- 701 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
TÜRKÇENİN ŞAİRİ: CEMAL SÜREYA
Cemal Süreya, Türk şairi Türkçenin şairidir. O hem şiirleriyle hem de şiiriyle yarışan düz yazılarıyla bir kuyumcu gibi işlediği Türkçeyi zenginleştirmiş, güzelleştirmiştir. O aynı zamanda bir dünya şairidir. Şiirinde insani öz baş tacıdır. Cemal Süreya devrimcidir. Sosyalisttir.
Ülkü Tamer bir şiirinde onu, ’’Atlas Okyanusunda Fırat’n Salı...Zap suyunda Alp çiçeği’’ olarak betimler. Bu şiiri okuyan Cemal Süreya çok duygulanır, mutlu olur. Ve ’’Sağ ol’’ der, Ülkü Tamer’e ’’Beni bu kadar güzel anlatan şiirin için...
Şiire ve geleceğe olan inancını, umudunu hiç yitirmez. Şiir insanın bilincini daha ilerde bir yere atacak, insana yeni nitelikler kazandıracaktır. Var mıdır böyle bir hayat? Vardır böyle bir hayat. Olacaktır. Nerval’in çıldırmadığı, Mayakovski’ nin kendine kıymadığı, Lorca’nın kurşuna dizilmediği bir hayat.’’
İnsana, doğaya yeryüzünün tüm güzelliklerine tutkundur Cemal Süreya. Paraya, güce tapanlara isyan eder. Çağını eleştirir: ’’Dikenli tellere takılmış çiçek...Yüzyılımız çiçek diye seni getirdi.’’
Ana tarafı da baba tarafı da Alevi kökenlidir. Ana dilleri zazaca olmasına rağmen Cemal Süreya’nın ailesinde konuşulan dil Türkçedir Özellikle babaannesi, temiz bir Türkçeyle konuşur. Cemal Süreya da kardeşleri de zazaca bilmezler.
Cemal Süreya, Türkçeye aşıktır. Bu aşkı şairce şöyle anlatır: ’’Türkçeden bir kıl kopar; içinde güneşler, dünyalar, ırmaklar vardır. Ama Türkçeden koparacaksın.’’
Onun bu tutkusu, Türkçe toprağını, bereketli yağmurlar gibi beslemiş, canlandırmış, yeni filizleri çimlendirmiş.
Cemal Süreya, nüfus cüzdanındaki adıyla. Cemalettin Seber 1931 yılında Erzincan’da doğan, nüfusa kayıtlı 185 erkek çocuktan biridir. Büyükbabası Kamer Bey’in ailesi Erzincan’ın varlıklı, hatırı sayılır ailelerinden.
Cemalettin’in babası Hüseyin Seber, abisi Memo ile birlikte nakliyecilik yapmaktadır. İstanbul’a gide gele büyük kent görgüsü kazanmıştır. Hüseyin, yakışıklı bir adamdır. Hep takım elbiseli, kravatlı, tiril tiril...’’Süslü Hüseyin’’ derler ona.
Doğu’da, Cumhuriyet’e karşı isyanların başladığı yıllardır. O yıllarda çıkarılan bir yasayla 500 bin kişi, köyünden toprağından koparılarak orta ve Batı Anadolu’ya dağınık bir şekilde yerleştirilirler. Cemal Süreya’nın ailesi de bu 500 bin kişinin arasındadır. Yerleşme planında onlara Bilecik ili gösterilir.
Gerçekte sürgün edilen, bir tartışmada Erzincan Valisi’ne tokat atan, Memo’dur. Hüseyin Seber, abisi Memo’yu yalnız bırakmak istemez, gönüllü olarak sürgünü kabullenir. Diğer iki kardeş Fatma ve Hasan aileleriyle, İstanbul’a taşınırlar. Cemal Süreya onda derin bir iz bırakan, bu sürgün yolculuğunu şöyle anlatır:
’’Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, o polisler. Duyarlılığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü. Babam sürgün
de öldü.’’
Memo ve Hüseyin Seber kardeşler artık Bilecik’te yaşamak zorundadırlar. Bilecik halkının sevecenliğini unutmazlar hiç. Horlamamış, itip kakmamış, tam tersine bağırlarına basmışlardır onları. Ama sürgün olmanın ezikliğini hep hissederler.
Erzincan, bir masal şehri olarak anılarda ve rüyalarda kalır. Bir de annesinin, ’’Ateş Kerem, tutuş Kerem, yan Kerem...’’ diyen sesi hep kulağındadır. Annesi 23 yaşında, sürgünün altıncı ayında, ölür. Cemalettin 7 yaşındadır, ağlamaz, acısı içine oturur. Yıllar sonra bu kaybı, ’’Küçük kalbimdeki kuş ölmüştü’’ diyerek anlatır. Her gün cenazenin kaldırıldığı camiye gidip musalla taşının başında annesi için dua eder. Anne Gülbeyaz’ın ilk mevlidini de ’’hoca’’ olarak Cemalettin okur.
Üvey annelerle, yatılı okullarla, yalnızlıkla, yoksullukla, sürgün olmanın ezikliğiyle geçen çocukluğuna anne özlemi damga vurur. Bu kaybın acısı giderek büyür, derinleşir, yaşamına kök salar. Kişiliğine, şiirine siner. Sevdiği her kadında annesini arar:
’’Annem çok küçükken öldü
beni öp, sonra doğur beni’’
Eşini kaybeden Hüseyin Bey sürgünden kurtulma çabasına girişir Şansını denemeye, ablası Fatma ve kardeşi Hasan gibi İstanbul’a yerleşmeye karar verir. İlk adım olarak oğlu Cemalettin’i kız kardeşinin yanına İstanbul’a yollar. Bu kararda oğlunun büyük şehirde okumasını istemesi de etkili olur. Fatma hanımın evi, Cihangir’dedir.
Cemalettin’in eğitimi Firuzağa’daki Beyoğlu 37. ilk okulunda başlar. İstanbul’a ve okula alışmak zor olmaz. Zor olan halasından harçlık almaktır. Kendini yük gibi görür, olabildiğince az harcar. Babası onun için para yollar ama nedense hala bundan ona söz etmez.
Edebiyatta ilk ödülünü ilkokul ikinci sınıfta yazdığı kompozisyonla kazanır. Üçüncü sınıfta serüven ve aşk romanlarını keşfeder. Böylece okuma tutkusunun yolları açılmış olur.
Hüseyin Bey, Cemalettin’den sonra bir yıl bekler sorun çıkmayınca annesiyle iki kızını da gönderir İstanbul’a Üçüncü yıl da kendisi taşınır. Arnavutköy’de bir iş bulup çalışmaya başlar. Ama kötü haber çok beklemez.
Cemal Süreya o günlerde yaşananları şöyle anlatır:
’’Bir akşam eve polis geldi. Hepimizi alıp Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. Bir gece orada kaldık. O sıra küçük kız kardeşim daha on beş yaşında. Büyük annem en az atmış beş. Tahta sıranın üzerinde uyumuştuk.’’
Aile Bilecik’e dönmek zorundadır. Cemalettin üçüncü sınıfın ikinci yarısını Bilecik Birinci ilkokulu’nda okur. Aile Memo amcanın evinde toplanır. Hüseyin Seber makinist olarak Karayollarına girer. Annelik görevini büyük anne üstlenmiştir. Çocuklara karşı her zaman yumuşak ve şefkatlidir.
Altı yıldır bekar olan Hüseyin Bey, Esma hanımla evlenir. Esma Hanım çocuklar için, kötü bir üvey anne olur. Cemalettin, çaresiz bir şekilde yıllarca kardeşlerinin eziyet görmesini izlemek zorunda kalır.
Cemalettin, Esma Hanım’ın zulmünden uzaklaşmak, evden kaçmak için gizlice parasız yatılı sınavına girer, kazanır. Ama kardeşlerinin derdi hep içindedir. ’’ Acıya alışmayı öğrenmişimdir’’, ’’acıları hep içimde taşıdım’’ der. Sitemi ise doğayadır: ’’Gökyüzü acıyım demedi bize.’’
1944 yılında ortaokula başlar, üç ay sonra da parasız yatılı olur. Babası bu duruma üzülse de Cemalettin için bu başarı, bir övünç kaynağı olur. Parasız yatılılığı bir ayrıcalık ve mutluluk nedeni olarak görür.
Bir yaralama olayına karışan Esma Hanım polisten korkup kaçınca, aile ’’ruh hastası’’ olan bu üvey anneden kurtulur. Hüseyin Bey, bu defa melek gibi bir kadın olan Refika Hanım’la evlenir.
Okulun futbol takımına girer ve atletizme başlar. 19 Mayıs’ta 100 metre koşusunda, ayağındaki postallara karşın birinci gelir. Ödülü dolma kalemdir. Böylece ilk kez bir dolma kalemi olur.
Okul dışı boş zamanını Halkevi kitaplığında geçirir. İlgisini çeken her şeyi okuma tutkusu devam eder. Bu da ona güçlü bir ansiklopedik bilgi kazandırır. Halkevi kitaplığında Sait Faik’i tanır. Onun gibi öyküler yazma isteği duyar. Yaptığı bir çok söyleşide, ’’Dostoyevski’yi okudum o gün bugün huzurum yok’’ diyerek büyük yazarın onda yarattığı etkiyi açıklar. Karamazof Kardeşler romanını beş kez okuduğunu özellikle vurgular.
Ortaokul birden ikiye geçtiği yaz tatilinde babasının da çalıştığı Karayolları ekibinin şantiyesinde çadır bekçiliği yapar ve bir takım elbise parası kazanır. Gün boyu kimsenin olmadığı dağ başında bol bol düşünecek, hayaller kuracak zamanı olur. Yazarlık adı Cemal Süreyya’da o üç ayda karar verir. Çift olan ’’y’’ nin birini ise, daha sonraki yıllarda bir iddiayı kaybedince atar
Ortaokul ikide ’’ilk’’ aşkı denebilecek olan, daha sonraki yıllarda ilk eşi olacak, kızıl saçlı Seniha Nemli, sınıf arkadaşı olur.
Seniha Nemli’ye ortaokul üçten itibaren yedi yıl her hafta dergi kalınlığında mektuplar gönderir.
Mektup yazma bir tutkudur onda... Yayıncı olarak en çok mektubu Cemal Süreya’nın yazdığı söylenebilir. Papirus dergisini çıkarırken, tanıtım için tek tip mektup yerine, yüzlerce farklı mektup yazar. Sevdiği kadınlara neredeyse her gün yazar. Aynı şehirde mektuplaşır. Bir söyleşisinde, aşkı ’’aynı masada mektuplaşmak’’ diye tanımlar. En sevdiği şey yüzlerini görmediği insanlarla yazışmaktır. Şiirde ve mektupta utancın yerini cüret alır.
1947-48 öğretim yılında Haydarpaşa Lisesi’ne girer. Yine parasız yatılıdır. Arkadaşlarıyla ilişkilerinde uyumlu ama mesafeli... Kavgalara karışmaz. Lise döneminde edebiyata ilgisi derinleşir. Kendi kendine eski yazı öğrenir. Bu öğrenme işini bir roman okuyacak kadar ilerletir.
Haydarpaşa Lisesi’ni pekiyi notuyla bitirir. Mülkiye o yıl Siyasal Bilgiler Fakültesi olmuştur ve burs da vermektedir. Cemal Süreya Siyasal’ı seçer. İlk öğrencilerden biri olarak kaydını yaptırır ve yıl kaybetmeksizin, en zor bölüm olduğu söylenen, maliye-iktisat bölümünü bitirir.
Mülkiye’nin üçüncü sınıfında edebiyat bilgisi ve yetenekleriyle arkadaşları arasında sivrilir. Fakülte’nin geleneksel dergisi Kazgan’ı hazırlama işi ona verilir. Yayın kurulu başkanı olur. ’’Cemasef’’ takma adıyla şiirler, yazılar, desenler yayımlar orada.
Fakülte’nin yayını olan Mülkiye Fikir ve Sanat dergisi, genç yazarlar için bulunmaz bir fırsattır. Süreya’nın ve o günlerin pek çok genç aydınının, bir çok yazısı bu kanalla okura ulaşır.
1950’li yıllar, edebiyat geceleri yapılıyor. Genç ya da tanınmış şairler kendi şiirlerini okuyorlar. Ondan tık yok. Süreya bu durumu şöyle anlatır:
’’Tam üç yıl gece gündüz çalıştığım halde, yayımlayabileceğim bir dörtlük bile kotaramamıştım. Dizelerin ardına takılır onları bir türlü geliştiremezdim. Umudumu bitirebileceğim tek ve ilk şiire bağlamıştım. Bir tane kotarsam ardı gelir diyordum.!’’
Sonunda doğum gerçekleşir. Israrlar üzerine ’’Şarkısı Beyaz’’ adlı şiirini hızla gözden geçirip verir. Şiir Mülkiye dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanır. Ama ’’Şarkısı Beyaz’’ hiç bir kitabına girmez.
Cemal Süreya’ya asıl ününü kazandıran ’’Gül’’ şiiridir. Garip şiiri bir çıkmaza girmiş, tıkanmış. Bir dönüşümün gerekliliği düşüncesi yaygın...İşte tam bu ortamda ’’Gül’’ şiiri 1954’te Yeditepe dergisinde yayımlanır. Yayınlandığından 50 yıl sonra Süreya, bu şiirini kötü şiirleri arasında sayar.
1956’da Pazar Postası’nın soruşturmasında ’’o yılın en çok hizmet veren şairi olarak’’ onun adı da anılır. Ergin Günçe, Orhan Duru, Tevfik Akdağ, ’Üvercinka’yı yılın en iyi şiirlerinden biri olarak seçerler.
Cemal Süreya, İkinci Yeni olarak adlandırılan şiir deviniminin önde gelen şairlerinden biri olarak kabul edilir. Cemal Süreya’da ’’Türk şiirinin böyle bir devinime gerksinimi vardı’’ der ve ekler: ’’İkinci Yeni benim...Tabii Ece’yi, Turgut’u, Sezai’yi, Özdemir’i, Gülten’i saymazsak..’’
Üvercinka, Şubat 1958’de Yeditepe Yayınları arasında çıkar. Kpak düzenini Sait Maden’in yaptığı ilk basım 4300 adettir ve 6 ayda tükenir. Neden Üvercinka? ’’Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir söz. Barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram. Özdemir İnce Üvercinka için ’’Türk şiirinin en önemli doruklarından biridir’’ saptamasını yapar.
Nisan 1965’te, Göçebe Mehmet Fuat’ın yönettiği ’’de’’ yayınevi tarafından yayınlanır. Süreya, bu çalışması için şunları söyler:
’’Göçebe daha uzun daha tutkulu bir çalışmanın ürünüdür. Daha güvenlidir. Üvercinka’daki şiirlerimin çoğu aşk şiiriydi. Göçebe’de daha geniş bir alana yayıyorum şiirimi. Göçebe’deki şiirleri 27 Mayıs Devrimi’nden sonra yazmışım. 1960 Anayasa’sının gökyüzünü ’’içime çekiyorum. O arada Avrupa’ya gidip gelmişim.’’
Şapkam Dolu Çiçekle, 1976’da Ada Yayınları arasında çıkar. Bu kitapta Cemal Süreya’nın sanatçılara ilişkin yazıları yer alır.
Can Yayınları, 1984 yılında Cemal Süreya’nın o yıla kadar çıkardığı şiir kitaplarının toplu basımını yapar: Sevda Sözleri. Bu kitapta yer alan ’’Bu Bizimki’’ başlıklı şiir Zülfü Livaneli tarafından bestelenir. Süreya, besteyi çok beğenir.
Sıcak Nal ve Güz Bitiği kitapları, 1988’de Enis Batur’un yönettiği Dönemli Yayıncılık’tan peş peşe çıkar. Ali Püsküllüoğlu Sıcak Nal için şu saptamayı yapar: ’’Siyasa onun şiirinde alt bir akıntıdır;gür çayın altında, gideceği yolu bilen su gibidir; bir sözcük, bir tümce, birkaç dize...’’
Cemal Süreya, Fransızcadan yaptığı şiir ve diğer eserlerin çevirileri ile edebiyat dünyamızı zenginleştirmiştir. 40’Iın üstünde çeviri kitabı vardır. Victor Hugo’dan Sefiller, Balzac’dan Goriot Baba, gibi...
1959’da Yeditepe Şiir Ödülü Üvercinka’ya verilir. O yıl bu ödül iki kitaba paylaştırılmıştır. Diğer şiir kitabı, Arif Damar’ın İstanbul Bulutu’ dur.
1966’da Göçebe, Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü alır. Cemal Süreya; Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil ve Gülten Akın’dan sonra bu ödülü alan dördüncü şairdir. Yıllar sonra Göçece’ye bir ’ödül’’ de Kenan Evren’den gelir. 1980’den sonra Evren, Türk Dil Kurumu’nun kapatılmasının gerekçeleri arasında Göçebe kitabına ödül verilmesini de sayar.
Sıcak Nal ve Güz Bitiği, 1988’de ona son ödülünü getirir. Behçet Necatigil, adına verilen bu ödülü sevinçle karşılar. ’’Behçet Hoca kaktı beni alnımdan öptü’’ der.
Cemal Süreya’nın yaşamındaki önemli tutkulardan biri. ’’çocuğum’’ dediği Papirüs dergisidir. Özellikle Pazar Postası kapandıktan sonra, kendi şiirlerini, yazılarını ve beğendiklerini hiç sorunla karşılaşmadan yayımladığı bir edebiyat dergisi olsun ister hep.
Daha önceki yıllarda, Demirtaş Ceyhun ve Yılmaz Gruda’yla birlikte Ankara’da dergi hazırlıklarına başlarlar ama Gruda’nın tiyatroya geçmesiyle bu ilk girişim sonuçsuz kalır.
Bu kez dergi için yakın dostları Muzaffer Erdost ve Ahmed Arif’den destek ister. Papirüs’ün ilk sayısı Ağustos 1960’da çıkar. İçerik olarak iyi bulunan dergi, en başta hevesle götürdüğü Erdost tarafından teknik olarak beğenilmez. Baskıda hatalar yapılmıştır. Mali sorunlar da elini kolunu bağlar. Üzülse de yayına ara verme kararı alır. Ayrıca o günlerde Konya milletvekillerinden bazılarının servet birikimleri soruşturulması görevi ona verilmiş, Ankara’dan ayrılmak zorundadır.
1960’lı yıllarda, Muzaffer Erdost’un yayınladığı Ülke dergisinin başyazılarını Cemal Süreya yazar. Bu dergi de ne yazık ki uzun ömürlü olmaz.
Papirüs, sekiz aylık aradan sonra Mayıs 1961’de yeniden çıkmaya başlar. Ali Püsküllüoğlu’nun katılımıyla teknik sorunlar çözülür, yazar kadrosu da zenginleşir. Muzaffer Erdost, Ali Püsküllüoğlu, Suna Lokman, Arif Damar, Behçet Necatigil, Tahsin Saraç, Orhan Duru, vardır kadroda. Buy ikinci girişimde de ancak üç sayı çıkabilir Papirüs. Cemal Süreya’nın güncelliğini yitirmeyen yazılarından biri olan ’’Şiir Anayasaya Aykırıdır’’ bu dönemde yayınlanır.
Cemal Süreya, 31 Temmuz 1965’te memuriyet görevinden istifa eder. Memurluktan ayrılmam Papirüs’ü çıkarmak için değildi dese de dergi için olabilecek en uygun koşullar oluşmuştur. Ülkü Tamer ve Tomris Uyar’la birlikte 1966 Haziran’ında dergiyi yeniden yayımlamaya başlarlar. Her şey elbirliğiyle yapılır. Derginin ilk mali bunalımı, Edip Cansever’in bir jestiyele atlatır. Tomris Uyar’ın evinden getirdiği eski bir halıyı, Kapalı Çarşı’da antikacı dükkanı olan Cansever 2000 liraya yollayarak aldırır (O günün koşullarında derginin bir sayısı 1500 liraya mal olmaktadır.)
Papirüs’ün 5. sayısında üst katta çıkan yangın bürodaki her şeyin kül olmasıyla sonuçlanır. Bu büyük krizin de atlatılmasında, Göçebe’nin kazandığı ödül parası imdada yetişir. Yangın ertesinde dergi çerçevesindeki genç yazarlar Cemal Süreya’ya yardım önerirler. Hatta yanlış anlaşılmaması için bizim yazılarımızı yayımlayın derler. (Aktaran Hulki Aktunç) Bu dergi kazandığı parayla kendini yaşatıyor mu, yaşatmıyor mu, aslolan budur der, Süreya ve yardımı kabul etmez.
Papirüs, Mayıs 1970’e kadar düzenli olarak çıkar. Papirüs esas olarak bir telif yazılar dergisidir ama çeviriler de yayımlanır. Şiir ve hikayenin yanı sıra edebiyata, sanata ilişkin değerlendirme yazıları da dergide yer alır. İlk dört sayıda, Yeni Dergi, Varlık, Yeni Ufuklar, Yeditepe gibi dönemin önemli dergilerinin değerlendirildiği yazılar yer alır. Basın dünyası da, Cemal Süreya’nın yazdığı gazeteci portreleriyle girer dergiye. Bedi Faik, Metin Toker, Aziz Nesin, Refik Erduran portreleri 1980 sonrası 2000’e Doğru’da yazacağı izdüşümler’in öncüsü sayılabilir.
Papirüs, 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük havasında ve canlı bir fikir ortamında yayına başlar. Papirüs, toplum değerlerini savunan, eşitlikten, özgürlükten yana, doğrudan doğruya ideolojiye bağlanmasa da düzenin değişmesinden yana bir dergi olarak yayın dünyasındaki yerini alır.
Zamanda papirüs’ün yazar kadrosu da kapak konusu şairler de İstanbul sınırını aşar. Bu değişim, dergi çerçevesindeki bir gurubun, Kentli bir dergiden kasabalı, taşralı bir dergiye döndük eleştirisiyle karşılaşır. Fazıl Hüsnü’nün yanına Köy Enstitülüler yakışmaz! 11. sayıdan sonra ortaya çıkan ayrılığın temelinde bu tartışma vardır.
Cemal Süreya, sosyalist fikirleri coşkuyla karşılanır. Tüm yazarları, devrimci düşünceye katılmaya çağırır: ’’
Toplum ve insan sorununa eğilmiş yapıtların aydında biriktirdiği yeni düşünce ağıntısının bir karşılığını kendinde kotarmayan, bunun bir atardamar gibi yeni ve yerli çözümlere; ulusal değerlere dönüştürmeyen, hiç değilse böyle bir çabaya girmeyen yazarlar, sanatçılar yetenekli de olsalar, okur karşısında yiteceklerdir, silineceklerdir’’.
Cemal Süreya’nın çok büyük bir mali sıkıntıya girdiği Mayıs 1970’te Papirüs kapanır ve o, yeniden memuriyete döner.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.