- 273 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
EYVAH, DEPREM İÇİMİZDE!
Uzunca bir yola çıkmadan yapılan rutin kontroller, yolculukta bir engelle karşılaşmamak, yolculuk keyfiyetinden taviz vermemek ve bunu isteten sürede ve maliyette bitirebilmek içindir. Hayatı da bu anlamda bir yolculuk olarak görmek gerekir. Zira uzun bir yoldan farkı da yok onun da. O halde, bu yoldaki engellere karşı bizler neler yapıyoruz? Her molada başladığımız yere göre aldığımız mesafeyi, ilerlemeyi ve hedefe olan mesafemizi gözet miyor muyuz?
Toplumca birlikte yol aldığımız bu düzlemde, yolda engel çıkarabilecek şeylerin azaltılmasında yine her birimizin görevi olmalı değil mi? Aksi halde ne kişisel ne de toplumsal hedeflere sağlıklı şekilde yürümek ve ön görülen hedeflere ulaşabilmek mümkün olur.
Hal böyleyken, gerek birey olarak gerekse de yakından uzağa aile, iş hayatı ve diğerleriyle beraber aynı mekanları çoğunlukla paylaştığımız ve içinde türlü sosyal aktiviteleri yerine getirdiğimiz karargahımız gibi görülmesi gereken, koruganlı, kendine has dokunulmazlıkları da olan ev ve iş yerleri başta olmak üzere çokça yapının da hayatımızda oldukça büyük önemi var demektir. Açık sahada iş yapanları dahi nihayetinde bunu ya bürolarında veya mola almak kapalı sahalarda da devam ettirdikleri, gün sonunda veya günün önemli bir bölümünde de aileleri ile tekrar bir araya geldikleri ortalama bir düzen var hayatımızda. Ne de ihtimam gösterir ve bir o kadar da rahat hissederiz kendimizi burada.
Zaman zaman başka mekanları ve onların kendine özgü havasını solumak isteğimiz bizi düsrtse de dönüp dolaşacağımız ve adeta koşarak geleceğimiz yerdir evimiz. Peki, evlerimizden ne gibi işlevler bekliyoruz? İş yerlerinden beklentilerle ortak yanları olduğu gibi, evlerimizden beklentilerimiz bu konuda daha da ayrıcalıklı bir yerde duruyor galiba. Aile fertleriyle bir arada olduğumuzda hissettiğimiz güven, mutluluk ve hayata dair planlarımız hep bu mekanın değişmez özneleridir aslında. O, bu anlamda bizin karargahımız, kalemiz gibidir. Ne var ki bu işin sihri "deprem" dediğimiz ve yine üzülerek dile getirelim ki dünyada sayılı ülkeden biri olarak bu konudaki acziyetimizle tüylerimizi ürperten ve evlerimizin, iş yerlerimizin velhasılı binalarımızın dayanıklılığı mevzu bizi her nasılsa karamsarlığa itmiş vaziyettedir.
Dünyanın varoluşundan bu yana ve hatta her gün irili ufaklı çok sayıda depremin meydana geldiği de su götürmez bir hakikatken, bunlardan şiddetçe belli noktaları aşanları bizleri doğrudan ilgilendiriyor. Uykudayken ansızın binanın sarsılmasıyla uyanmak ve bunun ardından da güvenle yeniden uykuya dalabilmek lüks oldu onlarca yıldır bizlerde. Kucak dolusu paralarla ve yıllarca da dişimizden tırnağımızdan artırarak, çokça şeyden vazgeçmenin bir bedelinde sahip olabildiğimiz evlerimiz, iş yerlerimiz ve kısacası binalarımız, yapılan fedakarlığın karşılığı olması gereken duruşu bize sağlayamamaktadır. Bu, üzerinde defalarca düşünülmesi, sorgulanması gereken bir şey değil midir? Madem ki bizleri o malum seviyelerde sağlıkla muhafaza edemeyecekler, madem ki her sarsıntıda yüreğimiz ağzımıza gelecek, ne diye bunca fedakarlıkla konut sahibi olunur ki? Sözüm ona, konutlardaki yapım yıllarıyla dayanıklılık arasında da doğrudan bir bağ kurulaması, yeni yapılmış binaların da çok eskilerle aynı kaderi paylaşması ve sonucunda da asla belleklerden silinmeyecek trajedilerin yaşanması da düşülmesi gereken bir konu değil midir?
Yapı teknolojileri konusunda yeterince eğitim verebilecek kadar üniversiteye ve onun alt yapısında da ortaöğretim kurumuna sahip bu ülkenin milenyum içinde yaşaya geldiğimiz ve ortalama 7,01-7,7 arasındaki depremlerde beklentilerin çok çok üzerinde can ve mal kaybına uğramasını nasıl açıklayabiliriz? Konuya dair akademisyenlerin ve resmi veya özel kurum ve kuruluşların ortaya koydukları ve mutabakat sağladıkları yapılaşmaya dair kanun ve yönetmelikler de var iken, nasıl oluyor da her depremde bu acıları yeniden yaşamak zorunda kalan bir kaderciliğe itiliyoruz? Bu kader sadece bu ülkeye mi mekan tutmuştur? Avrupa`da, ABD`de ve hele ki uzak doğudan da Japonya`da da depremler olmaz mı hiç? Elbette zaman zaman yer kabuğundaki levhalarda; kırıla, esneme, birbirinin üzerine binme, çökme vb hareketlilikler oluyor. Soru şu ki, diğer ülkelerde aynı şiddetlerdeki depremlerdeki hasar ile bizdekilerin ortaya koyduğu hasar arasında niçin korkunç farklar var? Bu farkları kapatabilmek adına atılan adımlar neden hayat bulmuyor? Korkarım, her zorlu şeye galip gelen bu yurt, depremlere teslim olmuş ve hatta onu bu coğrafyanın adeta azraili olarak da kabullenmiş gibidir. Bu, esasında utanılacak, düşünülecek ve bir o kadar da sorgulanması gereken bir konudur. Her şeyden evvel, bu bir kader değildir. Öyle olsa idi onca aklı ve onunla ortaya koyan ilmi bahşeden Rahman, "tevekkül" anlayışından ne anlamamızı istemişti, diye sormak gerekir.
Mimar Sinan ile övünürken, onun yapı teknolojilerindeki tekniklerinden bir haberdar oluşumuz tuhaf değil midir? Aradan geçen onca yüz yıla karşın, yapılaşmadaki karnemiz bizi dünya sıralamasında bu konudaki en aciz ülke durumuna da taşımıştır malesef. Yitirilen insanlarımızı, değerlerimizi ve kaynaklarımızı daha konuşmadık bile. Neredeyse kırk yaşında uzmanlaşmış binlerce insanımız karnedeki bu kırık yüzünden dakikalar içinde hayatımızdan da kopup gitmiyorlar mı? Düşündükçe içerlememek ve bu vebalin sorgulanmamasını anlamak da mümkün değil. Ne zaman insanların hayatını gerçek anlamda önemseyecek ve bu kara listenin başından çıkmak için harekete geçeceğiz? Her depremin sanki nükleer bomba atılmış gibi bize derin acılar yaşatmasını bir eğitimci olarak asla kabul edemiyoruz.
Buraya kadar dillendirmeye çalıştığımız bu sorun kendisinden sonra da derinden acılara gebe bir sorundur. Bir depremin yaşanmasından yıllar sonra bunu yitirdiği ailesi, işi, akrabaları ve hayalleriyle birlikte değerlendirirsek, insanların bilinçaltlarında kolay kolay çıkmayacak büyüklükte de izler bırakacağını peşinen söylemek yanlış olmaz elbette. Düşünsenize bir, enkaz altında saatlerce ve hatta günlerce kalacak ve bu arada da yakınlarınıza uzanamayacak ve onların aynı yıkıntı içinde ölümlerini izleyeceksiniz. Bunun adına kader diyebilenler ya hiç ilim tahsil etmemiş ya da bu konuda empati yoksunu tuzu kuru olanlardır ancak. Oysa biz büyük bir milletiz. Bu depremi ilk duyduğumuz, görüntüleri ilk gördüğümüz andan beri hangimizin hayatı normal seyrindedir? Nasıl olsun ki? İçimizden birilerinin bu tarifsiz acılarla ve kışın da tam ortasında onca yokluk ile boğuşması hangi vicdanda tesir etmez? Evet, acımızın bir tarifi yok. Bu yaşanan, cumhuriyet tarihimizin en büyük yıkımıdır. O halde her depremde yeniden bu acıları yaşamamak adına ciddi şekilde şu yapılaşma konusu odak altına alınmalıdır. Belediyelerimizin onca yıldır bu yapılara nasıl ruhsat verdiğinden başlanarak, birilerinin menfaatlenmesine göz kırparak bu denli büyük acıların yaşandığı sayfaya adeta imza attıklarını malesef dile getirmek durumundayız. Bu ülke ne zaman kendini bilmez müteaahitlerin cenneti olmaktan çıkacak. Sanki oyuncak araba yapar gibi inşa edilen binaların "lego" olmadıkları ve içlerinde insanların yaşadığı hakikati ne zaman şu unuttuğumuz değerlere temas edecek.?
Bizi yıkan şeyin deprem veya diğer felaketlerden çok, anlayış biçimimiz, ahlaki ölçüsüzlüğümüz ve tek kelimeyle nefsi mülahazalarımız olduğunu düşünmek yanlış mıdır? Yıkılan her bir binanın ortaya koyduğu tablodaki malzeme, mühendislik, işçilik kalitesi vasatın altındayken, bunlara yol açan o seri katillerin hesabı sorulmazsa bizler kendimizi onlardan nasıl koruyacağız. İşini ahlaki ve ilmi olarak doğru yapanların sayısı nasıl artacak. Zira, insanların cebindeki parayı elde etmek üzere türlü yalan ve hilelerle binlerce insana bu binaları pazarlayan anlayışın, "toplumsal katiller" sıfatıyla anılması az biledir. Hani bir karıncayı incitmeyen anlayışımız. Görün ki daha anne karnındaki çocuğun bile dünyasını karartacak kadar vicdandan yoksun bu insan müsvetteleri, doğru denetim olmadıkça da daha çokça insanın kanına girecekler korkarım. Elbette büyük bir acı ve fakat bilimin verdiği olanaklarla bu peşpeşe gelerek de dünyada ender yaşanan yıkımın faturası bu denli ağır olmayabilirdi. Düşünsenize bir, kuşbakışı görsellere bakılınca büyük kentlerin neredeyse yarısından fazlası haritadan yok olmuş. Sanki binlerce füze ile vurulmuş gibiler...
Biliyorum, yaşadıklarımız sözün bittiği yeri tarif ediyor. Her birimiz üzgün, kederli, mutsuzuz. Bu acıların nihayetlenmesinde gösterilen çabalar ise gerçekten de takdire şayandır. Polisimiz,askerimiz, doktorumuz, sağlık çalışanlarımız, arama ve kurtarmada görev alanlarla gönüllü olarak bu insanlık dramına yardım için koşanlar orada insan üstü gayretlerle adeta bir destan yazıyorlar dersek, az bile olur. Basın da bu konuda oldukça duyarlı ve çokça şeyin koordinesinde olması gereken hamleleri en ideal şekilde sağlamayı başarıyor. Devletimizin de bütün olanakları ile zeminde yer alışı elbette guru verici. Bunun yanı sıra siyasi anlaşmazlıkların bir kenara bırakılarak içte ve dışta insanî odaklı bakışın hayat bulması da not alınması gereken bir durum elbette. Sonuç olarak afetler hayatımızın bir parçası. Onlara daha dirençli hale gelebilmek için çok şeyin yeniden ve olabildiğince de ciddiyetle ele alınması gerekiyor.
Her şeyin ölçüsünde şu maddiyatı aramayan yüksek ahlakı arıyoruz her geçen gün. Onca acının ve trajedinin içinde bunları hayatın bir rutini gibi görerek durumdan menfaat ummaya çalışanlar tam da bir mide bulantısı insanlık adına. Onları yetiştirenler kimlerdi? O tür varlıklar bizi eksiltmekten öte geçebilirler mi. Bu noktada da Farabi`nin şu meşhur "Erdemliler Şehri" ne değinilmeden geçilemez sanırım. Zira orada insanlar onurluca ve birbirlerinin hakkını gözeterek barış içinde, işbirliği içinde yaşarlar. Orada kargaşa yoktur. Biz anlayışı yerleşmiştir ve yapılan işler de son derece kalitelidir. Masalsı da olsa bu dünyayı dile getirilen o güzelliğe taşımak pekala da mümkün. Karakter eğitiminden geçenlerin sayısı arttıkça, bunun yansımalarını da her zeminde görebiliriz elbette. Ve fakat, ilkeli yaşayanların sesleri bu noktada en yüksek çıkmalı ki insan görünümlü sözüm ona "sırtlanlara" yer kalmasın. Bu bir dilek değil sadece, fıtratımızın da çağrısıdır.
Umudumuzu asla kaybetmedik. Milletimizin ortak acısıdır bu. Asıl yıkımın, yıkılışın nereden başladığına bakmayı başardığımızda, depremlerin ve diğer felakaetlerin karşısında daha bir dik ve güvenli olacağımıza şüphe yoktur. Sosyal ve kültürel değerlerimizdeki onca çürümeye karşın, yarınlarda bir ve beraberce olabilmenin en güzel örneğini veren kadirşinas milletimizin bu afette göstermiş olduğu hassasiyet, asla unutulmayacaktır. Allah, bu millete bir daha böyle acılar yaşatmasın. Bedeli tarifsiz bu acıların yaşanmasında rolü olanları devletin ve Hz. Mevlâ`nın adaletine bırakıyor, başımız sağ olsun diyorum!
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.