Yeni Yıl Sözü Ve Kırkikindi Kahvesi
Tableti dizlerinin üstüne oturttu ve yazmaya başladı:
Yeni bir yıla girerken heyecan ve beklentilerin muhteşem bir karnavala dönüştüğü anlardayız. Daha iyiye dair, ışıldayan umutlara dair hayaller büyütüyoruz. Hayallerimiz Amazonlar gibi, öylesine uçsuz bucaksız ki; içerisinde kayboluyoruz. Evet, çoğumuz bunu her yeni yıla girerken yapıyoruz… Ama hayır; ben bu kez aldatan soyut mutluluklara hiç dokunmadan, kendi gerçeğimin başkentine odaklanacağım, diye yazdı.
Oturuşundan, odaklanmasından anladım ki; Helin bu dünyayı terktemiş yine. Bir başka dünyayı adımlamaya başlamış, zifiri demeden, açlık, susuzluk demeden hem de. Usul usul sokuldum yanına. Boğazımı temizler gibi yaptım. Amacım ona ”bak ben geliyorum yanına!” diye uyarmaktı:
”Ha, gel canım!” dedi. ”Gel, ben de sana bir şey diyecektim zaten!” Ama bunu söylerken başını da ekrandan ayırmıyordu. Parmakları da dans edip duruyordu butonların üzerinde. Geçip yanı başına oturdum. Hafiften başımı ondan yana çevirdim. Amacım ne yazdığını çaktırmadan görebilmekti. Tabii o niyetimi anladı. Tableti dizlerinin üstünden indirdi yan tarafta koltuğun üstüne bıraktı:
- Biliyor musun bir karar aldım, dedi. Bacak bacak üstüne attı ve hızlıca bana döndü: Bu yeni yılda kendimi daha çok düşünmeye, kendime daha fazla zaman ayırmaya karar verdim. Ve… bir söz verdim kendi kendime. Bomba gibi bir yeni yıl sözü... Duymak ister misin? dedi.
Beni anında bir heyecan kapladı. "Tabii ki isterim! De hadi söyle, ne duruyorsun?” dedim. Ellerini havada çırptı sevinçten. ”Yaşasın!” dedi. Gözlerinin içi yakamoz gibi renkten renge girerek ışıldıyordu. Tavana baktı bir kaç saniye. Sanki düşünce haritasına bakmak ister gibiydi:
- Biliyorsun, Seve… ikinci bir şans vermede pek iyi değilim, hani, hiç kimseye... bunu itiraf edebilirim sana. Bir kere karşımdaki kişi kendisini ifade ederken, hoşlanmadığım bir davranış ya da söylemde bulunuyorrsa, onu alelacele etiketleyip bir kutuya koyveriyorum. Bu benim huyum. Kötü bir huy tabii... Bu nedenle, o kişiden öğrenilecek şeyler olduğunu unutmuş oluyorum, en azından anlama, fark etme fırsatını kendime vermemiş oluyorum. Hani, kendimi bir nevi mahrum bırakıyorum öğrenebileceklerimden. Halbuki, o kişi stresli veya endişeli olduğundandır belki ve ben bu ihtimali de düşünebilmeliyim, diye düşünüyorum artık. Zaten normal olan da bu değil mi?
Son zamanlarda çok düşündüm, çok! Belki yeni yıl sendromu bu. Fakat düşündüm ki; o kişinin ortaya attığı şeyi o an hiç itirazsız kabul etmek, hiç değilse sadece eleştirmekle yetinsem, çok mu anormal, dimi ama? Dünya kararacak değil ya! Elbette ki hayır, öyle değil mi? Ama ben ne yapıyorum; bütün bunları yapmak yerine daha zıt bir tutum takınıyorum her seferinde. Üstelik bana fayda sağlayabilecek o ”şeyi” bilmeden bir kenara itmiş oluyorum. İşte, işte bu noktada değişmeye karar verdim. Ne dersin? Sence becerebilecek miyim? dedi ve benden bir cevap bekler gibi yüzüme baktı.
Şaşırmıştım. Cümleleri öyle uzun ve kaotik gelmişti ki bana; anlamadığım halde, anlar gibi yapmaya çalıştım. Hem kafamı salladım, onaylar gibi; hem de durmadan ”tabii tabii...” deyip duruyordum o konuşurken. Yutar mı bunu Helin? Tabii ki hayır! Beni bozmamak adına ozuntuya vermeden devam etti konuşmaya. Ben de, bir milimlik de olsa rahatladığımı hissettim. Bu kez, can kulağıyla dinlemeye, anlamaya koyuldum. Çünkü cevap verirken pot kırmak istemiyordum. Unun söylediklerine değer vermeyen biri pozisyonunda olmak istemiyordum. Bana hep güvensin istiyordum, çünkü benim de ona ihtiyacım vardı, hem de çok vardı... Ve benden cevap almadan, konuşmaya devam etti:
- Şöyle düşünüyorum, dedi. Şansım yaver gider de, tekrar buluşursam gıcık olduğum o kişiyle ne ala! Ama bu kez, aceleciliğin ceremesini daha fazla çekmemek için, ufkumu geniş tutmayı düşünüyorum. Gözümün sadece bir şeye takılıp kalmasına müsade etmeycem. Önemli şeyleri kaçırmamak adına sözkonusu kişiyi pür dikkat dinliycem. Düşünmeden sırtımı dönüp gitmiycem. Yani sadece o kişiye değil, kendime de iyilik yapıcam, dedi ve sustu.
Edası sakindi Helin’in. sanki elinde bir metin vardı ve o bitince de sustu.
Onun o bilge aurası üzerime çiselelenirken bir nebze gurur duyuyor ve kendimi zeki hissediyordum. İmrenmiştim onun konuşma sanatına. Böyle düşündüğüme de hayret ettim aslında. "Bunu daha önce neden düşünmedim ki?" dedim kendi kendime. Eee! Helin sustuğuna göre, bir şeyler söylemem gerekiyordu. Panik yapmaya başladım, kekeledim. Ama sonunda:
- Eee, çok güzel düşünmüşsün Heloş, dedim. Bu bir farkındalık, hatta uyanış... Çoook çok kıymetli! yani... sosyalleşmenin gereklilikleri gibi bir şey, dedim.
Zorlanarak, söylemiştim. Dediklerim yapay bir övgü gibi duvara çarpmıştı sanki. Budalaca bir abartı vardı söylemde. Onun vücut dilinden hiç de iyi şeyler söyleyemediğimi anladım. Ondan yana bakıp bakmamak arasında gidip geldim. O da sözlerimin yavanlığını farkeyttiş olmalı ki: bana döndü. Dudaklarını büzmüştü. Gözleri jilet kesiği gibiydi. Öyle keskindi ki bakışları, ürperdim oturduğum yerde. Gözlerimi kaçırdım gözlerinden. Yutkunduğunu duydum. Onun etkisiyle ben de yutkundum.
Sanki modu düşmüştü Helin’in. Buna ben mi sebep oldum? Parmaklarını stresten dizine şaplatmaya başladı. Dönüp baktım ona. Ve bana eskisinden daha bi manalı bakarken, alaylı bir tebessümle gerilmişti dudakları:
- Ne demek istiyorsun? Yani ben… yeterince sosyal değil miyim? Öğrenmem gereken ne? derken sesi çatallanmıştı. Sonra da sustu.
Onun ses tonu... iyi tanıdığım bir ekoydu. Hoşnutsuzluğu anlatıyordu tınısı. Bu kez ben şaşakaldım. Mahcup oldum. Kendimi yanlış ifade ettiğimi anladığı için utandım. Keşke sözcükleri seçmede daha itinalı olsaydım, diye geçirdim içimden; ama, artık çok geçti. Zaten bir şey söylememe fırsat vermeden:
- Şunu mu demek istiyorsun? Yani yaşadıklarım, hissettiklerim... eksiklerimin bir yansıması mıdır aslında? Öyleyse eğer, çok ciddi bir sorun var. Durum oldukça vahim! Hmm... bu demektir ki, bana verilen bu tek hediyeyi hiç yakınmadan, gocunmadan kabul etmek lazım. Öyle değil mi? dedi ve sanki benden çarçabuk bir yanıt bekliyordu.
O an ateşimin fırladığını, yüzümün domates gibi kızardığını hissettim. Oturduğum yerde bacağımı altıma alarak pozisyon değiştirmeye kalktım. Hani kendimi daha stabil ve güvenli hissetmek için. Kendimi daha iyi savunabilmek için... Tam ”ya” diye söze başlamak isterken, sözümü kesti.
Helin’in sesi daha sert ve yüksek çıkıyordu bu kez. Sanki sözlerini bir an önce noktalamak istiyordu. Sanki alel acele konunun kapanmasını istiyordu. Belki de duygularını benimle paylaştığı için, pişmanlık duygusuna kapılmıştı:
- İşte... Bütün bu tecrübelerden yola çıkarak, basit bir karar aldım, canım. Sen belki inanmıycaksın, ama hakikat şu: oldum olası hep başkalarına ikinci, üçüncü bir şans verdim; hem de çok verdim. Buna sende dahilsin! Ama bu son zamanlarda ”peki ya ben?” diye düşünmeye başladım. Aslında durum vahim sayılır; çünkü tek bir kere dahi kendime ikinci bir şans vermemiş olmam, kendime büyük bir haksızlık...
Ben... ben bu güne değin hep acımasız davrandım kendime. Vücudum, buruşuk çarşafın üzerinde metronom gibi, kafamın içindeki kaygılara ayak uydurarak ileri geri salınarak sorgulama faslına geçti geeceleri: "Tik tak! Bunu neden söyledim? Tik tak! Anlaşılırlık ihtimali sıfır mıydı sahi? Tik tak! Süregiden bu sessizlik eleştirel bir durumun varlığını anlatıyor bana, tik tak! Oysa benim bu tür absürt şeyler için kendimi endişelere sürüklemem yersiz, tik tak! Çünkü bu köhne dünya benim varlığıma, gücüme ihtiyaç duymakta, tik tak! Hiçbir şeyi değiştirmeyecek olsam bile, böyle düşünmeliyim, tik tak., tik tak…" Anlıyor musun beni?
Ve şimdi… ilk kez soruyorum kendime: ruhuyla bir bütün gibi yaşayıp gezen ben; neden yetersizliğimi kabul etmekte zorlanıyorum? Neden içimdeki parçacıkların birbirinden kopuşuna seyirci tutuyorum kendimi, neden? Neden? Bu paradoksların içinde gidip gelmek, hatta boğulma noktasına gelmek… bana haz mı veriyor yoksa? Böyle bir soruyu kendime yöneltebileceğime göre, yanıtını da verebilmeliyim, değil mi? Ama... nafile, Seve! Nafile! dedi.
Kurulu bir saat gibi konuşmuştu. Bunca sözcüğü, cümleyi nasıl istifleyebildi öyle "pat pat" diye? Hayretler içindeydim. Sanki bir güç, dilinin kasları arasına yapay zeka yerleştirmişti. Proğramlamıştı... Çünkü daha önce hiç bu halde görmemiştim onu. Ama yine de komik ve absürt geldi bana bu halleri. Birden kahkahayla gülmeye başladım, hani hiç elimde olmadan, tümüyle kasıtısz..!
- Kız Helin, sen var ya, sen benim canımın içisin ve bunu çok iyi biliyorsun! Ama, dedenin başı olsun ki, bu felsefi konuşmandan bişi anlamadım. Vallahi ki zerre kadar anlamadım, dedim. (Ama hala gülüyordum.) Ma, kurban olam sana, n’olur, kızma bana, tamam? dedim.
Çarçabuk kalktı yanımdan. Ellerini kot pantolonunun arka ceplerinde oturttu. Sırtını gerip duvardaki Picasso tablosunun önünde durdu. Motifi inceler gibiydi. Duruşundan belliydi, düşünceli ve gergindi. Ya ben? Bense yerimde kıvranıyordum bu absürt durum karşısında daha fazla sırıtmamak için. Elimde iki ucu boklu değnek almış gibiydim. Biçareydim. Oysa o benden daha tekin görünüyrdu. Beni bozmamak için tabloya odaklanmış ve susmaya devam ediyordu. Tam koltuktan kalkacak oldum; hışımla bana döndü:
- İnsanlar, bu surreal hayatın içinde birer leke gibidirler. Bir boya lekesi, dedi ve yeniden sustu.
Ve ben bu kez de bir şey anlamadım. Konuşmak mı, yoksa susmak mı daha faydalı olacaktı bu durumda, kestiremedim. Zaman kazanmak amacıyla tabloya yöneldim. Ama o yaklaştığımı sezinleyince, mutfağa doğru yürüdü. Sanki söyleyecek başka sözü yoktu onun. Sanki kırgındı. Ben hiçbir şey anlamadan ve allak bullak olmuş zihnimle tabloya bakıp duruyordum. Bakıyordum, ama hiçbir şey görmüyordum.
Az sonra Helin geri geldi. Belki de ders vermeye devam etmek içindi:
- Kimileyin düşünülen ile hissedilen arasındaki çatlağa sıkışıp varoluşu biraz daha büyüten bir deneyimle, kendini evrenden koparıp öne çıkan ve kimsesizliğimin üzerine, sıcak ve sempatik bir elin uzandığını duyumsamak istiyorum. ama olmuyor. Ve ben… bunun gerçek olmasını öyle istiyorum ki… En azından ruhumdaki havlamaları susturmak için istiyorum, anlıyor musun? Çırpınıyorum tarif etmek için, ama… Ve ”bak canım!", diyor içimdeki yorgan; ”endişeli ve yorgun olduğunu anlıyorum! Hiçbir şeyi çözmüyor kendi kendini yemen; çünkü çözülecek bir şey yok!” diyor bana. Anlıyor musun beni? Ve… sorularıma herhangi bir yanıt alamadan, bir kenara itiliyorum,, dedi. Kollarını göğsünde kavuşturmuştu salonun eşiğinde öylece dikilirken.
Bana sesleniyordu, ama bana bakmıyordu.
Sani gözleri bütün evreni fotoğraflıyordu.
Sanki yüreğindeki bütün buzullar çözülmek için harekete geçmişti ve engel olamıyordu.
Dili ve yüreği taşarcasına devam etti sözlerine:
- Elbette, bir şeyleri düşünmek, irdelemek yanlış değil. Bu düşünsel eylem, yaşam ağının ardını iplik iplik takip eden, yumuşak ve dairesel bir hareket gibidir. "Ne oldu? Düğümler neden atılmış?” sualleri, kimsenin sorumlu tutulmadığı yumuşak bir kurtarma girişimi olarak algılanırsa, düşünceyi ve ruhu iyileştirici olabilir belki. Peki ya öfke? Öfke, tam aksini söylüyor bize. Tabii sen de biliyorsun bun, dedi; bana dönüp bakmadan. Ve yine bir kitap okur gibi, hiç takıntısız devam ederken benim oradaki varlığımı unutmuş gibiydi. Ben, küçücük bir nesne dahi değildim sanki...
- Öfke, insanı şanssız bırakmak için çemberi içine alır ve etrafına kilit vurur. Ve sen kendine durma izni verene kadar, O kin ve öfke, aynı aptal güçle, kafatasına defalarca vurup durur; ta ki sen, bir dosta gösterdiğin aynı nezaketi kendine gösterene kadar. Alıyor musun beni?, dedi.
Oysa anlamamıştım. Yine anlamamıştım. Ah, bu kez de akıllıca bir yanıt veremeyecektim. Susmak benim kaderim miydi? Helin’de bunun farkındaydı belki ve beni kırmamak için yine de ciddiyetle anlatıyordu düşüncelerini. Ama sanki o konuşurken, bitirdiği her cümlenin sonunda yepyeni bir insan çıkıyordu karşıma. Dilimde tutukluk yapan bambaşka saygın bir insan...
Döndü. Pür dikkat yüzüme bakıyordu. Halleluyah!
- Bak cancazım! Bu anlattıklarımdan ötürü... yeni yıl kararım, kendime şans üstüne şans vermek olacak!
Kendime daha sık sesleneceğim, geceleri kendime fısıldayacağım:
"Sevgili sen!" diyeceğim - oldukça soğanlı gelse bile, kendi kendime fısıldamaya devam edeceğim.
"Şu bozulan dünyayı az da olsa düzeltebilmek için kendinden başla!” diyeceğim
”Kendin için de bir şeyler yapabilirsin!
Yapabildiğin vakit, kendinle barışık olacaksın.
Etrafını mükemmel tutmaktan azıcık vazgeç!
Bırak biraz dağınık olsun; çünkü sen bir yenileme projesi değilsin.” diyeceğim kendime.
Peş peşe derin nefes alacağım.
Ve kendi hızımla kendime; "sevgili sen! İnan ki, seni tanımak için sabırsızlanıyorum!" diyeceğim.
“Buna izin ver, lütfen! Olur mu?” diyeceğim.
Sözü bitince bana döndü. Gülümsüyordu. Uzun uzun yüzümü inceledikten sonra:
"De hadi! Gel şu felsefi konuşmayı bırakalım, kırkikindi kahvesi yapalım kendimize!" dedi.
H. Korkmaz, 1 Ocak 24 Sthlm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.