"Otopsi istiyorum. Hayallerime kurduğum düşler eceliyle ölmüş olamaz."
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ormandayız. Güz yaprakları dökülüp savrulmuş, yarı gövdesi çıplak ve tırtıklı ağaçların çatallı göğüslerine...Karanlık basacak birazdan. Arzu ile Yeliz göz mesafemde olmalarına karşın, labirentte kaybolmuş birini alacakaranlıkta mumla aramaya çıkmışız gibi dört koldan dağılıp açılarak, uzaklaşmışız azıcık. O her neydiyse ya da kimdiyse bulamadık ya da gördüklerim bana yetti bilmiyorum. Güz yaprakları benzimizin birer kopyasını çıkarırcasına sararıp, solmuş ve dalından düşmüştü mahrur. Her şeyin bir vadesi vardı, vakti dolan bizi bırakıp gidiyordu ve artık gitmek, kalmanın yanında pek bi anlam da ifade etmiyordu. ’Yaşamak ağrısı’ diye belalı bir hastalık vardı ve ertelenen her gün beynimi iki misli meşgul edip acımı katmerliyordu. Kıpırdayan her şeyde hummalı, nafile bir çırpınış. Bunu idrak etmemden bu yana; ekmek su gibi mecburi ihtiyaçlar haricinde, hareketlerim daha tasarruflu ve kısıtlı olmaya başladı. Durağan şeylerde sanki kendimi daha bir bulacakmışım ve beni böyle kabul edip, bağrına basacaklarmış gibi sokuluyordum onların tarafına sinsice.
Gözün yanılsamasıydı bunlar. Bir süre de onlarla takılıp oyalanacak sonra bıkınca reset düğmesine basıp belleğimde çöp yığını haline gelen bütün bu artıkları imha edecektim. Gözümün gördüğüyle hissettiklerim arasında uçurumlar vardı. Eskiden yerden bir kanat boyu havalananların masallar ülkesine uçtuğunu varsayar, niye uçamıyorum diye kuşlara hayıflanırdım. Aklım bir karış havadayken de iyi basmazdı o kadar, gidenler posta güvercini gibi sevdiklerimizden nasıl olsa iyi bir haber getirir bizi merakta komazlar derdim. Gözümün gördüğüne saçma sapan büyük anlamlar yükleyip, sonra da beklentiye girip kıvranmak da benim gibi saftiriklere düşüyordu. Kendi kendime geliştirdiğim işkence metodlarım vardı böyle yedekte bir sürü...Daha henüz kimse üzmemişken, kendimi bu sadist sınavlardan bir bir geçirecek sonra da acıya karşı bağışıklık kazanacaktım. Ne de olsa bir süre sonra da hissetmiyordu insan. Dünyanın içindeyken, dünya kayıp gidiyordu ayaklarımın altından ve ben öyle hareketsiz ve hissiz, dünyaya kazık çakmışım gibi yerimde kımıltısız duruyor ve ölümle randevulaşan kuşlardan bir haber bekliyordum hâlâ...
Bir adım atmaya bakardı oysa her şey...Bu kadar basitti. Bir titreşim, bir kıvılcımla bütün taşları devirebilir, kalbimi söküp eline tutuşturabilirdim. Ama o öyle durdu, kılını bile oynatmadı. Bakışlarından otuz senelik ömrün hazin bilançosu kısa özet geçti gözümün önünden. Çok yaralımız vardı, çok da ölümüz ve biz ölemiyorduk bi türlü anasını satim! Çok zor değildi ya! Bir adım ötesi uçurumken ve o adımı attıracak cesareti de her gün pompalıyorken nabız, yaşayıp gidiyorduk "cenaze masrafı olmasın diye" kefen biçtiğimiz ölü toprağımızda. Kalbimiz taziye yerine dönene kadar da, dönmeye devam etti zottirik dünya...
...
Yeliz’le evin önüne gelmiştik tam. Binanın önünde Mercedes Benz’in Sprinter 319 ViP’i duruyordu. Siyah takım elbiseli karanlık tipler sürgülü kapıyı açıp inince; bizi karga tulumba sepetleyip götürecekler diye mafya filmlerindeki o çetrefilli gerginliğin ortasında, panikle bi kamyon dolusu öttürme opereyşınında çözülürken suç üstü yakaladım kendimi. Yeliz beni kapıdan bırakıp hemen dönecekti ki; "dur!" dedim "dur gülüm!" hiç bozuntuya vermeden ’gel soluklan önce bir kahve içelim gidersin yine!’ Belli ki bu Godfather’ların niyeti bozuktu, gözüne kestirdikleri kurbanlarının eceli olmaya ve bizi Don Vito Corleone’nin huzuruna bizzat çıkarmak üzere hiç üşenmemişler ordan kalkıp ta buraya teşrif etmişler ve burnumuzun dibine kadar girmişlerdi. Şansa bak! N’oldu Mero, bi tırstın sen! Hani az önce tam da gitmek üzerine manifestolar yazıp atıp tutuyordun? Al işte sana bingo! Bu kadarı da pes yani istesen tutturamazsın! Fırsat ayağına kadar gelmiş işte ne güzel! Niye şimdi yan çizip direniyorsun? Yoov bi dur Allah’ını sen de! Tavşan gibi her gelenin önüne zırtpırt atlanılır mı öyle? Göz var izan var! Gotfather diyorum, mafya babası Corleone diyorum sana bunlarla boy ölçeşebilir miyiz biz kuş beyinli! Bal gibi de görüyosun işte yalnız olmadığımı...hadi ben neyse de, Yeliz de burda akıllım! Yusuf’tan sonra bir travma da benden mi hatıra kalsın kıza?
...
"Alooo! N’aber nasılsın?"
-Selam abi, iyilik senden?
"Hıımm...doğruyu söyle! Hiç de sesin öyle iyi gelmedi pek bana..."
- Nasıl olim? İdare ediyorum işte...bi iyi, bi kötü...
"Allah’sız! Niye hiç aramıyorsun? Öldük mü kaldık mı merak ettiğin de yok!"
- Ben ölmedikten sonra size bi şey olmaz merak etme!
"Ne alâka? Öyle bir sıra mı var? Yarın ölmeyeceğim ne mâlum? Bakarsın senden önce ölürüm! Misal yani de,ölürsem de arkamda kimseyi bırakmam kızım! Silahım da var zaten...bizimki o kadar temizlik yapar bulamaz da sakladığım yeri, senelerdir yerinde duruyor, kurşunları da içinde hazır. Bir keresinde intihara kalkıştım, tutukluluk yaptı meret beceremedim!" ( Ah benim güzel abim! O silah elimde olsaydı da ben sana gösterseydim hele nasıl ölünüyormuş! )
-Offf yaa...başlıyoruz yine! Seni işte bu yüzden aramıyorum abi! Yaralarınla yaralarımı besleyip iyice kudurtuyorsun! Ne iç açıcı güzel şeyler anlatıyosun bana böyle? Valla öleceğim yoksa da ne güzel yol gösterip taktikler veriyosun bravo! Moral vereceğine, elimden tutup çekeceğine iyice beni girdabın içine yuvarlayıp, kendi elinle karanlığa teslim ediyosun! Sen benim psikoloğum değilsin, terapistim değilsin yahu! Hiç konuşmak istemediğim konuların üstüne ısrarla gidip, unutmaya çalıştığım şeyleri inadına hatırlatıp duruyorsun bana! Aradaki boşluklara da kendi acılarını tıkıştıra tıkıştıra ilerleyip beni köşeye sıkıştırıyorsun iyice! Yapma bunu bana abi! Gözünü sevim yapma! Bu kadarı da fazla ama bir insanın üstüne bu kadar da gelinmez ki! Her aradığında kaç voltluk şoklar veriyosun beynime ya! Baksana benim pek bi şey yapmama da gerek yok zaten! Başka bir şey değil, bu kadar acıya göğüs gerip dayanmışken senin bu dengesiz şokların beni öldürecek bir gün...
"Ya kızım sen benim laflarıma ne bakıyosun! Benim gibi ol, rahat ol! Sal kızım kendini bi ya...Bak bana, bi şey takıyo muyum kafama? Kur’an ekmek çarpsın bak! Yarın şurdan şuraya gitmek nasip olmasın! Zerre düşündüğüm yok kimseyi...ne annemi, ne babamı, ne onu ne bunu ne şunu...zerre düşünüyorsam bak namerdim! Seni bile düşünmüyorum be kızım! Önce kendini düşüneceksin, kendini...kendin için yaşayacaksın anadın mı?"
- Ya abi bi dur ya Allah’ını seversen! Senin silahın yok muydu ya! Git kafana mı sıkıyosun n’apıyosan yap beni bi rahat bırak ya! İçtin mi kafan mı güzel anlamadım ki! Sizi bana sayıyla mı gönderiyorlar arkadaş? Ne boktan bi durumun içindeyim ben böyle ya!
"Kızım bak sen iyi değilsin! Acayip kafama takıyorum seni yeminle, düşünmediğim bi gün bile yok! Sen bu durumdayken benim burda elim kolum bağlı ve elimden hiçbir şey gelmiyor var ya çok kötü dokunuyo bu bana!" ( Hey güzel Allah’ım! Çattık ya...Ulan kitapsız! Bi karar ver artık! Hani beni düşünmüyodun, takmıyodun, bi dediğin bi dediğini de tutmuyo töbe töbe! )
-Beni düşündüğünü biliyorum canım abim! Eyvallah sağ olasın! Beni kimlerin düşünüp düşünmediklerini de çok iyi biliyorum. Bu kara günler sağ olsun bana dostlarımı da gösterdi, düşmanlarımı da...Seni aramıyorum çünkü iyi değilim! Ben seni arıycam dediysem ararım zaten. Çok şükür mezara girmedik henüz daha burdayız, ararız günler çuvala girmedi ya! Bi yere de varamıyoruz böyle...
"Hep beni böyle geçiştiriyosun. Kızım bak! Benim durumum senden daha vahim ona bakarsan...Çocuğum için nefes alıyorum ben, onun için katlanıyorum birçok şeye...Senden daha daha kötü durumda olanlar var!"
- Ben de biliyorum! Bilmiyorum mu sanıyorsun? Tam tersi çok daha fazlası var ve utanıyorum artık böyle yaşamaktan! Kendi durumunla kıyaslayıp, beni ezmeye, yağ gibi üste çıkmaya da çalışma sakın! Senin derdin başka benimki başka. Benim kafam diğerlerine göre farklı çalışıyor biraz ve çok düşündüğüm için, beynim sürekli toksitli şeyler salgıladığı için ve çok da gerçekçi olduğum için bu zottirik dünyada beni nelerin beklediğini, neler yaşayacağımı da az çok tahmin edebiliyorum.
"Takma işte kızım...takma! Niye takıyosun bu kadar? Herkese yetişemezsin! Herkesi kurtaramazsın! Biraz da kendini düşün, kendini önemse, değer ver azıcık...çık dışarı, gez dolaş..keyfine bak!"
-Tamam abi tamam...söz bak! Denerim, çabalarım, gayret de ederim hayret de...musmutlu gülücükler de atarım yerine göre merak etme yaov sen!
"Çaldır beni yarın!"
-yahu konuştuk ya işte...
"Ara dedim!...Alooo duyuyo musun beni?"
-niye seni arayacakmışım ya?
"Akşam akşam sabrımı zorlama benim! Arayacaksın dedim bitti o kadar!"
-Aramicam ya boşuna bekleme allah allah!
"Kızım bak asabımı bozma benim! O telefonu çaldırınca açılacak anadın mı?
-An-la-mı-yo-rum abi! Dur hele aradan bi zaman geçsin...şunları bi sindireyim ondan sonra iyi günüme de denk gelirsem ararım. Annemden alıyosundur haberlerimi, benim üstüne ilave edeceğim bi şeyler yok şimdilik...
"Aklım sende kalmasın ara bak...Kapat hadi kapat!"
-Ya sabır! Ya hasbinallah! Hadi öptüm abi bay bay...
...
Yeliz’le; evin dış kapısından değil, arka taraftaki hacmi dar, dönerli yangın merdivenlerinden, demir korkuluklara çarpa çarpa güç bela çıktık. Bana bir şey söylemedi kızcağız ama ’bi pot kırarım’ endişesinin üzerimde yarattığı bu baskıyla soğuk terler basınca iyice kasılıp panikledim ve anahtarlık elimden fırlayıp gitti. Allah’tan dip zemine değil de, beş on basamak aşağıya düşmüştü. Hay aksi! işin yoksa döne döne in aşağı geri. Bu ne biçim bir ev kuzum? Sanki yerden hayli yüksekte olan bir gökdelenin bitmek bilmeyen demir askılıklarına sıkı sıkıya tutunmuş, güçlerini yeni keşfedip ilk önce çatı damlarında deneyen, işinde henüz ehlileşmemiş çömez bi örümcek adam gibi çaylak çaylak düşe kalka tırmanıyordum ben de basamakları. Dengemi kaybedip aralıktan düşsem var ya kemiklerim tuz buz olur! "Hehehehe...Abla keşke asansörlerden çıksaydık!". Yeliz de dalga geçecek zamanı buldu he! Ben burda çaktırmiyim diye kırk takla ata ata dokuz doğurim, şekilden şekile girim bizim kız da ’kikiri kikiri’ sırıtsın ordan. Gülüyordu gülmesine ama içten içe de bi şeyler döndüğünü seziyordu. Gözleriyle karşılaşmamaya ne kadar özen göstersem de; başıma ördüğüm türlü türlü çoraplarla; şüpheli bakışlarını uzunca bi süre üstümde gezdirip durdu. Tam son basamağı çıkıyordum ki ayağım bu sefer de köşede emekliliğini bekleyen yaşlı bir saksıya değdi. Çiçek dengesini kaybederek ilkin sendeleye sendeleye sonra da takla ata ata gitti. Tutmaya çalıştım...ellerimi uzattım, ucu ucuna ramak kalmıştı tam kurtarmaya ama maalesef sizlere ömür.
Şekil şükül cins adamlar hãlã voltasını atıyordu dışarda...Görünüşe bakılırsa ön taraf yetmemiş şimdi de arka tarafı kolaçan etmeye gelmişler, yakın markajdan etrafını sararak bütün çıkışları da tutmuşlardı anlaşılan. Sesin geldiği yöne başını çevirdiklerini görünce, Yeliz’i bir hışımla içeri ittim. Kız da bu anlık refleksimle şok oldu "neyin var abla, iyi misin?" Soru sorma Yeliz! Sorma bi şey...ne diyim, birazdan mefta olacağız mı diyim...ne diyim?. "Hadi hadiii geç içeri! saklan... saklan cano peşimizdeler!"..."Ayy kim ki onlar? Kimden kaçıyoruz ablam biz?"
...
Annemlerdeyim. Neye sinirlenmişim bu kadar? Niye burnumdan soluyorsam? Hıncımı annemden babamdan da çıkaramayacağıma göre ben de ayağımın altında dolaşan ve beni yatıştırmak isteyen abimden çıkarıyorum. Buyurgan ve otoriter sesime haddinden fazla volüm yükleyip "çekil önümden gözüm görmesin seni!" ve daha bi sürü ağza alınmayacak acılı laflar çıkıyor genzimden.
Abim hiç karşılık vermiyor, normalde böyle sessiz alttan alıp bu saygısızlığı tatlı dille konuşup çözecek bi tip değil, çoktan paralanmış ve boyumun ölçüsünü almış olmam gerekirdi. Eskiden olsa bu kafa tutmanın bedeli bana pahalıya patlardı, otokontrol aile içi müessesemizde...Demek ki zaman tersine dönmüş, ben tırlatmışım ve herkesten alacaklıymışım gibi hesap soruyorum şimdi...Abim bi türlü bana erişim sağlayamıyor, ulaşılmaz bi yerdeyim ve duygularım burdan iyi çekmiyor. Beni kollarımdan tutup sarılmak mı istiyor yoksa kozlar elinde olsa duvara çakmak mı? Emin değilim ama bu kadrajda suçlu görünen o gibi...Bi haltlar karıştırıp, başımıza türlü türlü işler açmış yine ama ne? Dur bakalım...yakında nasıl’sa çıkar kokusu...
Demir kapıyı var gücümle çarpıp çıkarken elimdeki ekmeğin kırıntıları yerlere saçılıyor. Abim eğilip ciddi bir iş yapıyormuşçasına avuçlarıyla titizce topluyor, bir nevi faraş görevini üstleniyor elleri. Babamın da bir gözü çiçekli halının desenlerinde, hemen yanıbaşında çeriçöpü küreyen ellerine pür dikkat kesilmiş abimin, uzatmalara bırakmadan tam 90. dakikada düdüğünü çalıp maçı berabere bitirecek hakeme benziyor bu haliyle babam. Annemin gözü kapının tokmağında asılı kaldı. Normalde annemin peşimden çıplak ayakla koşması, hırgür çıkarması gerekirken herkes suspus...
...
Bekliyorum. En son konuşmamızın üstünden 504 saat, 30.240 dakika. 1.814.400 saniye ve 108.864.000 salise geçmiş. İnadını kırdıramazsam ya da ben pes etmezsem şayet, milenyum’da havaî fişekler altında şampanya patlatıp, el ele tutuşmak varken, burnumuzun dikine gitmiş olmanın bedelini; kemiklerimizi kurda kuşa yedirmiş olmakla ağır ödeyeceğiz. Bunun daha meganyumu var, giganyumu var...teranyumu, petanyumu...ucu bucağı yok bunun uzaya kadar uzuyor kolu...var da var yani. Bir inat uğruna sesimizi duyabilme ihtimalimiz milyonda sıfır. Artık hangi zaman diliminin ağına takılıp, kaç tur dönüp çağ atladıktan sonra kafamız donk edip esneyip yumuşar orası da muamma ama umarım ki ölümsüzlük şurubu falan da bulunmuş olur sen gelene kadar. Yoksa böyle her gün öleceğiz.
...
Sana baktım, boşluğa bakar gibi bakıyordun. ’Bak’ dedim ’sonunda ben de senin gibi oldum’. Hiç şaşırmadın portakal kabuğuna dönmüş sağ göğsümün büzüşmüş çukurlarını sana gösterirken. Sağ alt çaprazda üç halis muhlis yarası vardı, üç santimlik mor bir çizgi de sivri okunu doğrultmuştu üstüme...’Normal’ dedin ’bende de vardı’. Yüzüme açık açık vurmak istemediğin ama içten içe de "Allah’ın sopası yok işte! Oh olsun sana Mero!" der gibi içinin yağları bi taraftan erirken, bi taraftan da yüzüme fırlatmaktan çekinmediğin buzlu ifadelerine yetişip anlamlar yüklemeye çalışıyordum. İnsanın dudaklarını mühürleyip gözlerini konuşturması ne menem şey...
Gördüm...retinası fitillenmiş iki ateş topuydu gözlerin. 35 cl’lik rakıya bir şişe full apsenti karıştırıp içine boca etmişsin gibi lavlarını püskürtüyorlardı yüzüme. Kendini kamufle edip ele vermediğini sanıyordun ama mimiklerin bangır bangır haykırıyordu yüzüme. Ve bunları yerde bağdaş oturuk vaziyette, kılını kıpırdatmadan, peş peşe saydırıyordu bakışların. İnsanları çözüyorum artık, uzun uzun cümleler kurmalarına gerek yok. Bir kirpiğin kırpınması bile çorap söküğü gibi anlatıyor çoğu şeyi...Ya merhamet bu toprakları terketmişti, ya da ruhumuzu söküp atmışlardı kökünden. Oysa konuşmasan da olurdu, sarılman dünyalara bedeldi.
...
Eski mahalledeyim, sıvası dökük eski evimizde...E5 köprüsünün alt karayolu. Çingene Selma’nın akşamdan kalma bigudilerine cıyak vırak seslerini katıp, birkaç yerinden kaçmış ince çoraplarına, elindeki beyzbol sopasının da eşlik edip çocuklarının peşine verdiği kafadan üşütük mahallemizde. Biri satırla kovalar birini, biri rakı şişesiyle körkütük sarhoş gelir eve her gün...Gençler mahalle kavgalarına tutuşur. Küçük Sezgin de her gün aynı saatlerde gelir salonun camını tıklatır "Mero abla ben açım!" der burnumun direğini sızlatır. Ekmek arası yapıp tutuştururum eline karnı bayram eder fukaranın. Multi kulti her telden ne ararsanız var bu varoş sokakların fakiranesinde.
Bir gün böyle yine yollara vurmuştu kendini Selma, saç baş dağınık, diz üstü mini ultra siyah dar eteğinin üstüne, düğmesini yanlış iliklediği gömleğinin bir tarafı da dışardan sarkmış, kaçan çorabının deliğini de uhuyla yapıştırmış, ayağında fiyonklu bi çift kırmızı terliğin teki kayıp. ’Yolda gelirken kim bilir nerde düşürdüm?’ diyor ama ısrarla şirazesi kaymış bu eksik parçalarıyla da olsa ’bu mahallenin en süslüsü hâlâ benim!’ diyor bu kadrajda. Kendisine aday göstereceğimiz doğru dürüst dişli bir rakibimiz de yok yedekte.
Bi solukluk geldi oturdu bizim kömürlüğün üstündeki kıçının bi pufu içine gömük çekyatta. Çay ikram etti yengem, yüzündeki yarayı gösterdi. Bir gün oğlu dellenmiş para istemiş cıgaralık için, Selma da vermemiş. Bi hışımla kaptığı bıçakla üstüne gitmiş deli oğlan, sağa sola savurup çıkardığı arızada yüzüne çizik atmış annesinin. İki gözü iki çeşme hem kanayan yarasını gösteriyor hem de ’evlat işte! benim dölüm değil mi? atsan atılmaz, satsan satılmaz, kessen kesilmez, küssen küsülmez.’
Bi demli çayını içtikten sonra ayağa kalktı, beş santimlik terliğin arada açtığı farkı kapatmak için; havada asılı kalan kalçasına yüksünmek zorunda kaldı. Siz sağ ben selamet, topallaya topallaya her çukura bata çıka bi ağız dolusu saydırıyordu ha bire oğluna...
Küçük kızı salya sümük tir tir titrerken, kolundan çekiştirip sürüklüyordu peşinden süslü Selma. O masum kızın adını ah ki ben nasıl unuttum!..
...
Gecekondu mahallemizin fakirhanesine varlıklı zengin bir adam taşınmış, büyük bir çiftliği ve yeşil arazisi olan güzel bir bağ evi almış. Şimdiye kadar buranın en güzel evi hemen yanı başımızda bize çalım atan ve Almanya’dan emekli olup temelli dönüş yapan Mustafa abi ile Vasfiye teyzenin bungalov eviydi. Üç çocukları vardı. Yasemin abla en büyüğü. Aykut abi ortanca ve Nilüfer de benim gibi evin tekne kazıntısı...Aykut abi üniversiteye giderken ben de ortaokula falan gidiyordum ve ona deli gibi vurgundum. Aşkımı uzaktan platonik yaşıyordum. Hep kapıda karşılaşırdık genelde. ’Merhaba’ derdi ya da günaydın, duruma göre karanlıksa iyi akşamlar’. Muhabbetimiz adabı muaşeret kurallarından öteye geçemiyordu ne yazıkkine sayılı üç dört sözcük topu topu. Bizim yan komşularımız ama onların evi yüksek zeminde kalırken, biz onlara nisbeten birkaç metre aşağıda kalıyorduk. Tıpkı ihtişamlı evlerinde olduğu gibi standartları da bizim bi hayli üstümüzde, bizim statümüz de onların çok çok aşağısındaydı. Kırmızı spor tarzı klasiklerden bir arabası vardı Mustafa abinin adı neydi? Mahallenin tozunu toprağını haliyle yutunca, haftada bir kere sabunla bi güzel köpürtüp, uzun hortumla saatlerce suyu fışkırtıp sular dairesinin kasasını bi güzel şişirirdi. Biz evde ’ah vah!’ ederdik dünyanın suyunu harcadı diye. Halıları bile yere serip yıkayasım gelirdi şarıl şarıl akan o beleş sularda.
Şimdi bi bungalova bakıyorum bir de bağ evine...Mustafa ablerin evi de bu yeni villanın yanında külüstür kaldı bizim gibi. Bu adam da Almanya’dan gelmiş, atları da var hem. Saydım tam 8 tane, koşumları ve dizginleriyle doru ve yağız atlar, arabasıyla yanımdan geçti adam kasasına doldurmuş doludizgin atları, kişneyip dururken bir iki tanesi eğilip saçlarımı koklamak istedi...sonra çitlerin içinde buldum kendimi, kahverengi kaslı bir yağız at şaha kalktı ben altında kaldım. Üstüme uzanıp çöktü, karnının içine gömüldü başım nefes alamadım. Deh! dedim olmadı, ’deh deh düldül’ dedim duymadı boğulacaktım az kalsın. Kendimi zor bela sıyıra sıyıra, adeta hayvanı tımar ede ede başımı dışarı uzattığımda nefes nefese kalmıştım, bizim düldül de mübarek hiç istifini bozmadı.
Uyandım...gerçekten de ahırda düldülle efor sarf ederken nefesimi baya tutmuşum anlaşılan. Kalktım müziği açıyorum kendime gelmek için. Mix Songs, otomatik atlıyor parçalar. Mabel’e geliyor sıra, bi düldül de onda varmış meğer. Burdan vokalliğe terfi edip eşlik ediyorum ona. Evrene mesaj atıyorum: "teker teker gelin ulan!"
Bu aralar sadece kitap ve uykuya maruzum...bi de yüksek tansiyon...müzik iyi geliyor hasta ruhuma, rahatlatıp gevşetiyor. Kafada birkaç parça noksan. iyiyiz böyle...
...
Bana taşlarımı ayıklatacak ve abartısız kalbimin üzerindeki çimentoyu kazıp kaldıracak kıvamda derinliği, içselliği olan anlamların peşindeyim. ama sen bunu hep yapıyorsun. Bir kamyonun kasasını dolduracak kadar, çakıl taşını gece gündüz demeden toplatıyorsun bana kalbinin çukurundan. Bana sorarsan taş devrinde yaşamak en kral şeydi be! mağaralarda ateşler yakıp, etrafında "lulululu" seslerini çığırtarak ciritler atmayı özlemişizdir bro olamaz mı? N’oldu, niye fıldır fıldır dönüyosun tepemde? Oğlum bi rahat dur lan!
içimi kurutup, mezarlığa çevirdiniz be! ’Cenaze masrafı olmasın diye yaşıyorum’ bro! kısaca benim durumumun özeti bu...Uzun uzun anlatmaya, öyle süslü püslü, fiyakalı cümleler kurmaya da gerek yok...daha fazla içini kurcalayıp şey yapmasak mı!..yoksa cesetler çoğalır, onları gömecek bir çukur da bulamayız şimdi bu saatte...
...
Ohooo! Bendeki kırılmaları sana anlatsam var ya sabahı görmeyiz...hissettirmeden, hiç çaktırmadan öyle boşluğuma denk gelip...kırılma ihtimalinin delillerini ortadan yok edip, anlık öfke patlamalarını kalbime yedirsem...gömsem...kıl köküne varana kadar irdelesem her şeyi...uyduruk bir busenin stabil çukurunu, dudağına mühürlesem misal...sen yine bi şey olmamış gibi ceketini alır kapısını örtersin öküz kalbinin. bilirim. bilmem mi..?
Ben kalbimi burda bıraktım. Bak burda, koltuklar nemli...Püsküllü çiçekli kırnetler, sırrıma şahit. hãlã sallanıyor sehpanın bi ayağı. Onu bile görmezden geliyorum. Her şey kurmaca oyunun bir parçası. Üst üste giydiğim iki yün çorabım, iki de battaniyem var. Bir de buruşuk ellerim. Başka da bir şey yok benden geriye kalan..
Bak cenaze marşımız çalıyor.
Kalbim bildiğin taziye evi
ve su çekiyor her şey...
...
..
.
♧m.g♧
Ana Karakterler:Uzaylılar, marslılar, falan filan
YORUMLAR
Gule
dara
dara
her gece mutfak dönüşü bir fues olarak okudum yazını Gule. baş ucu kitabım oldun. bana darılma tam üç günde okuyabildim. ama sırf yoğunluğum yüzünden. ve bu bana o kadar iyi geldi ki. anlatamam. anlatırsam bir anlamı olmaz zaten :) şu anlatım dilin. samimiyetin. lan deyişin. kitabın kapağını kapatırken yüzümde oluşan o duygu. gözlerime inen buruk. tatlı bir huzur.
hadi bir daha yaz uzun uzun. hoş. şimdi bitirdim. o kadar da uzun değilmiş yav.
neyse
çok teşekkür ederim
Canım Gule
🍀
Gule
Okurlardan işte bu samimiyeti bekliyorum sonra da akıllarından geçenleri söylemelerini.
Darılmadım hiç aksine çok mutlu oldum ve güldüm:)
Asıl ben çok teşekkür ederim canımın içi😘
Özeti yok mudur bu hikayenin, okudum desem yalan olur, zihin müsait değil, başlıyorum başlıyorum bitiremiyorum, yazıdan veya üsluptan değil sorun ihtimal benden biliyorum, yine de bir merhaba demek istedim,
belki bir ara okurum. zihnim dönünce kendine... :) o zamana kadar selamlar saygılar sayın gule'ye.
Gule
Hayır yani senden kaynaklı olmayıp da, yazıda da bi takım sıkıntılar olabilir. Şimdi insan kendi yazınca kusurunu fark etmiyor, üstü kapalı bile yazmış olsa okur yazının açığını daha iyi yakalar, gözlemler gibime geliyor.
Selamlar, saygılar.
Sevgili Gule, inan ki hikaye-leri-n labirentine paldır küldür düştüm Pusulasız ve yönünü bilemeyen bir yolcu gibi kalakaldım hikayenin o daracık koridorlarında. Gerçi dolandım epey içinde, ama bir şeyler anlayarak içinden çıkma çabalarımda epey zorlandım...
Hani, kah güldüm, kah şaşırdım ve gerisin geri başa döndüm - belki garanti olsun diyeydi bu! Anlayacağın epey zikzakladım sayfanın içinde... :)
Gerçi kalemine oldukça "aşina" olduğumu düşünüyordum, ama bu hikayen biraz uzundu ve - birbirinden "kopuk" gibi kurgulanmış olmasından olsa gerek - sanki çağlar öncesinden sansasyonel bir hazineyi bulmuş olmanın verdiği sevinç ve şaşkınlığı yaşadım yine de.
Senin duru ve samimi üslubunu seviyorum, Gule. Hele hele kullandığın metaforlar, benzetmeler, karekterler ve mekanların tasvirinin organikliği ve görselleştirme yetin... Fantastik gerçekten.
Örneğin halı yıkama meseles ki, beni 70-li yıllara götürdü. Mahalledeki "temizlik hastası" teyzelerin sidik yarıştırırcasına avluların taş ve beton zeminlerine yaydıkları halıları, fırçalarla, köpüklü sular içinde defalarca alt üst etmeleri geldi gözümün önüne...
Hele hele o tasvir ettiğin erkek karekterleri, tiplemeler... :) Godfather'in o korkunç adamlarını da taşımışsın ya buraya... :)
Kısacası; hem karamizah serpiştirilimiş satır aralarına, hem de katil zanlılarıyla göz göze getirmişsin okuyucunu.
Hayal gücün geniş ve zengin; kalemin"kıvrak zeka"ya sahip, ma heya daha ne olsun.. :)
Çok kutluyorum eserini ve seni, Gula mı. Böyle yazmaya devam...
Teşekkürler, sevgiler olsun çokça.
Gule
Çok teşekkürler canım, her zamanki gibi güzellikler kattın yine sağolasın.
Sevgilerimle.
Bir gece vâkti arkanızdan bir ses bazen "gel," bazen de "dur," diye bağırabilir.
Eğer gitmeyi seçerseniz karanlığa, kötüye, yargıya, eleştiriye karşı bir adım atar, bunlarla yüz yüze gelme riskini göze alarak savaşırsınız ve kendinize, bileğinize, kaleminize olan güveninizle karanlığı delip geçer, ışığa ulaşırsınız. Yolun sonunda kazancınız; tecrübedir, "kendini bilen" tecrübe, sonranız ise hep aydınlık.
Durup hiçbir şey yapmamayı seçtiğinizde ise günbegün ürkek ruhunuzuna bakıp utançla ölür, kısacası ölmeyi öğrenirsiniz.
Uzun yazılarda konunun bütünlüğünü korumak risk taşısa da kalem, bir rüyânın, hayalin peşinden ancak bu kadar cesurca ilerleyebilir ve bu kadar enfes bir anlatımla menziline ulaşabilirdi, diyorum... O kadar hoşuma gitti ki bir bu kadar daha olsa, tekrar sıkılmadan okurdum.
yüRekTen tebrikler.
Gule
Çok teşekkürler /yüRekTen
/ yüRekTen
".. labirentte kaybolmuş birini alacakaranlıkta mumla aramaya çıkmışız gibi dört koldan dağılıp açılarak, uzaklaşmışız azıcık."
Siz daha yazının başlığı ve girizgâhında okuyucuya bir mesaj veriyorsunuz zaten; 'okuyucu'ya... Mesajı yakalamak ve o düzlemde gelişmeyi takip etmekten ziyadesiyle keyif aldım.
Yazı Küçük İskender'in önüne düşseydi, iç içe geçirdiğiniz giriftli fakat asla kopuk ve karmaşık olmayan anlatıya yakın plandan değil de uzaktan bakmayı yeğler, labirentte kaybolmuş o birilerinin içinden katilin kim olduğunu şıp diye tanırdı.
Bana göre de hem maktüllerimiz hem katillerimiz bilincimizin yatağında hâlâ uykuda.
Ve ne mutlu iki belâyı güzün ortasında dürterek uyandırıp karşı karşıya getirebilen, güçlerini aynı seviyede eşitleyerek kalem ile yerlerini gösterebilenlere...
Gardı alıp her ikisini de kontrpiye ile şaşırtmak elzem. Malum mevsim gâm- mevsim nem- önümüz kış.
Sevgiyle♡
Gule
Çok ama çok teşekkürler tekrar.
Kalemin büyüsü var, buğulu var, heyacanı var, var oğlu var.... daha ne olsun. Bir de yakaya kurdele olsun ki, yakışır. Bana kalsa iki güne art arda takardım kurdele.
Seni okumak her daim keyif verici sevgili Gule. Hep yaz emi.
Tebrikler ve sevgiler.
Gule
Bazen çat kapı beynimizi yoğun bir sis tabakası kaplar ve o bulanık görüntüyü dağıtıp, önceden kasıp kavuracağını da kestiremediğimiz olası bir fırtınanın önüne geçmek için; iç sesimizi susturup boşaltmak ve bu yükten kurtulmak isteriz olabildiğince.
Keyif vermek mutluluk verici...sevdiğim kalemleri bir arada görmek ise daha da keyifli.
Güzellikler getiriyosun hep, teşekkürler Sky...
Oldukça uzun, zaman zaman kafamız karışsa da geriye dönüp yeniden okuma riskini göze alamadığım :)) ama yine de akıcı ve keyifli bir anlatı. Dildeki doğallık akışta gayet güzel alıp götürdü bizi. Tebrik eder devamını dilerim.
Gule
Belki bu rüyalardan bir seri çıkabilir...muhtemelen yine böyle karışık bir şey olacaktır...rüya ve gerçeklerin iç içe geçip zaman kavramını belirsizliğe dönüştüreceği hikayeler.
Teşekkür ediyorum.
Güney
Gule
Okurların düşünceleri de önemli tabi ki, göz önünde bulundurup daha dikkatli olurum umarım.
Yapıcı-motive edici yorumunuz için tekrar teşekkürler.
Hocam bu kadar derin mevzuları okuyup analiz etmek çok zor gelir bize iyisimi daha yalın yazsan hani bir kaç dörtlük gibi bende şiir gibi okudum çalışmayı tam ilhamlık bir ifade kullanmışsınız kutlarım sizi
Gule
Teşekkür ediyorum.
Gökyüzündeki yıldızlar bile bu hikayeyi duydu ve kıskançlıkla parlamaya başladı! Seninle ilgili anlatılanlar, bilim kurgu romanlarını kıskandırırken, komedi tanrıları bile gülme krizine girdi. Bu yazı mizahın Oskar'ını hak ediyor!
Bu epik anlatı, kahramanımızın hayatını anlatırken bir gülme tufanına dönüştü! Anlatıcı, kelime cambazlığıyla hikayeyi dokurken, komik periler bile kıskançlıkla kıkırdamaya başladı. Dünyanın en gizemli kahkahaları bu hikayede yankılandı, komedinin sınırlarını zorladı.
Hikayenin sonu, bir kahkaha patlamasıyla geldi ve herkes, "Bu, gülmek için yaratılmış bir destan!" dedi.
Not: seçki kurulu her kim ya da kimlerse bu yazıyı okuduğuna / okuduklarına asla inanmıyorum 😀😀😀
Tanrı günahlarımızı affetsin!
Elhamdülillah
Gule
Teşekkür ediyorum.
Durumum vardı okudum :) Su gibi aktı gitti, üslubun o kadar samimi, o kadar gerçek dünyadan ki. Zamanında bizim mahallemizde bulunan delikanlı ablalarımıza benzettim. Bilinç akışını o kadar güzel kullanmışsın ki. Yazının bazı bölümlerinde kendimi Ağır Roman okuyormuş gibi hissettim. Yazı inişli çıkışlı, gerilimin tavan yaptığı yerler var. Ama dediğim gibi üslup bir harika.
Günün yazısı olacaktır sanıyorum. Tebrikler.
Gule
Çok teşekkür ediyorum cointreau hem yazıya göstermiş olduğun bu ilgi hem de vaktini ayırdığın için, beğenmen de mutlu etti ayrıca...
Sağolasın.