Sanki Beton Bir Sütuna Sarılmıştım
Yorucu bir iş günü daha geride kalmıştı. Akşam karanlığında yorgun adımlarla eve geldiğimde, koca bedenimin mutfakta bulaşık bezi kadar yıpranmış hissettim. Yine de tüm gücümü toplamak için direndim. Buna mecburdum.
Sıcak bir duş aldım. Hafiflediğimi duyumsadım. Bir dinginlik kapladı benliğimi ve neredeyse unutmak üzereydim bütün haftayı!
Geçip koltuğun çökmüş köşesine yayıldım. Bu kez kumandayı elime almak yerine, gözlerimi kapattım. Derin derin soludum. Odanın loş sessizliğini duyumsarken, gözkapaklarımın ağırlığını hissettim. Hayır hayır, diremnmeyecektim. Varsın uyuyakalayım, Varsın yemeksiz kalayım bu akşam, dedim içimden. Aradan ne kadar kısa bir zaman geçti, bilmiyorum. Telefonun sinyaliyle irkildim.
Gözlüğüm olmadığından arayanın kim olduğunu göremeden. ”Ja!” dedim. (galiba biraz sert ”ja”, dedim). Karşıdaki ses; ”kapıdayım. Yukarıya çıkabilir miyim?”, dedi. Tanıdım o sesi. Mi’nin sesiydi bu. ”Bunca yıl sonra, beni görmeye mi gelmiş? Üstelik haber vermeden… "Elbette!” dedim. Şaşkınlıkla, sevinç arası dış kapıya yöneldim. Halbuki ona ne cevap verdiğimi anımsamıyordum. Hiç üstüme başıma bakmadan açtım kapıyı. Karşımda O.
”Miii! diye çığlık atmak üzereydim ki, geri adım atarak kendimi son anda frenledim. Kapımdaki, bir yabancı gibiydi. Suspustu. Sersemliğim daha da arttı. Yine de, eski bir alışkanlığı yenemedim. Sarıldım ona. Sanki beton bir sütuna sarılmıştım. Hem de buz gibi bir sütun…
”Keşke... anam beni doğurmasaydı da, bu anı yaşamasaydım!” dedim içimden. O montunu çıkarırken, ayakkabılarının bağını çözerken, gözlerimi alamıyordum ondan. Galiba, her şeye rağmen çok özlemiştim onu. ”Bu ne surat!” dedim yine de içimden. Sanki sevinçle birlikte, huzurum kaçmıştı bir anda. Bu nasıl bir paradokstu?
Oflaya puflaya banyoya girdi. Hijyenine hala dikkat etmesi hoşuma gitmişti. Özensiz giyinmişti. Bana bakmadan etrafına bakındı. Uzun kollarını sıvamakla oyalanıyordu. Düşünceli görünüyordu:
- Seni iyi gördüm, diyebildi nihayet. Oturdu az önce benim yığıldığım köşeye.
Bana bakmadan konuşmaya özen gösteriyordu sanki. Ne saçma, diye düşündüm. Hem beni görmek için evime kadar geliyor, hem de bana bakmadan konuşuyordu. Belliydi: bir derdi vardı bunun… Anlatsa dinleyecektim. Yardım da edecektim elbette. Ama hiç tahammülüm kalmamıştı onun kaprisli hallerine... Hele hele böyle yorgunken.
Aslında, optimist ve sabırlıyımdır. Hoşgörülüyümdür de çoğu zaman... Ama, birileri böyle üstüme üstüme gelip, ”rencide” ediyorsa, mazoşistçe bir kapana sıkıştırmaya çalışıyorsa beni… işte o zaman, bir kasırgaya, borana dönerim. Ama belli ki, bizimki başka bir gezegende şimdi! O gıcık tavırlarına, o keçi inadı doğrularına sempati göstermemi bekliyor aklınca. ”Ya, kızım, kendine haksızlık etme... Ölüp gidicez bak! Yapma!” demem de bir işe yaramamıştı yıllardır. Hadi alttan al, hadi yut, görmezlikten gel… Daha nereye kadar? Bunca aradan sonra, evime kadar gelmesi, beni sürprize uğratması bir yana; hala kapris yapmasına dayanamayacağım hani. ”Aaaa! Yeter artık ama! Biraz büyü artık kardeşim!” diyesim geldi, ama demedim tabii. Neyse, uzatmayayım!
Biz daha hoş beş faslına başlayp, normal bir diyaloğa girmeden telefon geldi. ” Canım, bir saniye!” deyip bakmak zorunda kaldım. Ben rahatsız olmasın diye balkona çıktım. Pencereden baktım ki kitaplıktaki kitapları inceliyor. Sonra bir daha baktığımda televizyona baktığını gördüm. Konuşmam bittikten sonra özür diledim ve karşısına oturdum. Hiçbir şey söylemedi. Dönüp bana bakmadı bile. Kaşları çatıktı. Dudaklarını kuru üzüm gibi büzüştürmüştü. Bu keyifsiz halleri kaygıya düşürdü beni. Temkinli, olmayı elden bırakmadan:
- Eee, anlat bakalım canım! Neler yapıyorsun bunca zamandır, nasıl oldu…? Yok, sesi çıkmıyordu bizimkinin.
Bozulduğumu yansıtmamaya özen gösterdim. Derin bir nefes alarak yeni bir hamlede bulundum:
- Canım, aç mısın? Yoksa… bir şeyler mi içelim önce, hı? Yok! Yine sesi çıkmadı.
Sabırla cevap vermesini bekledim, ama nafile. Bir anlam vermeye çalıştım bu hallerine; ama o, öyle suspus oturuyordu sadece. Gözlerini de ekrandan ayırmıyordu. Mecburen yeni bir çabada bulunayım dedim. Daha ben ”canım” demeye kalmadan uykudan uyandırılmış bir kaplan gibi zıpladı yerinden:
- Öfff! Sorularınla sıkboğaz etme Allah aşkına! Dur bi... belgesel izliyorum. Muhammad Ali belgeseli. (geriye yaslandı, ses tonunu kıstı) Seni bilmem, ama ben hala aşığım bu adama. dedi.
Şaşkınlığım daha da arttı. Yine de ”oh be! Nihayet normale benzer iki cümle kurdu. Bunun öfkesinin geçmesi de zaman alıyor. Gel de katlan!" diye düşündüm. Hazır konuşmaya başlamışken, hiç vakit kaybetmeden: atıldım:
- Bu çok eski bir belgesel. Ben bir kaç kez izledim. Gerçekten de çok enteresan, dedim.
Ansızın bana döndü. Elindeki kumandayı bir mikrofon gibi tuttu. Sol kolunu koltuğun sırtına yasladı. Bağdaş kurar gibi oturdu. Belli ki atağa geçmeye hazırlanıyordu. Gözleri her zamanki gibi baygın değildi. Sanki buğuluydu. Ürkütücü, karanlık bir gölge göz bebeğinin üstüne çöreklenmişti. Gözlerimi mütemadiyen kaçırdım. Ama onun hala bana baktığını göz ucuyla görüyordum. Az sonra, tekrar döndüm ona. Evet, bana bakıyordu hala. Ama sanki görmüyordu beni. Tarifsiz bir ürperti kapladı ruhumu. Bir cambazın sihirli değneğinin havaya kalkan ucunda kaybolmayı arzuladım o an. Biçare, tırnaklarımı inceliyor gibi yaptım. Atmosferi yumuşatmam gerekiyordu. Ne de olsa ev sahibiydim. Hem, atağa geçmesinden endişe duyuyordum. Yeniden gözlerimi yumarak derin bir iç çektiktim. İç çekişlerimi, yorgunluğumu, çaresizliğimi de ona sezdirmemeye çalıştım tabii. Tam bir şey söylemeye hazırlanıyordum ki, onun sesiyle irkildim:
- Biliyor musun... Ben iyi değilim. Değilim… Ahhh! Seniiin, senin bilmediğin şeyler var kuzum... Belki de senin anlayamayacağın kadar vahim... Çüüünküüüü, senin dünyan, benim dünyamdan öyle farklı ki… Geç de olsa, daha iyi anladım… Anladım ki… biz birbirimizden hayli... uzaklaşmışız. Aynı dili konuşmuyoruz. Ve… sana kırgınlığım… öfkem… bundan... Anladın mı? diyebildi.
Son cümlesinde ses tonu düştü ve sanki boğazına bir kemik takılmış gibi tıkandı.
Onu endişeyle izledim. Sözlerini öyle sakin bir edayla söylüyordu ki, hiç tanımadığım bir insan gibiydi karşımda. Ama elindeki kumandayı sıkı sıkı tutuyordu hala. Ekran kararmıştı. Sanki surreal bir iklime düşmüştüm ve bambaşka bir insanla baş başa bırakılmıştım bir kafesin içinde. Ağlayarak konuştuğunu da bir süre sonra algıladım. O konuşurken nerelerdeydi zavallı aklım, algım? Böyle ağlamasına daha önce hiç tanık olup olmadığımı anımsamaya çalıştım. Ama, anımsayamadım. Bedenim... bedenimin donup kaldığımı hissettim. Balansı kalmamıştı benliğimin. Tuhaf bir şekilde, panik sardı içimi. O an onun burada benimle olmamasını diledim içimden. Oysa ben biçare oturmuş onu izlemekten başka bir şey yapmıyordum. Ben böyle biri miydim? Ben ki kalkar sarılır, elini tutar ve teselli ederim üzülen bir insanı, ama şimdi?
Evet, şaşkınlıktan put kesilmiştim. Dudaklarım, dişlerim kilitlenmişti. Dilim yoktu ağzımda. Dil ki en güçlü kaslardan biridir, yırtık bir çaput gibiydi ağzımın bir köşesinde. Ya çenem? O da taş kesilmişti. Aklım, beyin hücrelerimi bir çuval gibi bir meydana bırakmıştı ve habire recm edilmesini izliyordu. ”Konuş konuş, bir şey söyle!” diyordu. Oysa benim söyleyecek bir şeyim kalmamıştı. Öylece oturuyordum sadece. Aptallaşmıştım. Uyuşturulmuş bir halde onu izliyordum. Saniyeler, dakikalar birbirini kovalarken, o habire konuşuyordu. Ama ben onu duymuyordum bile. Odanın dört duvarın mezar sessizliği içindeydim ve onu dinliyor gibiydim. Kitaplığımdaki bütün kitaplar, yerdeki kaşmir halısı, çiçeklerim... onun sesini yutmaktan boğulmak üzereydi...
Bir an onun gözlerine baktığımı kanıksadım. Gözyaşlarının yanaklarından süzülüşünü izliyor olmalıydım. Bu sahneyi öyle iyi anımsıyorum ki… Evet evet, sadece izliyordum. Hipnotize olmuş, solgun yüzlü bir ölüyü andırıyordu onun yüzü. Sonra nedense gözlerinı usul usul silişini, burnunu çekişini anımsadım. Putlaşmış bedenim kıpırdamaya başladı. Gözlerim karanlıktan aydınlıga yeni çıkmış bir insanın gözleri gibi kamaşmıştı adeta. Ve... titreyen alt dudağında asılı kaldı gözlerim. Sadece dudağı değil, çenesi de sarsılıyordu. İşte o an, yine nefes alamadığımı hissettim. Uykudan uyandırılmış gibi irkildim. Farkettim ki, ben de ağlıyorum. Gözyaşlarım burnumu tıkamıştı…
O, usulca başını kaldırdı. Bana baktı. Gözleri kanlıydı. Işıltısı kaybolmuştu. Gömleğinin ucuyla burnuna kadar götürdü. Burun kanatlarını sardı ve içine seslice sümkürdü. İğrendim. Halbuki kağıt mendil paketi vardı sehpanın üstünde. Aldım paketi, uzattım kendisine. Ama eliyle itti. Demek ki kendinde değildi. Hatta aklını yitirmek üzereydi. Sadece o mu? Hayır hayır! Beni de sürüklüyordu o derin kuyuya.
Ne kadar zaman geçti böyle, bilmiyorum. Saate bakmaya mecalim yoktu. Kırılmiş bir yumurta içi gibiydim. Ve saatin matematiğini düşünemeyecek kadar yorgundum üstelik. Hem bedenim hem de zihnim hiçbir kaosu kaldıramayacak kadar yorgundu. O, oturduğu yerde doğruldu. Kamburlaşan sırtını dikleştirdi. Son hamlesi gözle görülecek kadar çevik kıldı onu:
- Ya… bize ne oldu böyle? Biz niye koptuk? Son iki yıldır neden? Hiç mi merak etmedin beni? Hiç mi ne halde olduğumu görmek istemedin, ha?
Bu sualleri beklememiştim ondan. Sorguya çekmeye mi gelmişti yoksa? Şaşırmakla, hüzünlenmek arasında gidip geldim. Bu karşımdaki, iki yıl önceki insan değildi. Bir insan halden hale nasıl evrilebilirdi bu denli çabuk? Şaşkınlıkla izliyordum onu. Her bir harekleti bana yabancı ve mistik geliyordu. Fakat tuhaf bir biçimde hassas, masumdu da. Acınası bir hali olduğu gibi, kasıtlı, beni de üzmek ister bir hali vardı. Ne diyeceğimi bilemedim, ama yine de sokuldum yanına:
- Bak canım! Çok haklısın. Gelmedim. Gelemedim daha doğrusu. Ya neyse! Olmadı işte! Peki sen neden yapmadın? Sen neden aramadın, sormadın beni? Evet! Pandemi zor günler yaşattı hepimize...
Ama neyse.. İstersen, geçmişten söz etmeyelim. Kapatalım o sayfayı, he? Bak, sen geldin. Hem de, çok iyi yaptın, biliyor musun? Bundan sonra daha sık gelirsin. Ben de gelirim. O iki saatlik yol neki? Değil mi, ha?
Son cümleyi söylerken gülmeye çalıştım, ama beceremedim. O da fark etmiş olmalıydı yapmacıklığımı, sözlerimin harbi olmadığını...
Yine başını öne eğdi. Yine mimikleri değişti. Bu kez gergin görünüyordu. Sanki kapladığı yer küçülüyordu giderek. Yerçekimi gücüyle aşağıya doğru kayıyordu onun olduğu nokta. “Ah, ne yapsam acaba?” diye düşündüm. Hiç oralı değilmişim gibi davranmak, ignore etmek daha mı mantıklı olacaktı? Bilmiyordum. Hiçbir şey bilmiyodrum… Yeniden, daha yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya yeltendim:
- Bak ne diycem! Gel mutfakta devam edelim. Acıktık, değil mi? Hem.. sana bir önerim var canım: Seninle… dedim, ama gerisini getiremedim.
Dönüp bana bakmasını bekledim. Heyecanlanmasını, hareketlenmesini, bana yardımcı olmasını bekledim. Bir umut, bir kıvılcım bekledim, ama nafile. Derin bir nefes aldım. Artık inceldiği yerden kopsun, dedim. Bütün endişe ve korkularımı bir yana püskürttüm. Artık olan olsun, dedim ve kalktım yerimden:
- Diyorum ki… Seninle bir yerlere seyahate çıkalım. Bize çok iyi gelir bak!
Bana bakmak, cevap vermek yerine, kalktı koltuktan. Göğsüne düşen başını hiç kaldırmadan banyoya doğru yürüdü. Arkadan, çelimsiz ve yaşlı bir kadını andırıyordu. Eski aurasından eser yoktu. Sanki kötü bir hastalığa yenik düşmüştü bedeni. Sanki en son hamlelerini atıyordu takatsız adımları. Oysa ben, onun peşinden bakarken kalakalmıştım ağzımda yuvarlanan cümlelerin kalabalığıyla. Peşinden bakarken, onun bu hallerine dayanamayacağımı, kaprislerini çekemeyeceğimi düşündüm.
Ansızın ikildim. Ve böyle düşündüğümden utanç duydum. “Eyvah! Duymuş olmasın…” dedim. İşte o an ayaklarımın bağının çözüldüğünü hissettim.
Ah, yerimden kalkabilecek miyim?
Tanrım! Söyle, sen neredesin?
Hadi, bir el uzat bana!
Not: foto bana ait.
H. Korkmaz, 2020/2023, Sthlm
YORUMLAR
İki kişinin birbiriyle olan yalnızlığını resmetmiş yazı , iki sevgili diyemiyorum
sanki sevgili olmayı becerememiş iki yalnız insan...belki kendilerinden çok dinleselerdi birbirinin yürek sesini , anlamaya çalışsalardı kalplerindeki özlemi , sevgiye açlığı bütün kapıları açacaklardırdı sevdaya giden. Ee ne yapalım her filmin sonu mutlu bitmek zorunda değil....
Yüreğine sağlık kahvaltıma eşlik eden güzel bir yazı okudum ve sorguladım kendi yalnızlığımı...
Sevgiyle kucaklıyorum seni Sevgili Tüya...
Tüya
Kafamda kurguladığım bu değildi aslında. Yazma süreci içerisinde bambaşka bir şeye evrildi. Yani tümüyle kurgu. :)
İnsanın iç dünyası, duyguları, kendini nasıl ifade ettiği ve başkalarıyla diyaloğu vs. hep enteresan gelmiştir bana. Sanırım bu nedenle takılıp kaldım, odaklandım bu iki cinsiyetsiz insan arasındaki kaotik iletişime...
Yalnızlık mı dedin? Aslında yalnız olmayanlar da çoğu kez yalnızdır belki...
Sevgi ve selamlar çokça.