DÜDÜK
İlk ve ortaöğrenimim sırasında vasat bir öğrenciydim. O zamanlar notlar 10 üzerinden verilirdi ve ben; 5’ten şaşma, 6’yı aşma dolaylarında gezinirdim. Ergenlik dönemimize denk gelen yıllardı ve Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin en alt basamağında yaşayan bir çocuk olarak öyle çok çalışkan olmak bize yakışmazmış gibi geliyordu. Bir dersten 8-9 ya da 10 alsam arkadaşlarımın; “Oğlum sen inek mi oldun” kinayelerine maruz kalır, aldığım notu izah etmeye çalışırdım. Bu şekilde ne ikmale kaldım ne de bir sorun yaşadım. Hep doğrudan geçtim sınıfları. Şimdi ikmale kalmanın ne olduğunu gençler bilmez belki ama benim okuyucu kitlem mutlaka bilir bunu.
Sanata karşı duruşum; resimde Cin Ali, Müzikte Yağ satarım, bal satarım’ın ötesine geçmiyordu. Ortaokulda resim ve elişi dersinden sınıfta kalacaktım neredeyse. Sınıfı geçmek için emekliliği gelmiş resim öğretmenime duygusal bir konuşma yapıp, içine alçı döküp kalıp çıkarılabilecek bir Atatürk maskını elişi atelyesine bağışlamıştım. İşte bu ahval ve şerait içinde Lise 1. Sınıfa başladım. Bana seçmeli ders Müzik mi, resim mi? diye sorulunca tereddütsüz müzik! Dediğimi hatırlıyorum. Resim kabiliyetim tescillenmişti ne de olsa, sanata başka bir alandan kur yapmak daha iyi olabilirdi. Müzik dersinde ne olabilirdi ki? Şarkılar, türküler, lay lay lom geçeriz diye düşünmüştüm. Öyle olmadığını anlamam uzun sürmedi. İlk hafta öğretmenlerimizle tanışıp, istedikleri defter ve kitapları not alma aşamalarında tanıştık müzik öğretmenimle. Okuldan yeni mezun, genç ve güzel bir kızdı. Ders için istediklerini yazdırmaya başladı; 1 adet blok flüt, bir adet blok flüt metodu, bir adet müzik defteri… Daha o gün başıma gelecekleri anlamıştım. Düşünme merkezi normal insanlardan daha güneyde yer alan bir ergen delikanlıydım sonuçta. Flüt çalmak uyar mıydı bize, hem de kızların önünde… Çaresiz aldık istediklerini, bütün dersler gibi müzik dersi de başladı. Öğretmenimiz bizi Borusan Filarmoni orkestrasında çalacakmış gibi yetiştirme konusunda azimliydi. Önce müzikteki notaları ve vuruşları öğretti. Elimizle ve ayağımızla bu vuruşları yaptırıyordu, buraya kadar bir sorun yoktu. Ta ki işin içine flüt girinceye kadar… Bir taraftan flüt’ün notalarına hâkim olup, bir taraftan ayağımızla vuruşları yapmakta bir hayli zorlanıyordum. Bu “bir hayli zorlanıyordum” lafı çok naif oldu, YAPAMIYORDUM. Flütü tuttursam tempo, tempoyu tuttursam flütü kaçırıyordum. Bu şekilde sınav dönemine geldik. Yağ satarım, bal satarım’ı çal bakalım dedi. (Sanki koy şurdan oynak bişeyler der gibi…) Denedim ama olmadı bir türlü. Zaten olacak olsa sınavdan önce de olurdu. Öğretmenime içtenlikle şöyle bir teklifte bulundum: Hocam ben önce parçayı flütle çalsam, sonra da ayağımla temposunu yapsam olur mu? Olmazmış. Bunu sınıftan atılınca net olarak anlamış oldum. Beklendiği gibi ilk dönem karnemde müzik dersi zayıf olarak yerini aldı. İkinci dönem de müzik derslerimin çoğu sınıftan atılıp, okul bahçesinde vakit geçirerek geçti. Sene sonu yaklaşıyordu ve bir sene önce yazılı sınavını Türkiye 72.’si olarak kazandığım ama sağlık muayenelerinde gözden elendiğim yatılı okul sınavına bir kez daha girmek istiyordum Bunun için de sınıfı bütünlemeye kalmadan doğrudan geçmem gerekiyordu. Evdeki durumlar da çok iyi değildi. Üvey baba okumamın gereksiz olduğunu, onun yanında ticareti öğrenmemin daha iyi olacağını düşünüyor, bu yüzden evde sürekli huzursuzluklar yaşanıyordu. Gitmeliydim, uzaklaşmalıydım bu ortamdan. Yatılı okul en güzel çözüm gibi görünüyordu. Hem okuldan sonra simit, cumartesi pazarında deterjan satmama da gerek kalmayacaktı hem de 19 yaşında mesleğim garanti olacaktı. Bunun önündeki en büyük engel müzik dersiydi. Matematik, fen, edebiyat, tarih hiçbirinde sorun yoktu. Ne yapıp edip müzikten geçmem lazımdı. Çok sevdiğim bir fıkra var, aklıma o geldi ve bana ilham oldu. Fıkra şöyle; Doktor adamı ameliyat ettikten sonra; “size kötü bir haberim var” demiş. Adam; “nedir doktor?” diye sorunca “artık piyano çalamayacaksınız” demiş doktor. Adam; “ben zaten piyano çalamıyordum ki” deyince doktor kızmış ve “çalan nasıl çalıyor kardeşim!” demiş. Ben de kendi kendime; “çalan nasıl çalıyor” diyerek evde çalışmaya başladım. Elimde flüt, önümde notalar, ayağımla tempolar derken yavaş yavaş başarmaya hatta sevmeye başladım. Bu arada annem sürekli “bırak o düdüğü de ders çalış, yoksa sınıfta kalacaksın” şeklinde motive ediyordu beni.
Sonuçta öğretmenimin şaşkın bakışları arasında “Bak postacı geliyor” isimli eseri kusursuz bir şekilde icra ederek sınıfı doğrudan geçtim. Bir yıl önce giremediğim okula bu kez Türkiye 92.’si olarak girdim, devre 2.’si olarak mezun oldum, 22 yıl hizmetten sonra da emekli oldum. Kızlarım büyürken onlara aldığım flütlere arada bir musallat olup duyduğum şarkı ve türkülerin notalarını bile çıkarmaya başladım. Hala piyano çalamıyorum ama dans ederken müziğin ritmine kapılıp akmayı çok seviyorum…
03.11.2022 İSTANBUL
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.