- 598 Okunma
- 6 Yorum
- 5 Beğeni
Ambardaki Cin
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
(Latekmen’den Büyüklere Masallar)
Orta ikiye gidiyordum. Yatılı okuduğum için bir gittiğimde köye bir daha 15 tatilde, bir de yaz tatilinde gelirdim. Bu sürede özlerdim tabii. Köyü özlerdim, dağı taşı, otu ağacı, taşı toprağı, köydeki arkadaşları, en çok da hayvanları özlerdim. Öküzleri, inekleri, dana ve düveleri, kediyi, köpeği... Kışın karını buzunu, kış oyunlarının özgür coşkusunu, sobanın sıcaklığını, yeni pişmiş sıcak ekmekle tereyağlı kuru fasulyenin kokusunu, gecelerin karanlığını, is çıkararak yanan gaz lambasını... Şimdi düşünüyorum da anamı, babamı, kardeşlerimi, hatta nenemi bile özlemezdim sanki...
15 tatiline çıkınca koşup gelmiştim. Aylardan Şubattı. Şubat ayı kışın curcunası. Kar olur, buz olur; havalar soğuk olur. Geldiğim gece de bir karış kadar yumuşak kar yağmış, sabah olunca hava açmıştı. Güneş vardı. Kar beyazlığı insanın gözlerini alıyordu. Tarhanaya ekmek doğrayıp kaşık kaşık karnımı doyurunca hemen köy içine koşmuştum. Bütün çocuklar da aynısını yapmış, hepsi oradaydı. Neşeli bir oyuna koyulmuşlar. Kar toplarını yuvarlayarak koca koca kar küreleri yapıyorlardı. Sonra onlardan yontarak kardan adam yapacaklar; kömürden göz, ağız, burun yapıp başına da püsküllü kırmızı kasket takacaklardı. Ben de onlara uymuştum...
Kırmızıların Seyfi bir ara yanıma geldi. Şaşırdım. Çünkü beni sevmez. Kimseyi sevdiğini de sanmam. Ben de onu sevmem. Çünkü şımarıktır. Alaycıdır, dalgacıdır. Ukaladır. Hep zıpırlık peşinde. Herkese bir lakap takar. Bu yüzden köydeki çok kişi, adıyla değil lakabıyla anılır. İnsanı kızdırır. Dövsen bir türlü, sövsen bir türlü. Söven olur, döven olur ama herkes eli sopalı, dili ısırganlı değil ki! Mesela kızlar. Mesela kavgadan dalaştan uzak duranlar. Mesela güçsüz olanlar. O gibiler sinirden çatlar, sonra da ağlar. Kulağıma eğilip; "Bak." dedi bana. Gösterdiği yere baktım. Sarıların kızı porta kapısına dikilmiş bize bakıyordu. "Ne oldu?" dedim Seyfi’ye.
"Gördün mü? Kumru kuşu gibi. Saçları sarı sarı kıvırcık. Kınalı gibi. Beli ince, kalçaları geniş. Gözleri yeşil. Memeleri de çıkmış. Tomurcuk gibi. Sen onu istesene. O da seni ister. Mekteplisin ya..."
Yani onunla sevgili olursak iyi olurmuş. Bakışırmışız. Önce mektuplaşır, sonra bulup konuşurmuşuz. Öpüşürmüşüz bile...
Akşam olup gün kaybolunca hava birden soğudu. Kar ayazı üşütmeye başlayınca oyun bitti. Oyun bitince herkes evine gitti. Zaten biraz sonra karanlık basacaktı...
Yemekten sonra geçip yer yatağıma yattım. Yatakta üç erkek kardeş birlikte yatıyorduk. Onlar gelmedi. Gece gezmesine gidip arkadaşlarıyla buluşacaklar, birlikte evde oynanan kış oyunlarından oynayacaklarmış. Ya da masalcı Memiş Dedeye gidip masal dinlerler, isterlerse saz çalan garip agadan türkü dinlerler. Keyif onların, beni ilgilendirmez. Ben yurtta soğuk koğuşta yatmaya bıkmış, sıcak soba yanında yatmayı özlemişim.
Yattım ama uyku yok. Seyfi’nin dediklerinden sonra Sarıların kızı düştü aklıma. Gözümü kapıyorum, olmuyor. Açıyorum, olmuyor. Orda takıldım. Allah var güzel kız. Albenili. Uzaktan görmüştüm ama güzel bakıyor. İçime bir ateş düşmüştü. Sıkılıyor, daralıyordum. Sol yanımdaki yerinden kalkmış canevimde atıyordu. Beynim karıncalanıyordu. Aklım olmadık şeyleri oldurmaya çalışıyordu. Dön sağa, dön sola, aç gözünü, kapa gözünü derken sonunda uyumuşum. Uyurken de rüya görmüşüm. Sabah olduğunda kalkıp yataktan çıkamıyorum. Gördüğüm rüyayı açık gözle de yaşayıp aklıma kazımak istiyorum. Hayır mı şer mi; bir de kendimce yormak istiyorum.
Duvar dibine çökmüş kül küreği ile kovaya elenmiş kum dolduruyor; her ne yapacaksa. Ben de cami duvarı dibinde dikiliyorum. Aklım birden esiyor, porta kapısını aralayıp yanına gidiyorum. Hiç korkmuyorum. Cesaretim yerinde. "Günaydın, kolay gelsin." diyorum. Kovayı, küreği bırakıp ayaklanıyor. Tozlanmış ellerini eteklerine silerken yüzüme bakıyor. Bir şey demiyor, bakıyor sadece. "Bu kumdan ne yapacaksın?" Sadece bakıyor. "Günaydın." diyebilir mesela. "Hoş geldin." diyebilir. Dört aydır yoktum ya... Acaba utanıyor mu? Hiç utanmışa benzemiyor. "Dün hava güzeldi. Günlük güneşlik. Kar da güzeldi. Kasabadayken köyü özlemişim. Doya doya oynadık. Hava bugün de güzel. Gene güneş var. Ama kar erimemiş." Hep öyle, ağzını açıp tek laf etmiyor. Dut yutmuş kuş gibi. Aklından her neler geçiriyorsa! "Sen değişmişsin. Eskiden, yani ilkokula giderken böyle değildin. Tülü saçlı cılız bir kız. Kısık sesli. Biraz parpul. Şimdi güzelleşmişsin. İkimiz arkadaş olalım mı? Yani ben seni istesem, sen de beni isteyip sevgili olur muyuz? Sevgilim olur musun?" İşte o zaman elini kaldırıp yüzüme kavi bir şaplak vuruyor ve arkasına bile bakmadan koşarak eve gidiyor. Hayır mı, şer mi? O anda aklıma geliyor ve seviniyorum. Hayırdır hayır. Rüyada görülenlerin gerçekte tersi çıkarmış. Çokbilmiş koca nenem öyle derdi...
Kardeşler ne zaman gelmiş, sağıma soluma ne zaman yatmış, ne zaman kalkmış; bilmiyordum. Rüyalar alemindeyken duymamışım. Yalnızdım ve içim içime sığmıyordu. Hemen kalktım. Gömlek, kazak, pantolon, çorap; çabucak giyindim. Bana bir kağıt, bir de kalem lazım. Çantadan aldım. Anam: "Nedir bu telaşın?" dedi. "Sabah sabah. Kaçacakmış gibi..."
"İşim var."
"Ne işiymiş o?"
"Ödev ana, ödev!"
"Ne ödeviymiş o?"
"Kompozisyon..."
"O da neymiş?"
"Edebiyat işte. Yazmam lazım. Dağı taşı, otu ağacı, kurdu kuşu, çiçeği böceği, suyu toprağı... Doğayla ilgili..."
"Yaz işte, sıcak sobanın başında..."
"Olmaz. Duymam ve görmem gerek. Elimi uzatıp dokunmam gerek. Ciğerlerime bol hava çekmem gerek. Hissetmem gerek. Öyle senin bildiğin gibi değil..."
"Aç aç mı? Bak süt pişti. Doğra bir tas. Şeker de kat tatlı tatlı..."
"İstemez."
"Olur mu istemez?"
"Çabuk gelirim ben. Gelince yerim. Yurttayken hep şekerli süt doğraması mı vardı?"
Paltomu giydim, lastik çizmelerimi giydim, çıktım. Rüyadaki gibi güneş vardı gene. Güneş vardı ama kar erimemişti. Çocuklar kocadal yanına kaymaya gideceklerdir, ya da derenin cilalı buzunda topaç çevireceklerdir bugün ama boş ver. Benim derdim başka. Kendime, "istikamet harman yanındaki samanlık" dedim...
Sap samanlığın önü Güneye bakıyordu. Tahta kapıyı açıp yabayla dayadım. Orada güneş var, rüzgar yoktu. Kuytuydu. Yüzümü güneşe verip samanlar üzerine oturdum. Kuru saman kokusu genizlerimi yaktı. Ama güzel bir yanmaydı bu. Okuldayken onu bile özlemişim. Defteri dizlerime koyup açtım, kalemi de elime aldım. Yazacaktım. Ödev yalan tabii. Kompozisyon falan da yalandı. Bu sömestrde okul yönetimi toplanıp karar almış, ödev yoktu. Müdür; "Ödev yok. Bol bol gezin, tozu, eğlenin, bol bol dinlenin." demişti.
Gökçe’ye mektup yazacaktım. Kızın adı Seyfi’nin dediğ gibi Kumru değil Gökçe’ydi. O da başka bir kuştur ama olsun... Yazacaktım ama nasıl? Ulan ben şimdiye kadar bir kıza mektup yazmadım ki! Bırak kızı, kimseye yazmadım. Ay anasın! Nasıl giriş yapsam, nasıl geliştirsem, nasıl bitirsem! Mektup dediğin ne ki, kompozisyon işte. Sevgili Gökçe... Sonra devam et rüyada konuştuğun gibi. Sonra selam. O kadar. O kadar ama zor. Durdum durdum durdum. Oturdum oturdum oturdum. Düşündüm düşündüm düşündüm. Ay anasını! Babamın cigarasından birkaç tane neden araklamadım ki! Cigara deyince aklıma geldi; ambarda bir sürü şarap vardı. Bağ bozumundan sonra üzümlerin suyunu sıkıp küplere doldurmuşlardı. Bitmemiştir daha. Çünkü çoktu. Kalkıp eve yollandım. Ambar kapısını açıp daldım. Kapıyı kapadım. Kimse görsün istemiyordum çünkü. Hem elin kızına mektup yazmak, hem de şarap ha! Seni rezil! Bir de cigara içseydin... Küpün birine baktım, doluydu. Yanında maşrapa da vardı. Maşrapayı doldurup paltonun altına, kimseye görünmeden yallah samanlığa...
Şaraptan biraz içince rahatladım. Cesaretim gelmişti. Başladım yazmaya. Sevgilim Gökçe... Olmaz. Ne zaman sevgili olduk? Sevgili Gökçe... Bu da olmaz. Çok samimi. Uygun kelimeyi bulamıyor, bir türlü giriş yapamıyordum. Oysa rüyada ne güzel konuşmuştum. Yaz, üstünü karala, yaz sil, yaprağı kopar at derken ne kadar zaman geçti. Yazıyordum bir şeyler ama sonunu getiremiyordum. Bu arada bir maşrapa şarap bitmişti. Başım usul usul dönüyordu. Sabah sabah aç açına şarap, olacak şey mi? Oysa anam bana süt pişirmişti. Beni bu halde görse küçük dilini yutar. Öfkelenir. Dizlerini döver. Saçlarını bile yolabilir. O ne ulan! Şarap mı içiyorsun? Daha yaşın ne başın ne senin! Ulan tüysüz! Ulan bıyığı terlememiş! Kasaba okulunda okuyorsun diye kendini bir şey mi sandın? Ana bu şarap değil. Hardaliye bu. Siz görmeden hardal kattım içine, bu yüzden şarap olmadı. Hardaliye. Hardaliye sarhoş etmez. Koca koca Padişahlar bile hardaliye içmiş. Hem de padişahlık bir yana Halife oldukları halde...
Gidip bir maşrapa daha şarap almalıydım. Kalemi arasına koyup defteri kapadım, ikisini birden paltomun cebine zulaladım, hemen ambara yollandım...
Önce camdan bakmalıydım. Anam un almak için gelmiş içeride olabilirdi. Nenem tavuklara buğday almak için gelmiş içeride olabilirdi. Suç üstü olmak istemiyordum. Elimi gözlerime siper edip eğildim. Sanki içeride bir şeş vardı. Bir şey görmüş gibi oldum. Bu sırada köpek gelmiş yanıma, burnu bacağıma değince istemeden irkildim. "Şşşt!" dedim kısık sesle. Ayak ucuyla usulca vurdum. "Git git..." Gitti. Tekrar cama eğildim. Ambarda küçük bir maymun vardı, küçük dilimi yutayazdım. Hemen geri çekildim. Ulan o ne! Ulan ambarda maymunun iş ne! Ulan Afrika mı burası? Allah’ın Meşeköy’ünde kurt olur, tilki, kirpi olur, domuz olur ama maymun ne alaka! Çakal bile yok burada ki, maymun... Maymun varsa sırtlan da vardır. Aslan, kaplan, zürafa da vardır.
Ulan şarap çarptı beni. Biri iki görüyorum. Kediyi maymun gibi görüyorum. Oysa yürürken sallanmıyordum. Ayaklarım çarpık değil düzgün yürüyordu. Köpekle konuştun az önce, dilim sürçmüyordu. Cama yaklaşıp içeriye tekrar baktım. Evet, orada maymun vardı. Tahta masanın üstünde. Hem de aynaya bakıp saçlarını tarıyordu. "Sirk maymunu galiba" diye geçti aklımdan. Eğitilmiş. Kaybolmuştur. Sirkten kaçmıştır. Konuşuyor bile olabilirdi. Kapıyı açıp girdim. Beni görünce fırlayıp geniş taş duvardaki gözeye gitti. Orada oturup omuzlarını kıstı, büzüştü. Korkmuşa benziyordu.
Maymuna benziyordu ama maymun değildi. Kukumav gözü gibi gözleri vardı. Yarımay gibi kulakları vardı. Ayak ve el parmakları uzun tırnaklıydı. Basık burunluydu ama ağzı insan ağzına benziyordu. Dudakları kapalıydı ve dişleri görünmüyordu. Bedeni deve gibi kısa tüylüydü. Kulak uçlarındaki uzun tüyler radyo antenine benziyordu. Kediden biraz büyük, kır tavşanı kadar bir şeydi. "Sen kimsin? Ben şarap almaya gelmiştim, hiç rahatsız olma hemen çıkar giderim." Ben konuşunca çok korktu. Gözeden öyle fırladı, öyle kaçtı ki nereden çıktı, nereye gitti göremedi. Sanki giderken şimşek çakması gibi bir ışık çıkardı. Ben yere düştüm. Elektik çarpmış gibi oldum da bir süre düştüğüm yerde kalakaldım. Sonra "Cin" dedim. "Cin bu." Cinler gündüz vakti gezer mi? İnsana görünürler mi? Cin denilen şey varlık değil bir enerjidir diyorlar. Ama ben görmüştüm. Çarpılmıştım bile.
Çarpılmanın etkisi geçince kalkıp üstümü silkeledim. Şaraptan vazgeçtim. İçmeyecektim. Sarhoşken yazılmış mektuptan ne hayır gelir. Erkek mi dişi mi bilmiyorum ama o na da Cin Kerim adını verdim...
Ondan sonrasında onunla ve onlarla çok karşılaştım. Çok da çarpıldım. Hani onunla ambarda ilk karşılaştığımda adına Cin Kerim demiştim ya haklıymışım. Hani aynaya bakıyordu ya. Aynaya bakıyorsa dişidir. Dişi Cin. Yani kadındır. Ama dudaklarını boyamıyor, kaşlarını cımbızlamıyordu. Eline tarak almış; saçlarını, sakallarını tarıyordu. Yani erkekmiş. Erkek Cin. Biliyor musunuz Cin çarpması insanı öldürmüyor. Çok can yakıcı, çok acıtıcı; yıldırım çarpması gibi bir anda insanı yere seriyor ama insan çabucak kendisine geliyor. Hem öyle dedikleri gibi Cine çarpılanın felç olmuş gibi ağzı yamulmuyor, bir gözü kulağının yanına kaçmıyor...
Karneler alınmıştı. Mayıs ayının son günleri olmalı. Orta üçe geçmiştim. Bu geçiş teşekkürlüydü. Anam onun ne olduğunu bilmiyordu ama olsun, iyi bir şey olsa gerek diye düşünüyordu. Yaz tatiliydi ve ben köydeydim. Köyün gözünü seveyim. Havasını suyunu, sevecen huyunu, şehrin canı cehenneme ama mecburiyet. Okumak lazım. Köyde orta okul yok ki...
Anam evin etrafında dön ha dön gezinip duruyordu. Beni gördü. Öküzleri otlatmaktan gelmiştim. "Çapaları bulamıyom." dedi. "Buban hangi deliğe soktuysa..." Çapaların yerini ben biliyordum. Babam onları, onlarla birlikte kazma, kürek, tırpan, kavrama, keser, çekiç gibi edevatları kışın karında yağmurunda paslanmasınlar, sapları ıslak kalıp çürükleşmesinler diye ambarın tavanına kaldırırdı...
Taş duvarlı, sap çatılı ambar, evden bozma iki odaydı. Biri derlitopluydu. Bütün tahıllar oradaydı. Un, kepek, şeker, nohut, fasulye, patates çuvalları oradaydı. Yağ tenekeleri, turşu küpler; her şeyler oradaydı. Orası hem ambar, hem de kilerdi. Öteki oda bakımsız, yıkık döküktü. Ağaç merdiveni dayayıp tavana tırmandım. Tavan; sap saman, toz toprak, örümcek ağlarıyla kaplıydı. Hem de karanlıktı. Elimi uzatıp yokladım. El yordamı arandım. Çapaları buldum. Sonra da kendimi yerde buldum. Tepe üstü düşseydim boynum kırılıp ölecektim. Sırt üstü düşseydim belim kırılacak sakat kalacaktım. Bu, Cin Kerim’in beni ikinci çarpşıydı...
Anam deyip duruyordu; "Helanın kuyusu gırtlağına kadar dolmuş. Koca koca ak kurtlar kımıl kımıl. Sıçarken uzanıp götümüzü ısıracaklar. Yeni bir çukur kazıp yeni bir hela yapmak lazım."
Aylardan Haziran olmalıydı. Çünkü yakın zamanda ekinler olacak, orak çıkacaktı. Orak zamanı böyle hela mela işleriyle uğraşılmaz. Güze bırakalım desek o zaman da okul var. Ben yapmasam helayı kim yapacak. Hemen işe koyulmak lazımdı. Öğle arası, akşam öncesi sırası bu iş usul usul olur...
Önce dört kazık çakıp etrafını eski bez, çul çaputla sardım. Çünkü eski hela yıkılıp boklu sidikli çukuru toprakla doldurulacaktı. Çünkü yazın sıcağında pis pis kokuyordu. Yenisi yapılana kadar bu emanet helaya işeyip sıçacaktık. Kazma kürek işe koyuldum. Nenem bağdaş kurduğu çimenler üstünde cigara tüttürürken; "Başlanmış iş bitmiş iştir." dedi. Ben kazma kürek çukur kazarken o hep seyretti...
Uyandım. Saat yoktu ama vakit sabaha karşı olmalıydı. Akşam hep olduğu gibi erken yatmıştım, uykum kanmış. Çişim de gelmişti. Kalktım, kapıları usulca açıp çıktım. Herkes uyuyordu. Gökteki ay gümüş tepsi gibiydi ve yeryüzü gündüz gibiydi. Bezden helaya yürürken onları gördüm. Ambar önüne oturmuşlar yıldızları seyrediyorlardı. Şaşırdım, durakaldım. Boy boy üç çocuk, iki de kendileri beş kişiydiler. O zaman kendime dedim, "haklıymışsın." Hani adını Cin Kerim koymuştum ya o zaman; haklıymışım, o bir erkek Cinmiş. Hem de evliymiş ve üç tane de çocuğu varmış. Karısının adı Cincime olsa çocukların ne acaba? Beni gördükleri gibi ayaklandılar ve şimşek gibi ambara değil de bez helaya kaçtılar.
Kaçarken gene çarptı. Elektrik çarpması gibi bir şeydi bu. Yüksek voltajlı. Yaklaşıp dokunmadan ta uzaktan çarpıyordu. Geri geri iki üç adım tepip kıç üstü düştüm. O zaman kızdım. Ulan Cin Kerim, yettin artık! İkide bir çarpıp duruyorsun, nedir benimle zorun. Şunun şurasında komşuyuz. Oturup çay kahve içmedik, iki hasbıhal etmedik ama tanış olduk. Sikerim senin sülaleni. Kalkıp hemen eve koştum. Soba üstündeki su lokur lokur kaynıyordu. Güğümü kaptım.
Nenem gözlerini açmış, yattığı yerden; "ne o, yıkanacan mı?" dedi, "Gecenin köründe!" "Ben değil onlar yıkanacak. Toz gübür içinde yaşarken kir içinde kalmışlar. Leş gibi de kokuyorlar. Kaynar suyu kırklasam mı acaba! İçine üç tane... Beş kişi olmuşlar. Beş tane köz mü atsam acaba! Çarpıp kaçıyor, çarpıp kaçıyor. Ben düşman mıyım? "Kışt" mı dedim? Taş atıp sopa mı gösterdim. İnsanlık ettim. Şarap alırken... Yani ambardan hardaliye alırken hiç korkma, hiç çekinme dedim. Ben şarap almaya ... Yani hardaliye almaya geldim. O güzel kıza mektup yazmak istiyorum ama elim bir türlü kaleme gitmiyor. Elim gidiyor ama lanet kalem bir türlü kelama gitmiyor. Birazcık içersem belki... Ben aşık olmuşum ulan halden anlamaz Cin! Ben ne diyorum, o ne diyor. Şimşek gibi çarpıyor, sonra kaçıp gidiyor. Kaynar suyu tepesinden aşağı dökeyim de haşlansın. Haşlansın da görsün gününü... Bereket içimden konuşmuştum da nenem bütün bunları duymamıştı. Yoksa bu genç yaşımda kafayı yediğimi sanacaktı.
Götürüp kaynar suyu bez helanın açık üstünden boca ettim. İşte o zaman kıyamet koptu. Haşlanmış çocukların ciyaklaması kulaklarımı çınlatırken beynim uyuştu. Olduğum yerde çökekaldım. Sanki bayılmıştım. Sonrasında Cinlere ne oldu bilmiyorum. Kendime geldiğimde nenem başımdaydı.
"Vicdansız velet!" diyordu bana. "Acımasız! İnsafsız! İyi mi oldu şimdi? Kime ne zaraları vardı da bunu yaptın? Orda kendi hallerinde yaşayıp gidiyolardı..."
"Kaç oldu çarpıp duruyorlar. Kaç oldu canımı yakıyorlar..."
"Neden acaba? Şimdiye kadar beni hiç çarpmadılar da neden seni çarpıyolar? Bir düşünsek mi? Şimdi onların ilaçları da yoktur. Var mıdır acaba? Yanık ilacı yoksa yanıklar iyileşmez. Horozlar da öttü, birazdan gün aydınlanır. Acı çeke çeke ölürler mi dersin. Cinler de biz gibi ölümlü müdür acaba? Bilmiyoz ki! Aah ah, yazık! Yazık fakirlere! Cinli velet! Beğendin mi yaptığını?"
Tevfik Tekmen Ocak/2023 Koruköy
YORUMLAR
Hocam çok yalın yazıyorsunuz çalışmalarınız uzun olsada sürükleyici şu Gökçe mektup işini yarı bıraktın gibi geldi bana tam olarak nasıl yazdın anlayamadım neyse beni merakta bırakma mektup örneğini başka bir yazıda yazarsan seviniri biraz yazıda kendimi buldum kutluyorum sizi
Tevfik Tekmen
Tevfik Tekmen
Demekki isteyince kalem kelam edebiliyormuş zamanı vakti gelmişse eğer...
Çok tanıdık geldi bu hikâye keyifle okudum teşekkür ediyorum Hocam Tebrikler kutluyorum kaleminizi... HARİKA olmuş