- 218 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ACABA DEMEKTEN KENDİMİ ALAMIYORUM
Önce topraktan, sonra birbirimizden koparıldık. Şimdi bize sadece kendimiz kaldık. “Tanrım beni baştan yarat” diyordu arabesk. Şimdilerde her bir insanoğlu kendi tanrıcılığına soyundu. Firavun misali. Ve herkes kendi putunu yapar oldu. Samir’i gibi. Narsistin bundan başka bir anlamı yoktur, herhalde. Kendini kendine tapınak yapmak geçmiş çağlarda da vardı, değişik şekilleriyle bu zamanda da var. Anglosaksonlar kendilerini tanrı yerine koymuşlar. Kendilerinden başkalarını yok sayıp yönetmeye ve köleleştirmeye çalışıyorlar. Bireyselleşmede bir nevi ayrıştırıp kolay yönetme işi olsa gerek.
Bireyselleşmek çok kolay bir arada beraber olabilmek ise bir o kadar zordur. Dünyanın küçüldüğü bu zamanda kültürlerin birbirleriyle etkileşimi bir o kadar kolaylaştı ve arttı. Bu durumdan bazı ülkeler karlı olurken, bazı milletler ve ülkeler zarar görmektedir.
Küfür tek millettir. O halde Türkiye bazı global güçler tarafından bilerek ve özellikle bireyselleştiriliyor, ayrıştırılıyor. Böyle bireyleştirilmiş ve küçük guruplara ayrıştırılmış bir Türkiye kolayca egale edilebilir. Yalnızlaştırılan guruplar karanlık mahfillerin birer oyuncağı gibi kullanılıyor ve zarar görüyor. Millet olarak, kültür olarak, dil ve din olarak biz çekiyoruz. Yalnızlaştırılmış insanımızın olmasından birilerinin bir hesabı vardır elbette. Boşa enerji harcamazlar. Çıkarlarının olmadığı yere sümük bile atmazlar. Bilhassa gençliğimizin bazı şeyleri sorgulaması gerekir.
Aydınımız ve gençlik dijital faşizmin entelektüel baskılarına karşı bir adım atıp dikkatleri çekmesi gerekir. Faşist baskılara karşı boyun eğip kabullenmek yerine yapılacak hiçbir şeyimiz yok mu? Sorusunu sorması gerekir? İnanan bir gençliğin yetiştirilmesi ve gücünü o inancından almasını sonsuz rahmet kaynağından alıp ona güvenmeyi öğretmeliyiz. İnanan gençlik desiselere vehimlere, yersiz korkulara düşmez ve yaşamaz.
Peki, ahir zamanda zehir kusan düşüncelerle aklımız, hayatımız, duygularımız, yaşantımız neden bu kadar hızlı parsellenerek İlâhî güç yerine fâni güçlere tapınmalara dönüştü? İslam dini ve Türk kültür töresi dışında dışarıdan gelen akımlar hemen kabulleniliyor ve biz de de kabul görüyor. Dijital faşizmden, dijital teknolojiden önce zihinlerimiz kuşatılmamıştı. Ama şimdi beyinler kuşatıldı, abluka altına alındı beyinler, ipotek edildi. Önce maddesel öğrenmeye gireli beri beyinlerdeki duygusal sevinci şaşkınlığı heyecanı sevgiyi jest ve mimikleri bıraktık bireyselleştik.
Hâlbuki ki dil ses ve söz beraberken, ne güzel birlikteliğimiz vardı. Yeni gelişen teknolojiler sayesinde bireyselleşerek zihinlerimiz iğdiş edildi. Kişiler birbirinden uzaklaşmaya başladı. Göz göze gelmeyince hissedişlerde olmaz oldu. Karşılıklı iletişimin öğrettikleri öğrenilemez hale geldi. karşılıklı konuşmak için bir araya gelinmesine ihtiyaç kalmadı. Hâlbuki dil, ses ve söz, bir aradayken alıp verdiklerimiz en güzel paylaşımlardı.
Konuşan dil, duyan kulaktı, ama hisseden, insanın tüm duyuları ve kalbiydi. Birbirimize alıp verdiğimiz duygusal tüm enerjiler o gün bugündür telefon tellerinde asılı kaldı. Böyle başladı ilk kopuşlar. Hâlbuki insanoğlu tek başına yaratılmamıştı. Bir diğerini dinleyeceği, onda dinleneceği eşler yaratmıştı. Bireyselleşme durgun suya atılan bir taş gibi halka oluşturur ve bu halka genişleyerek o alanı kaplar dış güçlerde bize bir taş gibi atarak alanı genişletip o kadar çok gencimizi bireyselleştiriyorlar.
Dünyaların sahte görsellerinden sahici mutluluklar devşireceğimiz zannıyla oyalanıyoruz. Telefon ahizesinden aldığımız sesle mutlu olduğumuz günler geride kaldı. Dünya bununla yetinmedi görmek istedi TV aynasıyla hem gördü hem duydu ama komşuluk ilişkileri zayıflayıp kopma derecesine geldi. Gerçi toplum ahvalinden, olup bitenden haber veriyordu bize. Gazete gibi değildi kesinlikle, okumak zahmeti de kalkmıştı üstümüzden. İlk ayrışma televizyon aynalarıyla başladı Ve …veeeee ilk fitnede başladı, ilk ayrışma başladı, bireyselleşmeye ilk kapı aralanmış oldu. Artık bir araya gelmenin sebebi muhabbet değil, seyir olmaya başlamıştı. Arkadaş toplantıları televizyon programlarına göre ayarlanır hale gelmişti. İnsanı değiştirip dönüştürme ihtirasıyla canavarlaşan bâtıl, bu arada başka hainlikler peşinde koşuyordu. Yalnızlaşıyordu insan hızla. Yalnızlaştıkça, onu besleyen, geliştiren, dönüştüren toplum ve hemcinslerinden koptukça gizli bağları bir bir yalnız ağaçlar gibi kuruyordu. Canı çekilir gibi barındırdığı tüm yaşam sevinci ve paylaşma duygusu su gibi çekiliyordu.
Güzel zamanların güzel insanları bir bir yenik düşüyordu moderniteye. Hâlbuki insan bir ormanın içindeki ağaç gibi olmalıydı., Almalı, vermeli, kızmalı, sevmeli, üzülmeli, sevinmeliydi, birlikte ve beraberce. Ancak dostlarla birlikte olduğu zaman unuturdu hayatın üzüntülerini kaygılarını sıkıntılarını., Çünkü Yaradan cem eylemişti bizi ve birbirimize emanet etmişti her birimizi. Kişi kişinin “rahmanı” olmalıydı. Hız ve haz derken bir bütünün parçası olduğumuzu unuttuk. Parçalanıverdik. Koptuk bütünden. Savrulduk. Hâlen savrulmaya devam etmekteyiz. Ta ki birbirimize “Dur!” ihtarını verip “Nereye gidiyorsun?” sorusunu soruncaya dek sürecek bu savruluş.
Şimdi dijital çağdayız. gerçeğe yakın değil artık hiçbir şey. Eşyaya dair neye sahipsek bir görünmez örtü var sanki her birinin üzerinde. Elimizdeki cihazın içine sığdırılmış Sihirli mi, zehirli mi karar veremediğimiz fakat tesirinden bir türlü kendimizi kurtaramadığımız karışık bir devrin garip insancıklarıyız her birimiz artık.
Hiçbir şey sahici değil. Artık herkes yalnız kendisi için var adeta. Ve buna göre her bir kişi sadece kendisi için yaşamalı. Kendini sevmeli, kendinden başkası ile ilgilenmemesi için bir gerekçeye ihtiyaç duymamalı. Garip ama ne yazık ki gerçek bu! Yavaş yavaş girdiler kanımıza. Önce topraktan, sonra birbirimizden koparıldık. Şimdi bize sadece kendimiz kaldık.
"Ömer Seyfettin asker bir yazardır, İstiklal savaşında birçok cephede savaşmıştır. Filistin cephesinde Anlaşma şartlarını konuşacak komisyonda o da vardı. Alman gurubun içinde komisyon üyesinin birisinin sürekli kendisine baktığını görünce gayri ihtiyarı nedenini sorar. Fransız üniforması üzerindeki asker kalkıp Ömer Seyfettin’in yanına gelir. Ömer nasılsın diye sorar. Ömer Seyfettin ona beni nerden tanıyorsun ben bir yüzbaşıyım öyle tanınacak kadar üst düzey bir kumandan değilim der. Ömer ben seninle İstanbul da askerî lisede beraber okudum. Ben falancayım deyince Ömer Seyfettin hatırlar. Ama bir anlam veremez sen Türk’sün. Askeri idadide okumuşsun ama bu Fransız üniforması ne diye sorar. Hep dini Kur’an-ı eleştiren Osmanlıyı devamlı kötüleyen vatan bayrak sevgisi olmayan bir öğrenci oldğunu biliyordu ama yine de Fransız subayı olması normal değildi, diye düşünür ve sorar. Nasıl böyle oldun.
Ben okurken annemin İstanbul hastanesinde görevli bir Fransız doktorla hastaneye gidip gelirken onunla birlikte olduğunu, onun oğlu olduğumu anlattı. O hastaneye gittim. Fransa’ya dönmüş olan doktorun adresini buldum. Fransa’ya gittim, babamı buldum. Olanları, Annemin sözlerini söyledim. Her şeyi unutmadım, anneni gerçekten sevmiştim dedi ve beni kabul edip nüfusuna yazdırdı. Fransız okullarında eğitimimi tamamladım ve gördüğün gibi bir Fransız subayı olarak karşındayım. Şimdi ben milletini, bayrağını, vatanına dinini eleştirenleri gördükçe acaba demekten kendimi alamıyorum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.