- 214 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HAPİSHANEDEN NOT GELDİ
Dilge Hanım, çok şeyler gördü, gördüğünden fazlasını yaşadı. Yaşadı derken, sözgelimi değil gerçekten yaşadı.
İlk görevine orta Karadeniz’in karasal ikliminin tam anlamıyla hakim olduğu altmış dört haneli bir dağ köyünde başladı. Köy halkı yoksullukta eşit zenginlikte ise üç hane vardı. Bu zenginlik ölçüsü tabiki o köye göre yapılmıştı. Köydeki evler, birbirine en az üç yüz metre yakınlıkta olan ahşap evlerden oluşan bir köydü. Gürgen, meşe, ardıç ile çalılıklar ortasında tek taş yapı okuldu. Okulda ne okul! Tek derslikli, sadece yazı tahtası ve dört haritası vardı. İki fiziki ve iki de siyasi olan Türkiye ve Dünya haritalarıydı. Dilge Hanım, bazen elinde tebeşir Türkiye haritasının ölçeğine göre kendi memleketi ile olan uzaklığı hesaplardı. Gözlerinden iki damla yaş süzülerek alt dudağına kadar inerdi. Sonra yerine geçer hasretini, özlemini türkülerde arardı.
Dilge Hanım, yemek yapmayı bilirdi fakat köyde bakkal, fırın yoktu. Ekmek bulmak büyük bir sorundu. Ancak öğrenciler her gün sıra ile ekmek getirirlerdi. Bu ekmek, yoksul evindense mısır, zengin evinden gelirse buğday ekmeği olurdu.
Dilge Hanım, beş, altı bin nüfuslu İç Ege kasabalarında birinde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi aynı kasabada okudu. Öğretmen okulunu ise aynı ilde okudu. Siyasi hiç bir yanı olmadı. Tek derdi mesleğini yapmak ve dul anasına yardım edebilmekti. Babası yıllar önce 1983 yılının mayıs ayında kaybolmuş nereye gitti?, nasıl gitti? Bu gidiş nedendi? Ölü mü ? Yaşıyor mu? bilen yoktu. Dokuz yıldır hiç bir haber alınamadı.
Dilge kız, uzun kış gecelerinde bazen kitap okur çoğu zamanda tüplü TV de belgesel izler veya film izlerdi. Bazen de yakın evlerden ergen kızlar gelir sohbet ederlerdi. Köylü kadınlar hem severler hemde Dilge kıza, üzülürlerdi. Dilge öğretmen bütün özverisiyle öğrencilerine kültürel açıdan, yaşam biçimi, iklimleri, gelenk, görenek, kalkınmışlık gibi birçok yönden dünyayı anlatırdı. Özellikle kız öğrencilere daha özenli davranırdı. Kızların okuması gerektiğini anlatır, kendisini örnek gösterirdi. Ergen kızlar kendi aralarında fısıldaşarak kikir kikir gülerlerdi. Köyde delikanlı yok denecek kadar azdı. Neden mi? Çoğu gurbetçi olan gençler ancak kışın birkaç günlüğüne köye gelirlerdi. Dilge kızı görmek için kolonya ile saçlarını özenle tarar, beyaz gömlek giyer, tıraş olurlardı. Sonra anlamsız ya da Dilge kız için bir anlam taşıyan bahaneler bulur okula gelirlerdi. Bu gelişler kendi fikirleri değildi. Anneler özellikle telkin ederlerdi. Belki de öğretmen oğlunu beğenirdi. Neden olmasın belki de Dilge gelini olurdu !! Ama bu hayal kırıklığına hiç gücenmezlerdi. Ne de olsa okumuş kız kendi amele oğluna bakacak değildi ya!
Bir kasım günü il jandarma komutanı, ilçe milli eğitim müdürü, kaymakam ve bir manga asker köye geldiler. Muhtarla birlikte okula da uğradılar. Dilge öğretmen, konuklarına dibek kahvesi ikram etti. Daha sonra il jandarma komutanı ve kaymakam, Dilge öğretmen ile başbaşa bir görüşme yaptılar. Bu görüşmede il jandarma komutanı tam da şu konuşmayı yaptı.
"Dilge Hanım, sen burada devleti temsil ediyorsun. Sende biliyorsun ki Türk devleti asırlardır en yüce ve en güçlü bir devlettir. Son duyumlarımıza göre bazı bölücü, anarşist, komünist faliyetlerde bulunmak üzere birileri bölgeye sızmışlar. Vatan hainleri, iman dolu müslüman Türk milleti ve devletini yıkmak için faaliyet gösteriyorlar. Böyle vatan hainlerine gereken cevapları en sert şekilde vereceğiz. Bu kişiler kim olursa olsun bizim için vatan hainleridir. Babamız, amcamız, kardeşimiz bile olabilir. Bundan böyle bu gibileri gördüğün zaman derhal bize haber vermen bir vatan borcudur. Muhtarın evindeki telefon senin emrindedir" dedi. Kaymakam da başını sallayarak onay verdi. Daha sonra muhtar ve öğretmene hiç bir güvence vermeden geldikleri gibi gittiler.
Dilge öğretmen, bu ziyaretin neden gerçekleştiğini hiç anlamadı. Beyninde bir ömür boyu olmayan sorular yumağı oluştu. Kimdi bu vatan hainleri. Vatan hainleri nasıl insanlardı? Nasıl tanıyacak nasıl ayırt edecekti? Bu soruların cevabını bilmiyordu.
Dul annesinin mektubu eline geçtiğinde mutluluktan ağlamaya başladı. Hiç beklemediği bu mutluluk, duygular sağanağı oldu. On yıl sonra babası Cemil Özcan, ortaya çıktı. Babası gittiğinde, Dilge on bir yaşındaydı. Aldığı mektupta havalar düzeldiği zaman ziyarete geleceklerini yazmıştı. Bu düzelme Nisan ayı oluyordu. Hem kızlarını görecekler, hem de Dilge öğretmenin hazırladığı 23 Nisan ulusal egemenlik ve çocuk Bayramı törenlerini izleyeceklerdi. Bu süre aşağı yukarı bir buçuk ay demekti. Dakikalar saat, saatler gün, günler ay gibi uzanmıştı. Ama sayılı gün çabuk geçer derler günler geldi geçti. Ağaçlar, çalılıklar arasından kıvrıla kıvrıla yukarı doğru çıkan köy minibüsü okulun önünde durdu. Minibüs şoförü iki kere korna çaldı. Dışarı çıkan öğretmene, "Müjdemi isterim öğretmen hanım bak kimleri getirdim" diye el salladı. Dilge öğretmenin ayakkabısını bile giymeden annesine koşması, boynuna sarılıp bir ağlaması var ki hiç bir ressam çizemez, hiç bir kalem yazamaz. Bir elini babası tuttu. Diğer eli annesinin omzunda eve girdiler. Söz sözü açtı. Sohbet koyulaştı. Annesi yemek hazırlarken, Dilge babasını süzüyordu. Çocuk yaşta ayrıldığı babasını bir çok ünlü kişiye benzetti. Boyunu ve gözlerini Tarık Akan’a, burnunu Fatih Sultan Mehmet’e veya Ecevit’e de benziyordu. Ama esas soracağı soruyu bir türlü soramadı. Doğrusu annesinden öğrenmekti. Yer sofrasında zeytin, kasabadan getirdiği yöresel peynir, annesinin yaptığı kete, yumurta, ve yine annesinin yaptığı reçel vardı. Yemek sırasında biraz suskunluk oldu. Sonra babası, "Soruyu sormayacak mısın" dedi. Sonra yanıtını beklemeden "Zorunlu olarak yurtdışına gitmek gerekiyordu. Bende bizimkiler gibi yaptım. Gerisni annenden öğrenirsin" dedi. Annesinin dediğine göre şöyle olmuştu. Kenan Evren darbesi, bir çok ailenin bölünmesine, "Devlet düşmanlarının"! Yakalanması ve gerekli cezayı çekmesi, sağcı solcu tam elli kişinin idam edildiği yıllardı. Cemil Özcan’da arananlar listesinde vardı. Solcu, kominist ve örgüt üyesi olarak idamlıklar (1402 sayılı kanun) arasında aranıyordu. Ya yakalanacak belki de idam edilecekti, ya da yurt dışına kaçmak. Cemil Özcan’da ikinci yolu seçti. Cemil Hoca, (arkadaşları öyle derlerdi) kasabada bulunan devrimci yirmi bir kişiden en öndeki kişiydi. Bir şekilde yurtdışına çıktı. Kısaca dört yıl Romanya’da kaldı. Daha sonra Hollanda’ya gitti. Romanya’da çok zor günler geçirdi. Beş parasız kaldığı günler, manavdan meyve, marketten sigara bile çaldı. Bulduğu her işte çalıştı. Ama Hollanda’da rahat etti. Kendi gibi yurtdışına giden arkadaşlarını buldu. Hem de sürekli çalıştığı bir atölye işi buldu.
1993’lü Tansu Çiller’in karanlık döneminde artık aranmadığını düşündüğü için Türkiye’ye döndü. O yüzden bunca yıl sevgili eşinden, biricik kızından ayrı kaldı.Bu duruma, Dilge pek bir anlam veremese de olan olmuştu. Artık babası vardı. Bu her şeye değerdi. Bir hafta boyunca çok güzel vakit geçirdiler. Hatta bazı köylüler evlerine davet ettiler. Bir hafta sonra aynı köy minibüsü ile geri döndüler.
Aradan iki gün geçmişti ki okulun önünde askeri bir araçtan, bir manga asker indi. Bu sırada Dilge öğretmen elinde tebeşir matematik dersi yapıyordu. Ellerinde uzun namlulu silahlarla okula yöneldiler. Bir asker sınıfın kapısını tekme ile açtı. On asker silahlarını öğretmene yöneltti. Başka bir asker öğretmenin bileğini sıkı sıkı kavramış sanki yırtıcı şahinin ak güvercini pençeledigi gibi dışarı çıkarttı. Öğrenciler ne olduğunu anlamadılar. Korkudan altına kaçıranlar oldu. Manga komutanı bir başçavuş öğretmene sert bir sesle "On dakika içinde hazırlan gidiyoruz" dedi.
Askeri araçtan inmeden önce Dilge öğretmenin gözlerini bağlamışlardı. Dört saat nezarette bekletildi. Gecenin ilerleyen saatlerinde iki kişi tarafından sorgulama başladı. Dilge öğretmen, bir bardak su istedi. Kimlik tespiti yapıldı. Sorgucular ile Dilge öğretmen arasında şu konuşmalar yapıldı.
-Sen solcu musun?
-Hayır.
-Kominist misin?
-Hayır.
-Millyetçi misin?
-Hayır.
-Ülkücü müsün?
-Hayır.
-O zaman nesin sen orospu?
Dedi ve okkalı bir tokat attı. Sonra diğer sorgucu başladı
-Sen O’na bakma Hoca hanım O biraz yorgunda kusuruna bakma. Köye kimler geldi?
Dilge öğretmen korkmuş. Dili dönmüyor. Korku psikolojisi öyle etkili olmuş ki kelimeleri unutmuş. Hece hece konuşuyor.
-Ben hiç kimseyi görmedim. Haberim yok.
-Şüpheli herhangi biri gelmedi mi?
-Hayır.
-Sen nerden biliyorsun şüpheli olup olmadığını?
-Ben bilemem.
Dedi o anda sorgucu Dilge’nin saçlarını eline doladı. Kendine doğru öyle bir çektiki sanki tüm saçları yerinden söküldü.
-Orospu seni şimdi burada s.kerim kimse bir şey yapamaz. Diye bağırdı.
Dilge öğretmen, sorgucunun boğazında kıpkırmızı olmuş küçük dilini ve üst damağındaki çürük dişinin ne kadar iğrenç ve korkunç olduğunu gördü. Pis nefesi genzine doldu. O anda kendini tutamadı ve masanın üzerine istiğfar etti. Diğer sorgucu sırtına bir tekme atarak dışarı çıktılar. O gece nezarette bekletildi. Ertesi gün erken saatlerde çürük dişli sorgucu yine geldi. Hiç bir şey demeden Dilge’nin burnunu öyle bir kavradı ki nefes alamaz oldu. Sonra sol göğsünü kavradı sıktıkça memesi kopacak sandı.
-Şimdi konuşmazsan bu memenin altındaki kalbini sökecegim.
Gerçektende sanki göğsü kopacak kalbi sökülecek kadar sızlıyordu.
-Demek kimseyi görmedin?
-Hayır.
-Hangi örgüttensin Arkadaşlarını söyle en azından birinin adını söyle.
-Benim bir örgütüm yok.
-Demek tek çalışıyorsun.
-Evet köyde başka öğretmen yok.
Sorgucu okkalı bir tokat daha attı.
-Onu biliyoruz sen söylemesende biz arkadaşlarınıda yakaladık. Onlar senin adını verdiler.(bu alışılan zarf atma yöntemi)
-Benim öyle arkadaşlarım yok.
Bu sırada kalın bir tahta parçasını sağ elinin üzerine indirdi. Sol kulak memesini tuttu. Pis kirli tırnağını kulak memesine bastırıyor, bağırıyor, kıpkırmızı suratı gederek çirkinleşiyordu.
-Demek yok haa ben şimdi bulurum.
Dedi ve Dilge’nin altındaki sandalyeye bir tekme atarak yere devirdi. Sandalye ile birlikte Dilge öğretmende beton zemine yüzükoyun düştü. Çürük dişli sorgucu, Dilge’nin üzerine oturdu. Sırtına, kafasına, kalçalarına, ensesine seri yumruklar atıyor. Ayrıca bu sırada bir çeşit cinsel haz alıyordu. Bunu anlayan Dilge, var gücüyle bağırıyordu.
-İmdat kurtarın bu adam sapık. Sapık bu adam yetişin.
Bu sırada başının belaya gireceğini anlayan çürük dişli sorgucu yorulmuş, nefes nefese son bir teme daha attı. O sırada nezaret temizlikçisi gelmişti.
- Bu oruspuyu adliyeye çıkartın dedi.
Sorgu sırasında İl jandarma komutanı geldi.
"Köye gelip gideni neden haber vermiyorsun kaltak ama biz biliyoruz" dedi gitti. Dilge öğretmen bu bilgiyi muhtardan öğrendiklerini anladı. Zaten babasının Türkiye’ye geldini de öğrenmişlerdi.
O gün öğleden sonra elini yüzünü yıkadılar. Bir tas çorba verdikten sonra askerî mahkemeye götürdüler. O zamanlar terör suçluları sıkıyönetim mahkemeleri bakıyordu. Mahkeme başkanı elli yaşlarında bir askerdi. Önce kimlik tespiti yapıldı. Sonra hâkim sorgulamaya başladı. Önündeki dosyayı bir süre inceledi.
"Memleketin neresi? Kaç yaşındasın? Nerede çalışıyorsun? Hangi örgüttensin? Örgütte kaç kişi var? Hangi eylemlerde bulundun?" Gibi bir çok soru sordu.
En son soru şuydu.
-Cemil Özcan’ı tanıyor musunuz?
-Evet benim babamdır.
-En son ne zaman gördün?
-Üç gün önce.
-Örgütle ilgili mi konuştunuz?
-Ben örgüt nedir bilmem öyle bir şey yok. Beni görmeye geldiler.
-Başka kim vardı?
-Annem vardı.
-Başka diyeceğin var mı?
-Hayır yok. Dedi.
Hâkim, hazır bekleyen jandarmalara götürün dedi.
Elleri kelepçeli şekilde cezaevi aracına binerek götürdüler. Jandarma erlerinden bir tanesinin adı Suat Çiftçi (namı diğer Sıpa Suat) diğernin adı ise Tayfun Güneş’ti. Aslında bu iki er birbirini hiç sevmezlerdi. Cezaevine geldiklerinde bir takım işlemlerden sonra kadın gardiyana teslim ettiler. Kadın gardiyan, Şanzuman Nuray olarak bilinen iri kıyım bir kadındı. Şanzıman olarak anılması çok geniş kalçalı ve acımasız olmasındandı. Bu teslim sırasında Sıpa Suat ile Şanzıman arasında gizli gizli konuşmalar ve gülüşmeler diğer asker Tayfun Güneş’i rahatsız etti.
Yaralı bir ceylan, ürkek bir serçe, yıkılmış hayaller, dağınık kapkara saçlar, içine kaçmış gözler, incinmiş bir ruh ve ayakta duramayan bir beden Dilge öğretmen, kadınlar koğuşunun kapısından içeri doğru itildi. Şanzıman Nuray, "Bu oruspuya yerini gösterin" dedi ve gitti. Kadın mahkumlardan biri "Ay kız gerçekten oruspu musun?" diyerek şuh bir kahkaha attı. Başka bir mahkum, "Hadi kız hadi çekinme burdakilerin hepsi oruspu" diyerek kolundan tutarak bir ranzayı gösterdi. Meraklı mahkumlar her biri sorularla yüklendiler. Dilge öğretmen, hıçkıra hıçkıra yüzükoyun yatağa kapandı. Bir süre sonra yaşı ilerlemiş mahkumlardan biri yanına geldi. Elini Dilge’nin omuzuna koydu. "Yeter artık kızım biz senin oruspu olmadığını biliyoruz. Haydi neden buradasın gerçeği anlat bizde bilelim " dedi. Dilge öğretmen korkak sinmiş ne denirse yapacak kıvama getirilmiş bir durumda.
-Ben orospu değilim.
-Onu biliyoruz kız sen neden getirdiler?
-Vallahi bilmiyorum.
-Ne iş yapıyorsun?
-Öğretmenim.
-Nerede?
-...iline bağlı... köyünde.
-Nerelisin?
-D...liliyim. Dedi ve başından geçenleri, tutuklanması, karakolda ve mahkemede ne olduysa olduğu gibi anlattı.
-Ama neden burada olduğumu bilmiyorum.
Yaşlı kadın mahkum, bu kadar ayrıntıda bir samimiyet gördü. Yalan söylemediğini anladı. Artık burada yanında olduğunu, sorguda her ne olursa olsun üzerine atılı suçların hiç birinin kabul etmemesini telkin etti. Eğer kabul ederse çok uzun süre buradan çıkamayacağını oya işler gibi işledi. Kendisi hakkında da bilgiler verdi. Sekiz yıldır yattığını ve hemşirelik yaptığı yerde kendisine tecavüz edeni öldürdüğünü anlattı.
Sorgu odasına gözleri kapalı şekilde götürülürken ayağı merdivenlere takılıyor, tekmelenerek kaldırılıyordu. Önce örgüt üyesi olduğunu kabul etmesini istiyorlardı. Çırılçıplak soyup tazyikli soğuk ile ıslatılarak joplandı. Meme uçlarına elektrik verildi. Tekmelendi, yumrukladı, yüzüne tükürdüler. Kış ayazında dizlerinin üzerine çökertildi elleri soğuk betona dayalı dakikalarca bekletildi. Elleri yerde diz çökmüş şekilde bayılana kadar bekletiliyordu. Bu öyle bir şey ki tüm, diz ve kol kasları spazm geçiriyor öyle bayılıyordu. Dilge öğretmen, bu sorgular sonucunda hiç bir şeyi kabul etmedi.
Şanzıman Nuray, ile Sıpa Suat’ın gizli konuşmalarını Jandarma er Tayfun Güneş gizlice dinledi.
Sıpa Suat;
"Ben bu kızı tanıyorum. Bu kız bizim kasabadan Kominist Cemil’in kızı bunu bana yap. Konuşturamadık bari güzel bir becereyim."
Şanzıman Nuray;
"Hı hı benden haber bekle" dedi.
Bir gece yarısı Dilge öğretmen sorguya götürülürken Sıpa Suat’ta gizlice koğuştan çıktı. O sırada zaten tetikte olan Tayfun’da gizlice peşinden gitti. Arka tarafta atıl bir binanın kapısında bekleyen Şanzıman Nuray "gel" işareti yaptı. Binanın arkasındaki küçük pencereden bakan Tayfun, elleri bağlı Dilge öğretmeni gördü. Sıpa Suat içeri girdi tam dokunmaya başlamıştı ki; Jandarma er Tayfun, eline geçirdiği bir demirle önce Şanzıman Nuray’ı yere serdi. Gürültüyü duyan Sıpa Suat daha kemerini bağlamadan demir sopa sırtına, beline kıçına kıçına peşpeşe indi. Tayfun öyle öfkelendi ki; "Alçaklar namussuslar şimdi ben ikinizide s.kecegim diyerek tekmeledi. Gürültüyü duyan nöbetçi askerler olay yerine geldiklerinde Şanzıman Nuray ile Sıpa Suat kanlar içinde yatıyorlardı.
Soraki gün bu olay hapishanede duyulur duyulmaz büyük bir isyan çıktı. İsyanda askerlerden, mahkumlardan, gardiyanlardan yaralananlar oldu ama iki saat sonra isyan bastırıldı. Sıpa Suat ile Şanzıman Nuray başka yerlere gönderildi. Jandarma er Tayfun Güneş eylemlerinden dolayı askerî mahkemeye çıktı. Mahkeme heyeti başkanı kıdemli albay Tayfun’u haklı buldu sadece on dört günlük disiplin cezası verdi.
O günlerde Cemil Özcan’da tutuklandı.Neden tutuklandığını bilmiyordu. Fakat kanıt yetersizliği ve davanın düşmesi nedeniyle bir hafta sonra serbest bırakıldı.
Bu olaydan yetmiş iki gün sonra Tayfun Güneş’in askerliği bitti. Terhis oldu. Tayfun cezaevinden ayrılmadan önce helallik almak için yaşlı kadın mahkumun yanına uğradı. "Seher abla çok şükür vatan borcunu tamamladık sende hakkını helal eyle" dedi.
"Helal olsun kara yiğidim yalnız sana bir not vereceğim onu yerine ulaştırırsan sonsuza kadar hakkım helal olsun" dedi. Göğsünden çıkardığı bir kağıt verdi. O kağıtta şöyle yazıyordu. " SAYIN CEMİL BEY, KIZINIZ DİLGE ÜÇ AYDAN BERİ... CEZAEVİ NDE TUTUKLU BİR ÇARESİNE BAKINIZ SELAM VE SAYGILARIMLA"
Tabii ki bu girişim gizlilik içinde yürütüldü. Tayfun, İstanbul’a gitmeden önce D...’ye gitti. Cemil Özcan’ın evini buldu. Annesi yoktu ama babası evdeydi emaneti verdi. Hemen ayrılmak zorunda olduğunu söyleyerek İstanbul’a gitti.
Cemil Özcan bu işlerde deneyimli olduğundan hiç telaş yapmadı. Karısına İstanbul’a gideceğini birkaç gün sonra geleceğini söyledi.
Ertesi gün bu işlerde çok yetkin bir avukat olan Hasan Temizkan’ı alarak avukatın arabası ile yola düştüler. Kızının görevli olduğu İl’e vardıklarında güneş çoktan batmıştı. O gece İl’in iyi otellerinden birinde geçirdiler. Sabah Avukat ve Cemil Hoca önce adliyeye gittiler. Cumhuriyet başsavcısı ile yapılan görüşme iki saat sürdü. Sonra hapishane müdürü ile görüşmeler, gerekli evraklar, telefon görüşmeleri derken o gün akşam oldu. Yine aynı otelde kaldılar. Ertesi gün yine bir takım bürokratik işlemler derken öğleden sonra saat üçe doğru hapishane müdürü ile yapılan görüşme sonunda Dilge öğretmenin tahliyesine karar verildi. Bu haberi hiç beklemeyen Dilge öğretmen, önce inanamadı. Yaşlı kadın mahkumun yüzünde bir gülümseme vardı. Başı ile bu iş tamam der gibi onayladı. Ne yapacağını, ne diyeceğini şaşıran Dilge öğretmen, Seher ablasına sarıldı sarıldı ağladı. Diğer kadınlara sarıldı. Ömür boyu Seher ablasını ve diğer kadınları unutamayacağını unutamayacağını defalarca söyledi. Akşam saatlerinde kadın gardiyan koğuşa girerek "Dilge Özcan gözün aydın tahliye çıkıyorsun" dedi. Dilge öğretmen, tekrar herkesle vedalaştı. Gardiyan ile çıktılar. Hapishane kapısında bekleyen babasını görünce ağlayarak koştu. Öyle bir sarıldı ki ayırana aşkolsun. Yanındaki kişinin avukat olduğunu söyleyince hiç tanımadığı avukata da aynı babasına sarıldığı gibi sarıldı.
Hemen o gece yola düştüler. Güneş doğmadan eve vardıklarında henüz elektrik ışıkları yanıyordu. Kapı zilini iki kere çaldı. Annesi uykulu gözlerle baktı. Kocasını, kızını ve diğer yabancı adamı görünce koştu kızına sarıldı. Eve davet etti. Adam nazikçe evine gideceğini daha sonra görüşeceklerini söyleyerek ayrıldı.
Sonraki günlerde Özcan ailesinde bir hazırlık vardı. Cemil Hoca ile eşi durum değerlendirmesi yaptılar. Cemil Hoca:
-Artık bu memlekette duramayız. Zırt pırt kapımızı çalarlar.
-Doğru söylüyorsun da ne yaparız?
-Şimdiye kadar ne yaptıysak onu yapacağız.
-Yani
-Başka çare yok. Geldiğim yere Hollanda’ya gideceğiz. Huzur var, özgürlük var. Çevrem çok yeni bir yaşam kuracağız.
-Nasıl?
-Orasını düşünme o iş bende. Burada bize gelecek yok. Bunu kabullenmelisin.
-Tamam mademki öyle hazırlık yapalım.
Pasaportlar, vize işlemleri, malların satılması derken dört ay geçti. Bütün işler tamamlandı. Bir Çarşamba gecesi Avukat Hasan Temizkan’ın Ford arabası ile İstanbul’a gittiler. Bir gün sonrada Hollanda hava yolu uçağı ile Amsterdam’a uçtular.
Ömər Yalçın
31 Ekim 2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.