boşluğa yazılanlar.
Kime sorsak, hayatının en güzel döneminin çocukluğu olduğunu söyler. Çok mu özgürüzdür o yıllarda; aksine en bağımlı yıllarımızdır. Çok mu yetkinizdir, aksine en yetersiz. Yarınımızdan daha mı emin; aksine çok daha belirsiz. Üstüne de sürekli bir sosyalleşme çabası, bir bilgi bombardımanı, ödevler, her gün hayatımıza eklenen hiç beklemediğimiz yeni yeni sorumluluklar…
Peki neden en güzel yıllarımızın çocukluğumuz olduğunu düşünürüz: Çünkü her türlü zorluğuna rağmen en kaygısız olduğumuz yıllarımızdır çocukluğumuz ve gençliğimiz. Demek ki daha sonraki yıllarımız kaygılı yıllarımızdır.
Üniversite biter iş kaygısı, iş hayatı başlar geçim kaygısı, çoluk çocuğa karışırız çocukların kaygısı ve buna bir yerden sonra buna eşlik eden kaygıların en büyüğü ölüm kaygısı.
“Gençlik” yaşadığın yılları saydığın zamana kadarmış, “orta yaş” ve sonrası ise ne kadar daha yaşarımı hesap etmeye başladığınız yıllar.
Tüm bu yıllar boyunca kurduğunuz ilişkileri, bağımlılıkları, yaşam için kolay gördüğünüz kısa yolları sürdürme çabası: Patronum kızmasın, amirim yanlış anlamasın, dostlarım/karım/kocam darılmasın…İçe atılan öfkeler.
Yıllar geçtikçe artan ölüm kaygısına eşlik eden benliğimizi yok sayma, kimliğimizi silme ve bunların sonucu gizliden gizliye biriken bir öfke…
Yaşadığımız olumsuz tecrübelerden hareketle biriken kızgınlık, güvensizlik, tedirginlik… Bunların sonucu ince eleyip sık dokuma, kötümser bakış açısı ve bilinç altında fark etmeden çağırdığımız negatif enerji …
Ben kırk beşlerimdeyken, bir yandan ölüm korkusunu, bir yandan da hayatın anlamsızlığını veya anlamını kafamda tarta durup, hayatıma anlam katacak yeni arayışlar içine düşmüşken, doksanına dayanmış dedeme sormuştum: Dede yüz yıldır yaşıyorsun, bu hayatın en güzel zamanı ne zamandır? Dedem de bana “40-50” yaşları deyince dona kalmıştım. Benim kendimi en boşlukta hissettiğim yılları o en güzel yıllar olarak tariflemişti. Demek ki dedemde kaygı denilen duygu ellisinden sonra baş göstermişti.
Bütün bu düşündüklerimin sonucu şudur: Beş yaşında da olsak, on yaşında da, elli yaşında da ölüm riskimiz falanca yaşta az diyemeyiz, bu konu en büyük bilinmezimiz. Diğer yandan çocukluğumuza göre daha özgürsek, daha yetkinsek ve yarınımız daha belirsiz değilse, bir tek bir şey kalıyor geriye: Kimseye, hiçbir tabuya, hiçbir hiyerarşiye mecbur değiliz. Kula kulluğa ise asla. Ve kızgınlıklarımız: kızgınlık duygularımızı yönetmek öğrenilmesi en zor sanattır. İki bin küsür yıl önce Aristoteles’in dediği gibi: Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru zamanda, doğru ölçüde, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak; işte bu kolay değildir.
Doksan yaşına gelince hayatın en güzel yıllarının seksenli yıllar olduğunu demesini dilerim herkese. Ne kaygı, ne öfke, ne kızgınlık hiç kimsenin olmasın gönlünde. Hayat aslında bu kadar basit bir şey işte.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.