- 311 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
SEVGİ TÜNELİ
Gözlerimi kapattım. Ortalık kapkaranlık. Sadece ben karanlıktayım. İçimde bir aydınlık aradım. Düşünce gemisiyle iç dünyamın derinliklerine daldım. Birden bire birçok tüneller çıktı karşıma. Tünellerin üzerlerinde kocaman levhalar vardı. Levhalarda “sevgi”, “aşk”, “şefkat”, “merhamet”, “saadet” gibi sihirli kelimeler yazılıydı. İçlerinden en süslü ve cazip olanına, yani “aşk” tüneline yöneldim. Ben yaklaştıkça içeriden aşk ızdırabı çekenlerin iniltileri, feryad u figanları, yanık ciğer kokuları ve kalbi kırıkların şikâyetleri dışarıya taşıyordu. Ayrılık, ızdırap ve vuslatsızlık dayanılmaz acılar veriyordu. Korktum. Ürperdim. Çekindim. Bunca acıya hazır değildim.
Üzerinde “sevgi” yazılı olan tünele yöneldim. Sanki ağuşunu açmış beni kucaklayıverip de içine alacakmış gibi sevecen geldi. İçeride loş bir hava ve birçok belli belirsiz şekiller vardı. Ne olduklarını tam seçemiyordum. Korkmuyordum ama merakım had safhadaydı. Yavaş adımlarla içeri girdim. Biraz ilerledim. Gözlerime gelen görüntüler netleşmeye başlamıştı. Şimdi etrafımı ve yolumu daha iyi görebiliyordum.
Daha önceden görmediğim, keşfetmediğim ya da farkında olmadığım bir yerdi. Tehlikesi var mı, yok mu bilmiyordum. O yüzden ihtiyatlı ilerliyordum. Yolun kenarında rengârenk, çok güzel, çok alımlı ve sevimli çiçekler vardı. Bunlar, “Sevgi çiçekleri” olmalıydılar. Ellerimi uzatmak ve dokunmak istedim. Uzatır uzatmaz sanki bir elektrik lambasının düğmesine dokunmuş gibi ortalık birden aydınlandı. Her yer nurlandı. Şaşkındım. Gayrı ihtiyari ellerimi çektim. Çiçeklerin bütün güzellikleri ortadaydı. Benim için artık gölgede saklanan hiçbir tarafları ve çözülmemiş hiçbir sırları kalmamıştı.
Biraz çekingen ve ürkek bir halde ellerimi “gül”e uzattım. Daha dokunmadan gül, birdenbire güzel bir kadına dönüştü. Ellerimi büyük bir acıyla çektim. Gülün hançeri saplanmıştı. Kanıyordu. Kadın alaylı bir şekilde güldü. Şaşkındım. “Bu ne iştir?” dedim. Esrarını çözemedim. Bir anlam veremedim. Oradan ayrılıp yoluma devam ettim.
Yoldan geçerken nergisler, menekşeler, laleler, reyhanlar, açelyalar, fulyalar, yaseminler, başaklar, yoncalar, yapraklar, defneler dizili gördüm. Her birisine artık yaklaşmaya korkuyordum. Bir buse almadan bin tokat vuracaklarmış gibi duruyorlardı. Ben dikkatle nazar ettikçe sevimli ve güzel çiçekler insan suretini alıyorlar, sevimsiz yanlarını bana gösteriyorlardı. Merakım gittikçe ziyadeleşiyordu. Kendimi sevgi ve muhabbet yoksunu hissediyordum.
Belirli mesafelerde “aşk”, “şefkat”, “merhamet”, “saadet” tünellerine geçiş noktaları vardı. Bu tünellere kafamı uzatıp geri çekiliyordum. Daha “sevgi”yi bulamamıştım. Yoksa diğer tünellerden merhamet, şefkat ve saadet mi dilenmeliydim? Biraz daha ilerledim. Nazarıma bir “filiz” ilişti. Bir göz kırpması kadar kısa bir vakitte serpildi, gelişti. Rengârenk çiçeklerle dolu bir bahçeye dönüştü. Güllerin en güzeli karşımda duruyordu. Kendime güven geldi. “Ne pahasına olursa olsun korkmuyorum artık.” diyerek ellerimi uzattım. Güllerin en güzeli de bana meyletti. Boynundan tutup öptüm, kokladım. Cümle kokusunu ciğerlerimde topladım. Birden ayaklarımın altı boşaldı. Çok derin bir kuyu halini aldı. Ben aşağıya doğru düşerken güllerin sultanı dalından koptu. Elimde kaldı. Birlikte düşüyorduk. Gülün dikenleri el, kendisi de dillere destan bir güzel oldu. “İşte aradığım sevgi bu olmalı” dedim. Sevindim. Artık sevgiliydim. Mutluydum.
Kuyunun yanlarında küçük küçük ahirzamana has fitne delikler vardı. Bu deliklerden kıskançlık okları, haset mızrakları, düşmanlık hançerleri günahlara bulandırılıp bulandırılıp üzerimize atılıyordu. Bazen süslü püslü ve cazibeli olanlarına aldanıyor, sarhoşluktan onları sevgi okları sanıyor, zehirli olduklarını sonradan acısını duyunca anlıyor ve ızdıraptan kıvranıyorduk. Bir hayli yara bere almıştık. İçimizdeki yaralar kurtlanmış, kalplerimiz lekelerle siyahlanmıştı. Bu yaralardan, lekelerden ve cazibedar fitnelerin günahlarından kurtulmak için; “El-aman! El-aman!” deyip kaçacak yer, tutunacak bir el arandık. Her şeye rağmen çok mutluyduk. Mutluluğumuzu gölge düşüren bu oklar, ehemmiyet verdikçe büyüyorlar, küçük gördükçe kaybolup gönlümüzdeki gülistana diken olup zararsız bir hal alıyorlardı.
Kuyunun dibine vardığımızda kendimizi; “atık duygular çöplüğü”nde bulduk. Başımızı yukarı çevirip baktık. Bütün tünellerin ucu buraya çıkıyordu. Çöplükte; karşılıksız sevgiler, ayrılıklar, acılar, Mecnun’un kan ağlayan kalbi, çöl kumları, Ferhat’ın kırdığı kaya parçaları, kazması, küreği ve aşk ateşiyle yanmış kor yüreği, Roma’yı yakan kibrit, düellolarda kullanılan silahlar, aşk mektuplarında kullanılmış kalemler, mürekkepler, buruşturulup atılmış kâğıtlar, arabesk kasetler, cd’ler, cd çalarlar, müzik âletleri, romanlar, hikâyeler, ağıtlar v.s. v.s. ne ararsan vardı.
Burada dünyanın pis ve çirkin yüzü bütün çıplaklığıyla gözüküyordu. Bütün bunlara rağmen çöplükte çöplenenler, gözleri ve kulakları açık olduğu halde göremeyenler ve işitemeyenler vardı. Seslendik duymadılar. İşaret ettik görmediler. Onlara acıdık. Saf ve tertemiz bir sevginin sümbüllenemeyeceği bu kötü ortamda kalamazdık.
Yola çıktık. Dere tepe düz gidip bir çağlayana rastladık. Altına girip üzerimize saplanan fitne oklarından ve onların sebep oldukları kirlerden arındık. Artık dışımızda kirden eser kalmamıştı. Ama manevi kirlerin ağırlığı altında hâlâ ezildiğimizi hissediyorduk. İçimizdeki korku, endişe, vesvese ve ümitsizliğin açmış olduğu derin yaralar, içimizdeki pis kokular rahatsızlık veriyordu. Bu kirlerden de bir an önce kurtulmak istiyorduk. İçimiz dışımıza dışımız içimize çevrildi. Dupduru sulara tuttuk kendimizi. Çıkarmadı. Alıp götürmedi.
Çare yok. Yolumuza devam ettik. Manevi kirlerimizin iğrenç kokuları etrafı sarmıştı. Bu halden bir an evvel kurtulmalıydık. Münasip bir yerde diz çöktük. Ellerimizi açtık. Fıtrat, istidat, hal ve dil lisanlarıyla samimi bir şekilde tazarru ve niyazlarda bulunduk. Muztar kalmıştık. İntizardaydık. Mahcup ve şaşkındık. Hüsrana düşmüştük. Nefislerimizi kurban etmeye hazırdık. Rabbimizin dostluk kevserinde yıkanmak en büyük arzumuzdu. Seller ve tufanlar gibi üzerimize hücum eden günahların boğmasından bizi ancak O kurtarabilirdi. Gözyaşlarımız seller gibi aktı. Benliğimizi istila etti.
Bu samimi ve muztar haldeyken başka bir âleme geçtik. Birden önümüze nurani bir havuz açıldı. Yavaş yavaş merdivenlerinden inerek içine girdik. Her tarafımız nurlandı. Kirden, kokudan eser kalmadı. Havuzun öbür başından tersyüz olan vücutlarımız düzelmiş bir halde çıktık. Şimdi misler gibi güzel kokuyorduk. Bir kuş tüyü kadar hafiftik ve hakiki aşkı bulmuştuk.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.