- 563 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yaşamak Geçti Başımdan
Yaşamak Geçti Başımdan
“Yaşamak Geçti Başımdan” Yazar Şerif Aydemir’in, 2022 yılında Ötüken Neşriyat aracılığıyla okurla buluşturduğu eseri. Daha çok hikâye ve şehir kültürü yazılarıyla tanıdığımız yazarın beşinci kitabı bu. Otuza yakın yazı başlığının yer aldığı eser, yüz elli iki sayfa hacmindedir. “Yaşamak Geçti Başımdan” ifadesini İsmet Özel’in kullandığı bir söz olduğunu ve bu söze mülhem kitaba bu ismin verildiğini düşünmekteyim. Bir okur olarak “Yaşamak Geçti Başımdan”ı yazım türü olarak hikâye, anı ve günlük tarzlarıyla bitişik nizamda gördüğümü söyleyebilirim.
Sohbet ortamında dil nezaketi, yapılan nüktedanlıklar, söz ustalığı, sükûtun kıymeti, dostluk, ahbaplık, anne, ölüm gibi birçok olguya yer verir yazar. Mesela, Harput’ta bir halk değişine şu şekilde yer verilir. “Biz kulağımızdan şişmanlarız” (sayfa 57) diye. Söz ve sohbetin insanı nasıl imar ettiğini, hayatı yumuşatıp nasıl yaşanır kıldığına dair bunun gibi birçok bahisler vardır. Sözü söze katıp dilin perdahlanmasından dem vurulur. İki nefes arasında olan insanların yakınlığı aranır. Taze heyecanlara ihtiyaç duyulur. İçi geçkin olmayan, aşkın ve şevkin baskın olduğu haller arzulanır. “Yoksul olunca yükünde hafif oluyor” diyen bir Anadolu kadınının bilgeliği yüreklere taşınır. Sözün sözü açtığı, sözün ağızlarda helvalandığı muhabbet ortamlarında yaşanır bütün bu güzellikler. “Söz dediğin iki kalbin arası; söz demlense o ara yerde, vücut bulsa, bir küçük sohbet kuşu cik cik diye diye yuva kursa iki gönlün arasında” (sayfa 24) Ayrıca muhabbetleri de susmalarla taçlandırmak gerekir ve uzaktan amiyane tabirle telepati yöntemi ile de anlaşmak gerektiğine vurgu yapılır. Bazen kıyılara söz dalgası vursa da sükûtu dağıtmaya yeltenilmesin istenir. “Sükût eyledin, “Kahrı var” dediler, biraz söyledin, “zehri var” dediler” (sayfa 89)
Merak duygusunun aktif tutulduğu, daha çok gönüle ve duyulara hitap edilen, heyecanlandıran yer yer hüzünlendiren, kadim değerlerimizin, arif insanlarımızın mümbit örneklerini görmekteyiz. Muhabbet ortamlarından edindiğimiz bilgileri örnekleyeyim izninizle. Türklerde bir kişiye beylik verilmesi için üç şart varmış. “Bilge olmak, alp olmak ve kutlu olmak” (sayfa 16), “Yerkürenin merkezini ve sıfır noktasını belirleyen efsanevi Milyon (million) Taş’ının Sultanahmet’te Yerebatan Sarnıcı’nın hemen yanı başında arzı endam ettiğini öğreniyoruz. (sayfa 49) “Sükûtun Yumuşaklığı…” yazısında yazar, Sezar’ın yeğeni Kral Augustus ölürken “Oyun Bitti” sözünü mırıldanmasının hem bir tiyatro terimi olarak, hem de ibretlik bir hayatın özetine vurgu yapılmaktadır. (sayfa 71) Başka bir alıntıda, 1898 yılında, Doktor W Gogas’ın, mecbur kaldığı zaman, bir kavanoz dolusu ateşböceğinin ışığından yararlanarak bir askeri ameliyat edişini öğreniyoruz. (sayfa 149) Şeklinde devam etmektedir.
“Kaba nefsime söz geçiremediğim çok oldu” (sayfa 115) Gibi birçok yer de yazar, mütevazılığını her dem gösteriyor. Her toplantıda her muhabbet ortamında, ehlinden birkaç sütlü kelime devşireceğinden bahsetmektedir. “Gri ve müdanasız, ölçü bilmezlik, olanca hışırlık” Şeklince, çuvaldızı başkasına, iğneyi kendine batırma halini yansıtır. 2016 yılı, ESKADER toplantısında, misafiri Reşat Bey’in aldığı övgüden rahatsız olması nedeniyle, “Beni bırak! Kendi safımı, rütbemi biliyorum. Ben hazırda olsam saymazlar, kaybolsam aramazlar” çıkışını ve mütevazılığını görüyoruz. (sayfa 119) “Muhabbet kurmak belki de tek maharetim” diyen yazar, muhabbete verdiği kıymeti, bütün mütevazılığıyla özetliyor adeta.
Yazılanlarda, yazarın tanıdığı veya gönül dünyasında yeri olan güzel insanların bir kısmını buraya taşıyacak olursam. İzninizle isimlerdeki künyeleri yazmadan karışık yazacağım. Sait Başer, Mehmet Genç, Cemal Kurnaz, Osman Yüksel Serdengeçti, Ali İhsan Bey, Mehmet Özbek, Alâeddin Yavaşça, Rıdvan Çongar, Mehmet Cemal Çifçigüzeli, Nevzat Yalçıntaş Hoca, Enver Demirbağ, Mustafa Kutlu, Nevzat Atlığ, Necip Tosun, Ahmet Kabaklı, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Fethi Gemuhluoğlu, Nurettin Topçu, Sadettin Kaplan, Erol Taş, Şemseddin Sami, Sükût Gardaş Feyzi, Fatma Barbarosoğlu, Sait Faik, Orhan Kemal, Memed İsmayilov, Ahmet Haşim, Cahit Sıtkı, Orhan Şaik Gökyay, Hasan Ağabey, Karacaoğlan, Rahmi Eray, Abbas Sayar, Ziya Osman Saba, Yesari Asım Arsoy, Süheyl Ünver, Osman Amca gibi isimlerinden müteşekkildir. Bu isimlerden başka isimlerinde olduğunu, yazarın yüreğinde yer edindiğini bilmekteyiz. Karşılaştığı kimi kişiler için “Belki çözerim yumağını” diyerek, kendisine doğru bir pencere açılmasına yönelik bolca çabasının olduğunu da görmekteyiz.
Sait Başer’den dinlediği bir hadiseyi, yazar kısaca şu şekilde ele alır. Sait Başer’de bu hadiseyi Nihat Sâmi Banarlı‘dan dinlemiştir. Duygudaşlıkla, letafetle nakledilen yaşanmış bu hikâye şu şekildedir. Hadise 1930’larda geçmektedir. Fransız Türkolog ve mahiyetindeki ekibi iş icabı Anadolu’yu gezmektedirler. Küçük bir köye yolları düşer. Yorgun argın bir evin kapısını çalarlar. Ev sahibi misafirleri buyur eder ve eski bir minderin üzerine oturtur. Bu üstü başı dökük adam, soğuk su ikramında bulunur ama ikram edecek başka bir şeyi yoktur. “Efendiler, ben dünden beri açım. Elimde avucumda ne varsa tükendi. Bu yüzden size yemek çıkaramadım. Ama siz misafirsiniz, töremizde misafiri ikramsız göndermek yoktur. İkram yerine oynasam olmaz mı?” Adamın hem oynamış hem de ağlamış olduğuna böylelikle şahit olunur. (sayfa 9) Milletimizin âlicenaplığına, misafirperverliğine yönelik verilen can alıcı güzel bir örnek ancak böyle olsa gerek.
Yazar için, türkülerimizin yeri apayrıdır. Bu türkü sevgisinin Harput, Eğin, Elazığ-Ağın, Malatya-Arapkir’den geldiğini görmekteyiz. “Gurbette türkü memleket gibidir” sözündeki gibi hem memleketi hem de gurbeti içinde yaşatır türkülerimiz. Türkülerin birçoğu gurbetçinin yâdına sılayı düşürmez mi? “Ah oğul! Gurbete sen çıktın ama garip kalan ben oldum” (sayfa 79) diyen Ağın’lı komşu kadının mektuba yazdırdığı ifade, bam telinden yüreğe ne kadar çok dokunuyor değil mi? Türkülerle beraber Harput’un, Elazığ’ın, Eğin’in, Malatya’nın, Arapkir’in, İstanbul’un zevk ve duygu derinliğini taşıyıp birçok değerle buluşturuyor bizleri. Bununla birlikte muhabbetin yanında türkü de çay da çok kıymetlidir.
Yazar, yaşanmışlıkların arasına mecz ettiği, kısa söz ve mısra alıntılarından dört tanesini buraya taşıyacak olursam: “Kendimde kalarak mana ve lezzet topluyorum” (Yesari Asım Arsoy), “Uçuruma baka baka uçurum olursun” (Nietzsche), “Bahar, erik ağacının gelin olduğu gün” (Cahit Sıtkı Tarancı), “İçim insan mezarlığı/ en çok da ben ölmüşüm” (Şair Kalender Yıldız)
“Adam, adam gölgesinde yetişir” denerek muhabbetin, paylaşımın, sözün, meşkin, öğrenmenin kıymetine vurgu yapılır. Sabırla ve inatla söz biriktiren yazar, sözlerle, sohbetlerle gönlünü köpürterek tazelenir adeta. “Seven sevdiğinin her an lütfuna muhtaçtır, insan insanın cehennemi olamaz, bilakis şifası, sılası, ufku olur. İnsan insanı nakışlar” diyerek bakışını serimler. Yazar, bütün bu bakış açılarını, çevresindeki, iletişim içerisinde olduğu dinledikleriyle de daha da zenginleştirir. Rahmetli Erol Taş ile otuz yıl tanışıklığının bir bölümü şu şekildedir. Rahatsızlığı sonucu bir ayağı kesilen Erol Taş’la söyleşi yapan bir gazetecinin sorularından birisi şu şekildedir. “Yeniden dünyaya gelseniz kim olmak istersiniz?” şeklindedir. Genel geçer, banal bu soruya müthiş, amiyane tabirle kapak bir cevap verir. Usta oyuncu; “kırkayak” diyerek cevaplandırır. Başka bir yer de, belgeselde de izlediğim başka bir olay; Balkanlarda boşalan bir Türk köyünde boş köye ezan okuyan imamın “…Böceğe, ota, taşa ezan okuyorum. İnsanlar gittilerse izleri duruyor” (sayfa 86) diyen imamın arifane yaklaşımı ve ayrıntıdaki özeni, insanı ne kadar çok duygu seline taşımaktadır değil mi? Başka bir yer de Türk Edebiyat Vakfı’nda Fatih Çıtlak’ın anlattığı yaşanmış hikâyenin bir bölümünden şunları öğreniyoruz. Hangi hayvanların yumurtladığını, hangilerinin doğurduğunun ihtisasını yapan bir araştırmacı, Anadolu’da bir çiftçinin “Kulakları dışarıda olan hayvanlar yavrular, kulakları içeri de olanlar yumurtlar” (sayfa 118) demesindeki tecrübeyle aydınlanmasına şahit oluyoruz.
Yazar, lekesiz dostluklar kurmaya çalışır. Uzun yalnızlıklara gark olmuş kimi yüreklere soluklar bırakır adeta. “Vefa semaya çekilmiş/ cihanda adı gezer” (sayfa 30) diyen alıntı bir şair sözüyle de intizarını, şikâyetini sunar bir taraftan. Yürekten yüreğe yol yapmış bu insanlar hikmet yüklüdür ve yaralarının yerlerini göstermek istemezler genellikle. Soylu yalnızlıklarıyla beraber yaşarlar hep. Yüreğin mahbesinde tutunan güzelliklerin şahididir yaşadıkları. Yazarın, felsefesine göre, iyi insanlar bütün canlıların akrabasıdır. Başka bir ifadeyle merhametin olmadığı yerde insan yoktur denilerek aşk ve sevgi de öncelenir. “Olsun, insan sevince yaşamaya başlar” (sayfa 89) Ne güzel bir ifade, ne latif bir kaide, ne güzel bir amaç değil mi ki? Yazar anlatımlarında, bizim kültürümüz ile insanlığın diğer kültürleri arasında bir köprü de kurar. “Sanat, kamburla kamburca konuşmayı bilmektir” diyen Alman’ın delisi Nietzsche ile biz deki “körce’yi bilmeyen adam; köre, yolu nasıl tarif edecek” sözündeki benzeşmeyi, duygudaşlığı görmemek mümkün değil.
Yazarın, birebir yaşadığı anıların ve dokunduğu hayatların yanında, kendisinden başka ve önce vuku bulan, yüreğe dokunan yaşanmışlıklardan da alıntılar yapıldığını, yazılarda yer verildiğini görmekteyiz. Dernek, vakıf, meşk ortamı, köy, hastane gibi insanın hayat bulduğu birçok ortam, anılara mekânlık yapmıştır. Bu güzel ortamlarda muhabbetler tatlanıp şerbetlenmekte, sözler kavileşmekte, ülfet havalanmakta ve böylelikle gönüller ayaklanmakta, fırtına gibi yükselmektedir. Yazarın içerisinde yer etmiş göllenen geçmişin, yaşanmışlıkların izleriyle faş edilmektedir. Yaşamak daha çok dünyanın kahrını çekmekle eşdeğer değil midir? Akıp giden ömür ırmağından maşrapasını doldurma zamanıdır şimdi. Kaygıları artıran fazlalıklardan kurtulup insana iyi gelenin tercihi asıl olmalıdır. “İnsan kendi fıtratına ulaşırsa göğe de ulaşır” sözü boşuna söylenmemiştir. Duman yalımı düşlerce yolunu böylelikle almak geleceğe... Ölümün gülümseyeceği vakte kadar bir seyrüseferdir bu hayat. Bal dökülmüş dostluklar vazgeçilmezdir. Hatalar, tarihte hep yaşanmıştır. Söylenecek her şey tarihte söylenmiştir belki de. Emerson’ın dediği gibi “En iyi düşünceleri eskiler çalmışlar” Yaşanmışlıklar ne çok ders alınası gereken nüveler barındırır lakin yine de her zamanın tekerrür etme hali değişmiyor ne yazık ki. İyi okumalar.
İlkay Coşkun
26.01.2023
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.