- 480 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
"Ölünün ardından konuşun."
Fossen, Aralık 2021
Kutuplarda eksi on dört derecedeyiz bugün. Yıllar öyle hızlı bir akışı müteakip ilerliyor ki 2021’in defterini kapatmakta olduğumuz buz gibi bir aralık ayındayız. Dışarıda kar yağışı, içeride için için yanan sobada odunların çıkardığı çıtırtılar, mutfakta fındık aromalı filtre kahvenin taze kokusu, ekranımdaki PDF dosyasında ise Nuran Karakaya’nın “Ölünün Ardından Konuşun” isimli kitabı var.
“Çünkü bana göre ölen kişi öldüğü an içerisinde değil, ondan bahsedilmediğinde, unutulduğunda ölür.” (S. 81)
“İyisi mi siz O’nun ardından bol bol konuşun. Gidenin tüm güzelliklerini kalbinizle, ruhunuzla anlatın.” (S. 82) diyor yazar, kitaba adını verdiği deneme yazısında. Dosya e-postama düşer düşmez okuduğum ilk bölüm bu oldu. Kitaba bitişine 20 sayfa kala başlamış oldum yani, sonra başa dönüp tertipli bir hâl üzere okumaya devam ettim. Roman olsaydı yapmazdım böyle bir şey, merakımı frenlerdim.
Baskısı Sokak Yayın Grubu tarafından gerçekleştirilen eser yazarın öykü/deneme türündeki ikinci eseri. İtiraf etmeliyim ki ismini ilk kez okuduğumda bir gülümseme kapladı yüzümü. Hoşnut bir gülümseme. Çünkü yazar, “ölü” gibi insana sevimsiz gelen bir sözcüğün kendine yer edindiği bir kaideye tersten yaklaşıp yüklemini olumlusuyla takas ederek anlamına sevimlilik kazandırmış. Kaide, “konuşmayın” derken Karakaya “konuşmalıyız” diye direniyor. Bu manada babaannemi ve çocukluğumda onunla geçirdiğim eşsiz vakitleri her daim tatlı tatlı yâd ettiğimden olsa gerek beni okur okumaz gülümseten bu kitap ismi, yükleminin değişmesiyle o ağır suskunluğundan kurtularak hafiflemiş, özgürlüğüne kavuşmuş adeta. Bazı zamanlarda büyüklerimizin, “ölenin ardından konuşulmaz,” dedikleri buyurgan ilke aslında bilinenin aksine kutsal kitaplarda yer almayan anonim bir söylem. Bu dünyadan göçüp giden yakınlarımız, tanıdıklarımız hakkında olumsuz konuşulduğunda onların hatırasına saygısızlık edilmemesi adına ahlak ilkesiyle tasarlanmış belli ki. Güzellikler, iyilikler üzerine hemhâlleşmeye özellikle vefayı hatırlamaya her zaman varım fakat; -bu biraz da hatırladığım insanın yaşarken neler yaptığına bana kendimi nasıl hissettirdiğine bağlı- demekten de alıkoyamıyorum kendimi açıkçası. Ayrıca ahlak ilkelerine göre düşünülüp tasarlanan, nesilden nesile aktarılıp günümüze kadar ulaşan kaidelere bir de felsefi boyuttan açılan pencereler var ki her filozofun farklı farklı yorumladığı o boyut deniz, deryâ…
Âh o filozoflar yok mu zaten. Denizin dibini bi’gıdım görüp anlamak uğruna saçlarımızı ağartan genç yaşta…
Otuz dokuz bölümden oluşan kitabın dokuzuncu deneme yazısı olan ‘Balonlar’da yazar, “Umudumu gökyüzüne serdim ve satırlarıma başladım. ‘Hayaller yarının gerçeğidir’ sözü yüreğimden geçip parmaklarımın arasından satırlara düşerken, hayatla olan yolculuğumu düşündüm. Konu; yolun uzun veya kısa olması, kimin veya kimlerin benimle yürüdüğü ya da vazgeçip yoldan ayrıldığı değildi. Konu; ‘düş olmadan asla’ idi. İçimdeki çocuk bir elini cebine koymuş, diğer elinde ise bir sürü balon tutuyordu.” (S. 26) diyerek bırakıyor rengârenk balonlarını gökyüzüne… Birçok düşünür gibi o da hayal kurmadan geleceği inşa etmenin mümkün olmadığını vurguluyor ve bir anlamda yazmanın da hayal ettiğimiz müddetçe yaşamak olduğunu…
Eserin dilini yalın ve bütünleştirici buldum. Çıkış noktası kesinlikle “sevgi.” Bitiş noktası da öyle ve bu sebepten bütünleştirici bir lisanı var kalemin. Şöyle ki yazar sevgi insanı olduğunu, hatta sevginin öğrenilebilir bir duygu olduğunu hemen her bölümde işliyor. Ama bunu kurgudan uzaklaşmadan, tadını kaçırmadan açıklamaya çalışıyor. Son sayfayı kapattığımda bu kitabı benim için özel kılacak şeyin ne olduğunu düşünmeye koyuldum. İlk başta samimiyeti sonrasında mütevaziliği olduğuna kanaat getirdim. Politik bir mesaj, gizemli bir kurgu ya da güçlü karakterler ile ön plana çıkma kaygısı yok Karakaya’nın. Birkaç öyküsünde başkarakterler isimlerle ön planda lakin çok geçmeden tekrar kendine dönüş yapıyor yazar ve birinci tekil şahısla devam ediyor anlatımına. Böylelikle kalemin bir meramı olduğunu keşfediyorsunuz. Bu meramın -hiçbir problemin sevgi olmadan çözülemeyeceği, bununla beraber her şeyin sevgi ile yeşerip büyüyeceği, gelişebileceği- aktarımı. Yazarın arzusu bu iletiyi tüm evrene ulaştırabilmek ama; evvel evrene sonra insanlara. Bütünden ve büyükten başlıyor önce parçalardan değil… İletiyi bütün üryanlığı, coşkusu, aynı zamanda olanca ciddiyeti ile hareketlendiriyor kalemiyle ve çıkarıyor yolculuğuna, “Görüşemedik, konuşamadık ya, evrene göndereyim bu satırları dedim. Olur ya melekler okur sana, haberleşmiş oluruz belki başka bir şekilde…” (Gidenlerin Ardından başlıklı öyküsünde Tülin’e seslenirken. S. 45)
Sevgi duygusunun “öğretilebilir” olduğuyla ilgili olarak da muhatabını kendisine güvenmeye ve emek noktasından birlikte hareket etmeye teşvik ettiğini hissediyorsunuz. Dolayısıyla yazarın derdi insanı insan yapan değerlerin altını çizerken, “Siz ne düşünüyorsunuz, nasıl hissediyorsunuz?” içtepisiyle his akışını okura devrederek onu uyandırmak. “Hayatta asıl önemli olan şeylerden bir tanesi kendi kendini tasarlayabilmektir.” (Geçmişi ihmal edersen gelecek senin olur mu?” başlıklı yazısından. S. 46)
Yüz on iki sayfalık bu günce bana göre gücünü; yazarın yaşamı ve insanları özgün tavırlı adil gözlemlerden geçirmiş olmasından alıyor. Tecrübe, nihayetinde ’bilme’ ereğiyle sayfalara zarifçe yüzünü süren kalem zamana imzasını atmayı da başarıyor.
Kitapta en sevdiğim kesit “İpucu” öyküsündeki başkarakter Filiz’e, rüyasındaki bir kadının yüzünü göstermeden fısıldadığı sözler ve final cümlesi oldu:
“Ben sana doğru taşan bir dalga iken, küçücük bir damla kaldım. Onu da yitirmemek adına gözlerimde tuttum, ağlamadım.
O an durdu ve öylece kalakaldı. Evet, ağlamamıştı ve her şeye rağmen ağlamayacaktı!” (s. 32)
/ yüRekTen
Femtrak 10. Sayı
Eser Adı: Ölünün Ardından Konuşun
Yazar: Nuran Karakaya
Yayınevi: Sokak Yayın Grubu – 1. Baskı Mayıs 2019
Sayfa sayısı: 112
Ph. r.t.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.