örtünün üstünde çok parça artmıştı. İTÜ’lünün dediği gibi biz usta değil ustalar ustası zannediyorduk. Çünkü çok parça artırmıştık.
Bizim İTÜ’lü diplomasız makine mühendisi artan parçaları gösterince; yaşlı bir Alman ustabaşı gelerek;
“Onları gelip geçerken siz fark etmeden başka yerden getirip bizler attık. Bakalım Türkler bu işin içinden çıkabilecekler mi diye düşündük” deyince biz hariç hepisi güldü. “Vay anasına” dedim içimden. Bizim diplomasız mühendis, göğsünü öne çıkararak, suratını da ciddileştirerek;
“Ne sanıyor bunlar bizi? Aletleri versinler bize bir haftada onlara uzay aracı motoru bile yaparız!” diye gürleyince diğer arkadaş tercümana dönerek;
“Aman kardeş! Bunun dediklerini lütfen tercüme etme Almanlara. Bunu zor yaptık. Bunun dediğine bakmayın” diye fısıldadı. Çok şükür tercümanda bizi mahçup etmedi. Diplomasız mühendise fabrikada temizlik işiyle getir götür görevini verdiler. Diğer arkadaş ile ben makine teknisyeni olarak hem çalıştık, bu arada işveren bizi Almanca öğrenimi için akşam okuluna gönderdiler. Dürüstlüğümüz ve çalışkanlığımız sayesinde bu işyerinde otuz beş sene çalışıp bu sene Mayıs ayında emekli olduk.
Halil GÜLEL
Düsseldorf
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.