- 419 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
Babamı Ben Öldürdüm
***
Göğsünü sırtını dinlediler, ateşini tansiyonunu ölçtüler. Kan ve idrar tahlili yaptılar. Sarılık olmuş. Karaciğer olabilir. Safra kesesi olabilir. Pankreas olabilir. Sigara, alkol, beslenme ile alakalı olabileceği gibi genetik sebeple de olabilir. İleri tetkikler ve tedavi için Edirne Tıp fakültesi Hastanesine gönderdiler...
***
Benden büyük iki kız ve benden küçük iki erkek kardeş gibi ben de köyde doğmuştum. Ana baba iki, bir de nene üç; toplam yedi kişi. Ev küçük, nüfus büyük; iki odalı bir yerde yedi kişi yaşıyorduk.Teknoloji yok o zaman. Traktör yok, römork yok, eker yok, biçer yok, döver yok. Bileğe, dize, bele kuvvet. Tarlada, bağda, bahçede, ahırda, harmanda, kırda bayırda, ormanda çalışacak işçi lazım; beş çocuk az bile...
Babam sinirli bir adamdı. Huyundan mıdır, suyundan mı bilinmez; kaşları hep çatık, yüzü hep asık; vara yoğa, her şeye kızardı. Babalarının var olan üç karış kıraç toprağını dört kardeş bölüşmüş, onlar da verimsiz mi verimsiz. Yağmurlar yağarsa ektikleri büyüyüp serpilir, başaklanıp tanelenir, yağmazsa kavrulup gazele dönerlerdi. Lazım olduğunda yağmayan, olmadığında yağan yağmura kızardı. Kışları kaybolup ısıtmayan, yazları tepeye gelip kor gibi yakıp kavuran güneşe kızardı. Tozuyan toprağa, bulaşan çamura, kara, buza, parasızlığa, yoksulluğa, hayvana, insana, her şeye kızardı. En çok da kendisini bir türlü sevmeyen, sevmek istemeyen, bir gün olsun koruyup gözetmeyen tanrıya kızardı. Yağmurun kalburuna eleğine, rüzgarın dibine direğine, güneşin çemberine, feleğin sillesine, ulan hepsinin sülalesine; ana avrat söver sayardı. Sinirli olduğu kadar çokta küfürbazdı.
Hergün hergün bir bahane bulup mutlaka kavga çıkarırdı. Özellikle de akşam sofraya oturduğumuzda. Kaşları hep çatık, suratı hep asık. "Bir zeytini iki yudum yapın. Peyniri çatal ucuyla alın, ne bu kaşık kaşık; ağzınızı şapırdatmayın! Katık etmeyi bilin biraz. Para yok!" Oysa kendisi püfür püfür sigara içiyordu. Kahveye gidip iskambil oynuyor, hem de çay içiyordu. Çaya sigaraya var, zeytine peynire yok! Tek o değil, nenem de sigara içiyordu. Gerçi o sarma içiyordu ama olsun, tütün bedava mı?
Bize çatmasa bile anama mutlaka çatardı. Özellikle de sofrada tabii.. "İndir fasulye, bindir fasulye; gına geldi. Hem de yağsız salçasız. Ne tat, ne tuz. Sen başka bir şey bilmez misin ulan?" Anam demezdi; "Et aldın da etli yemek yapmadık mı? Kıyma aldın da köfteleri sofraya koymadık mı? Un, şeker, yağ bol boldu da börekler açıp içini yağlandırmadık, baklavalar yapıp ağzını tatlandırmadık mı?" Susar, içine atardı. İçine atardı ama bazen dayanamaz, ağlamak için sofradan kalkıp dışarıya çıkardı. Kızlar da peşinden gidip onunla birlikte ağlardı. İşte o zaman ben de ona kızardım. Kendi anasına gelince çıt yok. "Ulan gavur adam! Seninki ana da bizimki dana mı? Seninkiler abla da bizimkiler bala mı? Senin canın can, onlarınki patlıcan... Ulan gavur baba!"
Vur eli yoktu. Dövmezdi. Sopa Cennetten çıkmıştır gibi şeyler demezdi. Lakin yok mu o dili! İnsanı eliyle değil ama diliyle döver, hatta dövmekten beter ederdi. Kızsa bağırsa, sövse saysa, hayata zehir katıp yaşanmaz yapsa da gene de o bizim babamızdı. Alışmıştık. Öyle yaşadık...
Sonra büyüdük biraz. İki ablam büyüdü, iki kardeşim büyüdü, ben de büyüdüm. Bir gün öğretmen demiş; "Oğuz çalışkan çocuk, yazdır Orta Okula, okusun. Sonra Liseyi okusun, sonra Yüksek Okulu. Okuyup bu yoksul köyden kurtulsun." Aklına yatmış. Yatmış ama Kasabaya gidip gelmek zor, yol var ama vesait yok. Orada evimiz de yok. Isım akraba bile yok. Öğretmen, "Onu dert etme," demiş. "Vakıflar Yurdu var, parasız yatılı..." Öğretmen Okulu sınavına girmiştim ama yatılıyı kazanamayınca gidememiştim. Oysa öğretmen olmak, özellikle de köy öğretmeni olmak dünyada en çok istediğim şeydi. Bir sene sonra tekrar denedim, gene olmamıştı. O zaman bana değil ama "Senin Oğuz çalışkan bir çocuk, gönder okusun." diyen öğretmene kızmıştı. Öğretmen evli değildi. Yayla Mahallesinde evleri var, anası babasıyla birlikte yaşıyordu. "Yurt olmasa bile bizde kalır." demişti. Taktı beni peşine götürdü. O önde, ben gerisinde Avukatlar Sokağından Hükümet Binasına doğru yürüdük. İmam Hatip Okulu oradaymış. Oraya yazdıracakmış. Yürürken yürürken, "Ben hoca olmam. Cami taşına çıkıp ezan okumam. İnsanlara namaz kıldırmam. Ölüleri yıkamam..." dedim. "Ulan neden?" demedi. "Ha öğretmen olmuşsun, ha Hoca; ne fark eder, ikisi de Devlet Kapısı!" demedi. Yoldan sağa dönüp Liseye gittik. Kırklareli Lisesi. O zaman Lise altı sene. (Sene bin dokuz yüz altmış dokuz) Üç senesi Orta kısım, üç senesi de Lise. Ortadan sonra isteyen Liseye devan eder, isteyen başka bir okula gider. Mesela sanat okuluna. Mesela astsubay okuluna. Mesela...
Öğretmen olamadıysam ziraatçı olamaz mıyım? Köy çocuğundan iyi bir ziraatçı olur. Babamla birlikte Lüleburgaz’a gittik. Türkgeldi oradaymış, okul da oradaymış. Sınava girdim ama tıpkı Kepirtepe’de olduğu gibi orada da yatılıyı kazanamadım. Lüleburgaz zor, orada yurt yok. Orada öğretmenin evi de yok. Sanat altın bilezikmiş; en iyisi Sanat Okulu...
Kızlar evlenip gitmişti. İki işçi eksilmişti ama olsun. Yapabileceği bir şey yoktu. Buna kızmamıştı. Ama bana kızıyordu. "Ulan bu yaşta kız peşinde mi gezilir? Hem gönül işi, hem de okul işi; bu neyin nesi? Sen bu kafayla nah okursun! Okusan okusan bokuma yazdıklarımı okursun!"
Okul bitince habersiz izinsiz kimseye sormadan evlendim. Kaçarak. Kimseden düğün dernek istemedim. Kızlar gidince iki nüfus eksilmişti; bir odayla bir yatak yorgan bize yeter, daha fazlasını istemedim. Askere gittim geldim. Sonra karımın elinden tutup evden temelli gittim. İki kardeş de, "Ne olduran, ne öldüren bu köyün canı Cehenneme!" ver elini aga deyip düştüler peşime...
Anamla babam ikisi kendi başlarına kalınca zorlandılar. Kırda bayırda, tarlada ormanda, bokta samanda, çamaşırda bulaşıkta; zordu tabii. Babam bir yerine iki kızmaya başladı ama anama çatmayı, ona buna sövüp saymayı bıraktı.
Anam hastalanınca onu yanımıza aldık. İşte o zaman tek başına kaldı. Biz görmüyorduk ama belki de zaman zaman yüzünü avuçları arasına alıp yalnızlığına ağladı. "Sen de gel" dedik. "Elinde avucunda ne varsa sat, sav başından gel yanımıza." dedik. İtiraz etti, diklendi, istemedi. "Ben doğup büyüdüğüm bu yeri terk etmem." dedi. "Burada komşularım, arkadaşlarım, dostlarım var, oralarda kimlerle hasbıhal ederim." dedi ama zordu. Yalnızlık çok zor. Bir gün kararını verdi ve kalktı geldi. Sattıklarının parasıyla en küçük ve son bekar oğlunu da everdi ve onlarla birlikte kaldı...
Babamla biz iki arkadaş gibi hiç olamadık. Aramız hep limoni kaldı. Var olan mesafe hiçbir zaman kapanmadı. İyileri hatırlansa da kötü hatıralar hiçbir zaman unutulmadı. Yüzündeki mahcubiyetliğini ölünceye kadar hep gördüm. "Allah beni sana muhtaç etmesin." demişti ama demek ki boyundan büyük söz söylemiş...
Dediler bir gün; babam hastaymış. Yorgan döşek yatarmış. "Nesi var ki?" İşeyemezmiş. Yüzü gözü şişmiş, hem de sararmış. Prostat. Ameliyat oldu, iyileşti. Hem de kanser değilmiş. Bu çok iyi...
Daha sonra bir gün gene dediler; "Gözüne perde indi." Katarakt olmuş. Ameliyat oldu. Katarakt ne ki bu devirde; basit bir şey! İyileşir gider...
Bir hafta sonu çocukları denize götürmüştük. Onları da götürmüştük. Kıyıköy’e. Eski adı Midye. Çocuklar soyunup denize daldı. O da çocuklar gibi soyunup tuzlu suya atladı. Daldı çıktı, daldı çıktı. Birlikte yüzdüler; hopladılar, zıpladılar, oynadılar. Çocuklar gibi şendi. Mutlu olmuştu.
Ameliyatlı gözü zaten kaşınıyordu, o günden sonra daha da arttı. Hep kaşıdı. Sonra kanadı. Doktor dedi; "Dikişler kopmuş. Hem de enfekte olmuş. Oysa, "İyileşene kadar tatlı tatlı kaşınacak, sakın ha kaşıma!" demişti. "Kaşınınca sulanacak, gözyaşların akacak. Silmek için steril bir bez kullan ama sakın ha bastırma!"
Yeniden ameliyat oldu ama gözü adam olmadı. Sonra kör oldu. Babasının bir gözü de körmüş. Kılçıklı buğday başağı gözüne sertçe vurunca akça olmuş. Ben görmedim. Çünkü dedem, ben doğmazdan önce ölmüş. Bir başa bir göz yeter ama ya öteki göze de sıçrarsa! Bu ihtimal var. Çapa’ya gönderildi, Tıp Fakültesi Hastanesine. Bir bağışçıdan alınan kornea babamın gözüne nakledildi. Ama sonuç başarısız. Ondan sonra şu yalan dünyaya tek gözle baktı...
Bir zaman sonra gelin kaynana sürtüşmeleri başlamıştı. Aynı evde birlikte yaşanınca olacağı buydu. Kaçınılmaz sonuç. Köye dönmek istedi. Yerin dibine batsın-mış şehir denilen bu yer. Dedi, istedi ama emeklilik gibi bir şey yok. Artık sığır sıpa da yok. Olsa ne olacak; eski gücü, eski kuvveti yok. Yani artık çalışacak büzük yok. Elinde bedavasından üç beş işçi de yok. Onlar artık babasının değil, el alemlerin işinde. İşsiz güçsüz, parasız lirasız nasıl yaşanır? Hem anamın da hastalıkları var. Tansiyon var, şeker var, kalp var. Gark olmuş. Şehirde bahçeli bir evim olmuştu. Ben sıkıntılı bir adamım. Apartman beni sıkar. Sıkılırım. İçim daralır nefes alamam. Boğulurum. Bu da bana çocukluğumdan miras kalmış. Öyle olsun istemiştim ve öyle de olmuştu. Arka bahçede bir ev yaptım onlara. Küçük. Tıpkı köydeki ev gibi...
Anam da kalp krizi geçirdi bir gün. On gün Lüleburgaz’da, on gün de Edirne’de yoğun bakımda yattı. Sonra iyileşti. İşte yarım yamalak. Bir sene sonra da kendi küçük evinde gözlerini sonsuza dek kapadı. Anam ölünce babam ağladı. "Ocağım söndü." dedi bana. "Ben artık nasıl yaşarım oğlum!" İşte o zaman bana ilk defa "oğlum" demişti. Ama yaşadı. Ölenle ölünmüyor. Başına küçük bir felç durumu gelince sigarayı bırakmıştı. Ondan sonraki hayatı sigarasız yaşadı. Yaşadı. Hem de bayağı çok yaşadı...
***
Edirne’deki Hastanede dokuz gün kaldı. O zaman Seksen Yedi yaşındaydı. Ben tekaüt olmuştum. Devletten çalışmadan maaş alıyordum. Ama yetmiyordu. Çocukların ikisi de Üniversitede; küçük çaplı ek işler yapıyordum. Kardeşler sırayla kaldık yanında. Çünkü ben sıkıntılı bir adamdım, bir yerde uzun süre kalamazdım. Hizmetli geldi odayı temizledi, hemşire geldi ilacını serumunu verdi, doktor da sürekli kontrol etti. Yüzündeki şişlik indi, gözaklarındaki sarılık gitti. Doktora, "Babam iyileşti artık, biz ne zaman çıkarız?" dedim. Doktor pratisyendi. Siyahi. Yani Zenci. Türk müydü değil mi, bilmiyorum. Türkçe biliyor muydu, yoksa bilmiyor mu; onu da bilmiyordum. Çünkü hiç konuşmuyordu. Elinde küçük bir defter ve kurşun kalem, oda oda durmadan gezip durmadan bir şeyler yazıyordu. Doktora yapıyormuş, uzman olacakmış. Bir gün konuştu. "Baban ameliyat olacak." dedi. "Neden? O iyileşmedi mi?" Pankreas. Orada kanser hücresi varmış. Kansermiş yani. Oradaki hasta yakınlarından biri; "Sakın ameliyat yaptırma." dedi bana. "Baban çok yaşlı, ameliyattan çıkamaz. Masada kalır." Ağır bir ameliyatmış, bir yakınından biliyormuş. Hem bu gibi hastanelerde, bu gibi doktorlar, uzman Hocalar eşliğinde bu gibi hastalar üzerinde pratik yapıp eğitim görüyorlarmış. İnsanları kadavra fareler gibi kullanıyorlarmış. "Zaten çok yaşamaz. En fazla beş altı ay. Sonra ölecek. Hem de çok acılar çekecek. Ameliyat olursa az da olsa bir şansı var." dedi. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık; iki ucu boklu bir değnek. Düşündüm taşındım kararımı verdim; ameliyat edilecek. Ölürse ölecek. Can çekişerek ölmektense... Bize gün verdiler; "işte şu gün, şu saatte..."
Ameliyat günü kaç kat inip sigara içmek için bahçeye çıkmıştım. Geldiğimde deli gibiydi. Sinirli. Çok kızmış. Tıpkı çocukluğumuzdaki gibi. "Ne oldu?" dedim. Kaç saattir neredeymişim. Ben yokken ilaç vermişler. Kolunda serum varken kalkıp helaya gidememiş ve altına yapmış. "Olsun." dedim. Serumla birlikte gittik. Aksilik bu ya; musluktan su akmıyor. Her aksiliği kendi mi yapacak, bazı musluklar da bazı bazı aksi olamaz mı? İçimden konuşmuştum ama duymuştu sanki. Yüzüme bakıp gülümsedi. Donuyla altını silip temizledim; sonra da temizleri giydirdim. "Sıkma canını baba, olur böyle şeyler..." Heladan çıkınca "Gel kahve içelim." dedi bana. "Bende bozuk para var." Biraz şaşırdım. Aklına ölüm mü geldi acaba! "Olur." dedim. Gittik, makineden kahve aldık, banka oturup birlikte içtik...
Sedye ile giderken ameliyathane kapısından el salladı bana. Az da başını kaldırmıştı. Bir vedaydı sanki. O zaman hüzünlendim.
Ameliyat çok sürdü. Çok bekledik. Altı saat mı, yedi saat mı ne. Sonra haber verdiler, ameliyat bitmiş. Yoğun bakıma almışlar. Sevindik. Demek ki masada kalmamış. Demek ki yaşayacak. Demek ki daha ömrü varmış...
Ertesi gün kardeşler gidip gördü, ben gidemedim. "Nasıldı?" Gözleri açıkmış, bakıyormuş ama konuşamıyormuş. Hepsini tanımış. İyileşecek.
Bir sonraki gün haber verdiler; ölmüş. Cenaze aracına koyup kendi köyüne götürdük, mezar kazıp gömdük.
Gömülmezden önce kardeşler baktı ama ben bakmadım. Ben açıp da ölünün yüzüne bakmam. Hayatım boyunca hiç bakmadım. Hayalimde ölünün değil, dirinin cemali, şemalı yaşasın. Ben de böyle biriyim işte...
Akşam olunca içtim. Babayı yeni toprağa vermişken içki içilir mi? İçilir. Kime ne! Herkes baksın işine. Duygu patlaması yaşayınca ağladım. Ablam gelip başımı okşadı. "Ağla ağla, rahatlarsın." dedi.
"Babamı ben öldürdüm abla." dedim.
"Deme kardeşim, öyle deme..." dedi.
"Ben öldürdüm abla!"
"Allah Allah..."
"Onu ben gönderdim. Ben karar verdim. Hem de dediler; ameliyat ettirme. Yaşlı bir adam bunu kaldıramaz. Masada kalır, ameliyattan çıkamaz. Bile bile abla, bile bile..."
"Hiç olur mu öyle şey. Buna birlikte karar verdik. Hem doktor ne dedi sana? Acılar çekerek ölseydi daha mı iyiydi? Takdir-i İlahi. Bir gün herkes ölecek. Var mı Dünyaya kazık çakan. O yaşayacağı kadar yaşadı. Kendini suçlama..."
"Yaşadı abla yaşadı. Ama ne yaşadı..."
***
Tevfik Tekmen. 9/12/2022 Koruköy
YORUMLAR
Tevfik Bey
Hikayeniz çoğumuzun hikayesi.
Babanıza Allah rahmet eylesin.
Kalan kalıyor bize aileden.
Size de mücadele kalmış.
Başarmak kalmış.
En güzeli, affetmek kalmış.
Çok zaman önce okudum "Yaban" ı.
Benzer duyguları o zaman da yaşamıştım.
Kent çocuklarına öykünüz haşin gelebilir.
Gelmeyebilir de. Gelmesin.
Babanıza rahmet diliyorum.
Size de başarı ve mutluluklar.
Çok saygımla Üstadım.