- 476 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Allah varsa savaşlar neden var?
Nietzsche’nin kulakları çınlasın. Cemil Meriç merhumun Kültürden İrfana’da naklettiğine göre, Izoulet, Thomas Carlyle’ın Kahramanlar’ının Fransızca tercümesine yazdığı önsözde şöyle demiş: "Güneş tutulunca yabaniler ’Işık öldü’ diye dövünürlermiş. Biz medeniler ellerimizi göğe kaldırarak çığlığı basıyoruz: ’Tanrı öldü!’ Biz, yabaninin afallayışına nasıl gülüyorsak, gelecek nesiller de bize öyle gülecek."
Müslümanın varlık algısında ’hikmet’ herşeyin rengini değiştirebilen bir tamamlayıcıdır. Sözgelimi: Çirkinin güzelliği hikmetindedir. (Çirkinlik hikmetliyse güzeldir.) Güzelin çirkinliğiyse hikmetsizliğinde görünür. (Güzellik hikmetsizse çirkindir.) Hikmetlerin en aziziyse bekadır. (’Sonsuzluğa dairlik’tir.) Amacın derinliği ıskalandığında sûretler yalancılaşır. Aldatır. Cehennemler cennet maskesini takar. Cennetler cehennem iftirasıyla yaftalanır. Yüzeydeki bu imtihanı geçebilmenin sırrı hakikat boyutuna uyanmaktadır. Birşey eğer hikmetliyse zamanın müfessirliğinden geçer. Birşey eğer hikmetliyse zekanın da müfessirliğinden geçer. Ona herhangi bir kısagörüşlü çirkinlik yakıştırılmışsa ’neticesi itibariyle’ bu oyunu bozabileceğini ortaya koyar. Kabul ettirir. Zaten mürşidim de demiştir: "Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir, ona ’hüsn-ü bizzat’ denilir; veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona ’hüsn-ü bilgayr’ denilir."
Yılanın sûretindeki soğukluk onda çirkinlik değildir. Çünkü hikmetlidir. Aslanın duruşundaki şiddet varlığının parçasıdır. Çünkü lazımıdır. Herşey çiçek olamaz. Herşey diken de saramaz. Cemalden celale, cemalden celale, bu geçişlerde kimin hükmünün geçerli olduğunu hikmet söyler. İşte, biraz da bu yüzden, hikmetlerine vâkıf olunduğunda, ayrılık-gayrılık kalmamaya başlar. Allah dostlarına "Kahrın da hoş, lütfun da!" dedirten makam bu makamdır. Hikmeti okunur olduğunda çirkinlik güzelliğe dönüşür. Hikmetsizliği görüldüğünde güzellik çirkinliğe kalbolur. Ayraç okumaktır.
Mü’min şahitliğini böyle kavrar: Varlık Allah’ın aynısı değildir. Aynasıdır. O yalnızca tecellidir. Birşey aynılıktan tecelliye düştüğünde artık ’birebirlik’ aranmaz olur onda. Ya? Tecelli yalnızca işaret eder. ’Birazcık’ öğretir. ’Azıcık’ gösterir. (Gölgesi kendisi olamaz.) O nedenle biz, Allah’ın kusursuzluğundan bahsettiğimizde, varlıktaki kusursuzlukla aynı şeyi kastetmeyiz. Allah’ta, hâşâ, çirkinliğin zerresi yoktur. Bulunmaz. Bulunamaz. Bütün güzelliklerin kaynağı olan sonsuz Cemal sahibi hiçbir şekilde cemalinden acze düşmez. Hiçbir şekilde acze düşmemesiyle cemali kemal olur. Yanıltmaz. Şaşırtmaz. Başka türlü görünmez. Kusur arız olmaz. Fakat yarattıkları sûretlerinde, gözlerimize kısıtlanan sûretlerinde, çünkü gördüğümüz de gözümüze kısıtlanmıştır arkadaşım, çirkin seçilebilir. (Miyop olan da her manzarayı bulanık seçmez mi?) Eşyanın kusursuzluğu görüşümüzle sınırlanan pencerelerde asla çirkinliğe düşmemesiyle sınanmaz. Ya? Şeylerin kusursuzluğu okunan her karesinin hikmetli oluşundadır. Çirkin olanın çirkinliği hikmetliyse güzeldir. Güzel olanın güzelliği hikmetsizse çirkindir. Acı şifaysa tatlıdır. Tatlı zehirse acıdır. Allah’ın kusursuzluğu ise nazara gelmez. Denî nazarlara gelmeyende kısıtlanmadan söz de edilemez. Elbette Hak Subhanehu masivasının kusurlarından beridir. Yani arkadaşım, Allah hiçbir zaman çirkin olmaz, çünkü ilahlığın nihayetsiz kemaline, o kemaldeki şanına çirkinlik yakışmaz. Fakat eşya kısıtlılığından dolayı evvelemirde şaşırtabilir. Hatta sarsabilir. Duvarı aşmak derinlik gerektirir.
"Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor." Musa aleyhisselamla aynı beşerî ’kaldıramazlık’ çerçevesine sahibiz. Allah’ın kemal-i Zâtını kuşatmamızın imkansızlığından kısıtlılığımız içinde marifetine yol alıyoruz. Eşya da Allah’ı bize kısıtlılığımız içinde öğretiyor. Gözümüzün gücü her çirkinin güzelliğini görmeye yetmiyor. O yüzden Hakîm ismine ikinci bir nazar atıyoruz. el-Hakîm körlüğümüze üçüncü bir göz oluyor. er-Rahman ve er-Rahîm el-Hakîm’den sonra müderrisliğe başlıyor.
Tam da bu yüzden "Allah varsa savaşlar neden var?" diye soran ateist klişesi bizim için anlamsızdır. Çünkü Allah’ın varlığı masivasında çirkinlik bulunmamasını gerektirmez. Çirkinliğin bir/binler anlamı olması yeterlidir. Eğer çirkinliğin hikmeti varsa o artık güzeldir. Sûretindeki farklılık bizi şaşırtmaz. Eşya Allah’ın bizzat kendisi değildir ki onda başkalık bulunmasın! Ayrımdaki rahatlığımızla, yani gölgenin/tecellinin Zât-ı Kudretin kendisi olmağa zorlanmayacağıyla, her engeli aşarız. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şerir şeyler de halketmiştir. Evet. Hak Teala mahlukatında bazı şeyleri çirkin de göstermiştir. Ancak anlamları evvellerindeki yaraları tedavi eder. Hikmetli eksiklik noksan olmaz.
İstersen, bu girizgâh ile, Hac sûresinin 40. ayetine bakalım. Dersimizi bir de ondan alalım. İşte kısa bir mealiyle buyruluyor: "Eğer Allah insanların kötülüğünü birbirlerinin eliyle savuşturmasaydı, manastırlar, havralar, kiliseler ve mescidler—ki buralarda Allah’ın adı çok anılır—yıkılıp giderdi." Evet. Stefan Zweig de Günlükler’inde Dünya Savaşı’nın toplum üzerindeki etkisini şöyle anlatıyor: "Herşey bir son bulsun diye, inanmak, inanmak, inanmak istiyorlar. Modern insanın içinde unutulan bütün dinsel duyarlılık şimdi dışarı fışkırıyor, bu hedefe yöneliyor..." Buna benzer tesbitlere başka eserlerde de rastladım. Ortak parıltı sanki şu idi: Savaş imanı zayıflayan toplumları tekrar Allah’a doğru yönlendirmeye yarıyor. Onunla görünen celal tecellisiyle acziyetlerini yeniden farkediyorlar. "Şüphesiz insan azgınlaşır, kendisini ihtiyaçtan uzak gördükçe!" sırrı mana-i muhalifi ile zâhir oluyor. İnsanın azgınlığı geçiyor. Çünkü ihtiyaçlarını görüyor.
Hatta, Bediüzzaman da bir yerde, II. Dünya Harbi’nden böyle bahsetmez mi: "Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azaplarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rû-yi zeminin pek çirkin, pek gaddârâne hakikî sureti görünmesiyle, elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki: Şimalde, garpta, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşerin mâşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak..."
Artık, Hac sûresinde buyrulan hikmeti, bu yamacından da temaşa edebiliriz sanki: Evet. Cenab-ı Hak birbirimizin eliyle birçok kötülüğü savuşturuyor. Bir kısmımızı diğerimize hikmetle musallat ediyor. Yine bir kısmımızın zararını diğerimize defettiriyor. Bazen bunu savaşlar sûretinde seyrediyoruz. Üzülüyoruz. Ancak yine bu savaşlar sayesinde ki, insanlar, özlerindeki kötülüğü, eksikliği, acizliği, hataları, fakirliği vs.’yi de farkediyorlar. Müstağniyet sanrısından gelen bozulmalardan fıtratlarını bir nebze kurtarıyorlar. Böylece manastırlar, havralar, kiliseler, mescidler, yani Allah’ın adının anıldığı yerler, dinin hayata dahil olduğu yerler, yıkılıp gitmiyor. Cihad mü’minlerin ibadet mekanlarını zalimlerden koruduğu gibi, savaşlar da, çok daha geniş bir resimde, insanlığın dinle olan bağının/ihtiyacının kopmamasını sağlıyor.
Şimdi sûreti sana çirkin görünen herşeye bu pencereden bakabilirsin arkadaşım. "Evet, bu cûd-u icad, Sâniin vücubundandır. Nevide celâlîdir, fertte cemâlîdir." Bir gelincik yalnızken sana ne kadar güzel görünür. Koca bir gelincik tarlasının karşısındayken ne kadar hayretle irkilirsin. Belki çirkin sandığın her celalî şey de böylesi bir cemal örgüsünün korkusudur. Yok, hatta aslında korkmuyorsun, yalnızca bu kadar cemali birden kaldıramıyorsun. Kaldıramadığın cemal, kısıtlılığından ötürü, celal görünüyor. Halbuki hepsi güzellikten yapılıyor. Hikmetlice güzel olmuyorsan çirkinleşiyorsun. Günahın güzelliği burada yalan oluyor. Musibetin çirkinliği burada güzele dönüşüyor. Sanki sonsuzlaşan güzelleşiyor da.
YORUMLAR
Bu soruyu ilk soranın ben Laozi olduğuna rastladım. Daha önceleri de sorulmuştur elbette ancak benim okuduğum ilk soran Laozi. Sonra kayırmayan, cezalandırmayan, kayıtsız Tanrı fikrine ulaşıyor ki şuradaki cevaptan da, daha bir çok İbrahimi cevaptan da daha tatmin edici cevaplar veriyor bu soruya. Ama konuya Nietzsche'den başlamışsınız, ben de Nietzsche'den başlayayım...
Kendisinin bahsettiği "Tanrı'nın ölme" durumu, Hristiyanlığın o dönemindeki git gide yayılmakta olan inançsızlık durumuydu. Haksız da çıkmadı. Koydular kenara Hristiyanlığı ve yollarına daha güçlü devam ettiler Avrupa'da. Hollanda'da sürekli kiliseler kapanıyor günümüzde.
2000 yıldır din üzerine kurulan o ahlak otoritesinin artık çöktüğünü, biraz da çekinerek böyle vurguluyordu Nietzsche. Avrupa artık kendi değerlerini din olmadan inşa etmek zorundaydı.
Özgürlüğün her zaman bir bedeli olmuştur. Böylesi bir özgürlüğün bedeli ise "anlamsızlık" olacaktı. Ki Nietzsche bununla hayatı boyunca mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Hayata bir Luteryan rahibin oğlu olarak başlamıştı. Babası ölümcül bir beyin hastalığı sonucu bir yıl gözleri görmeden yaşadı ve Nietzsche 5 yaşında iken de öldü. İlerleyen yaşlarda, aklında hep "kendisini Tanrı'ya adayan babasının neden böyle acı dolu bir son ile öldüğü, Tanrı'nın neden bunu yaptığı" sorusu yer etti. Bu ilk septik tohumdu.
20 yaşında ise Babası gibi bir Luteryan Rahip olmak üzere gittiği okulda "eski ahit eleştirisi" adlı, Eski Ahitte anlatılanların bir mitoloji olduğuna dair eleştirel bir yöntem üzerinde çalıştı. Bu kendi kültürel sahtına bir temel oluşturacaktı. O yıl da Annesini hayal kırıklığına uğratarak, Paskalya törenlerine katılmadı. Bu Hristiyanlığa karşı attığı ilk somut adım olacaktı. Hristiyanlığı artık dünyadan kopmaya yönelten, sorunlu bir teşvik olarak görüyordu. Dünyanın yaşanacak bir yer değil de Tanrıdan uzakta bir tür karamsar sürgün yeri olduğu zannına yol açan "öbür dünya" inancının, yaşamın anlamını sömürdüğünü keşfetmişti. Bunun da konfor alanından çıkış olduğunu düşünmüş olacak ki 1865'de kız kardeşine yazdığı mektupta şu cümlelere yer veriyordu;
"Gönül rahatlığı ve mutluluk istiyorsan, inan. Ama gerçeğin öğrencisi olmak istiyorsan, araştır."
Thales'ten beri nesnel sebeplerin arayışı kayıtlarına ulaşıyoruz. Nietzsche de elbette bu arayışın içinde buldu kendini. Hristiyan Tanrı'nın ölüp de yerini nesnelliğin almasının bazı sonuçlarını saptamıştı Nietzsche;
1- Hristiyanlık olmayınca, insanların takip edebileceği bağlayıcı ahlaki kurallar da olmuyordu.(Köle ahlakı)
2-Ölüm korkusu çözümsüz kalıyordu.
3-Sonsuz kurtuluşun olmayışının yarattığı boşlukla başa çıkılamıyordu.
Bu soruların cevaplarını ilk olarak Schopenhauer'ın "İstenç ve Tasarım" kitabında bulmaya başladı.
Schopenhauer, en az acı ile geçecek hayatın en iyi hayata biraz yaklaşabileceği görüşündeydi. Bir şeyler istiyoruz, elde ederken acılar çekiyoruz, elde ettikten sonra da tatmin olmuyor, yine acı çekiyoruz diyordu kısaca. Bunun çözümünü de istememek, kaçınmak olarak sunuyordu tıpkı Taoizm'de olduğu gibi.
Nietzsche ise bu kaçınmak, tutkuyu kovalamamak kısmına katılmıyor, acıya rağmen hayatı çekilir kılacak bir yol arıyordu. Konu uzun bir konu ama acıda uzmanlaşmak tecrübesini Lou Salomi adında bir kadınla olan imkansız aşkı ile tecrübe ederek, bahsi geçen kitabı çıkarttı. "Böyle Buyurdu Zerdüşt" Acıdan dönüşüp damıtılan bir kitaptı ve kendisi de bunun en önemli eseri olduğunu söylemişti. Kitabın ana hattını oluşturan "Ubermensch" kavramı ise "değişip dönüşebilen, hayatı yaratmanın, sorumluluğunun ve keyfininin bir tür yüce tanrı'da değil, insanın kendisi içinde olduğunu görebilen birisiydi..."
Başarılı oldu, olamadı, önemi sadece Nietzsche'yi ilgilendirir. Düşün dünyasına Mürşidinizden kat kat fazlasını kattığı kesin. Mürşidinizin de çok mutlu ve tatmin olmuş biçimde öldüğünü düşünmüyorum ayrıca. Konu bunlar da değil...
Peki ya Tanrı adına çıkan savaşlar ne olacak? Tanrı manastırcıları mı tutuyordu, mescidçileri mi? Tanrı adına çıkan savaşların sayısı hiç de az değildir. Ne yapması gerekiyordu. Hikmeti neredeydi bunun? Bugün, Kabe'nin yanına dikilen o koca saat kulesinin ne gibi bir hikmeti olabilir? Orada geçenlerde robota vatandaşlık verdiler, robotun adı da Sofya... Bu kaybedilmiş bir savaş gibi görünüyor, peki ya hikmet? Bilmem anlatabiliyor muyum?
Daha başka bir konu var. İlk savaş. Eğer İblis bir metafor değil ise...
Allah kadiri mutlak olduğuna göre; kader ve özgür irade çelişkiye düşürerek de olsa hadi Allah kadiri mutlak, her olasılığı biliyor... İblis'in de bunu yapacağını biliyordu. Müdahil olmadan, ket vurmadan, daha yaratırken bu yaratığın ne yapacağını biliyor muydu? Yani bunu bilerek, bir günah keçisi olarak mı yarattı, yoksa bir sürpriz miydi? "Allah’ta, hâşâ, çirkinliğin zerresi yoktur" demişsiniz, bunca kötülüğün yüklenmesi gereken birileri mi vardı? Sürpriz ise de kadiri mutlak olma kavramı havada kalıyor. Diğer türlü de İblis'in suçu neydiye doğru gidiyor bu düşünce, İsa gibi bir günah üstlenicisi rolü biçilmiş oluyor sanki. Yani bir tür proje, projeye de bunca düşmanlık beslemek çok da mantıklı gelmiyor bana... Hem de bu projeyi yapıp, besleyip, büyütüp, sonra da cehenneme atmak da sadistçe gelmiyor mu gerçekten? Kötülüğü bir varlığa indirgemek ve kendinizi iyi göstermek, çok politik değil mi hem? İnsanın doğası gereği mazlumun yanında yer alma güdüsü mü kullanılmış burada İblis ajan edilerek? Hem de çok güçlü bir mazlum.
Sonra, neden insan gibi kusurlu bir varlığa secde, üstelik o varlık kitaba göre bilmem kaç yüz bin yıl Allah'a secde ettikten sonra?
Tüm bunların cevaplarını, "değiştirildi" dediğiniz kitaplar değil de kendi kitabınızdan, kendinize verebilirseniz, mutlu olurum. Beni boş verin.
Vardır bir hikmeti mi, peki...
Erlik Aldacı
İnsanlar, bu yoldan geçim kapısı bulunca, hele ki alıcısı cahil insan olursa sat satabildiğin kadar. Yol, öğreti yanlış da olsa devam etmek zorundadır. Yoksa bu işin ticareti nasıl dönecek....
Ama iş ihanet odakları olunca kendileri bile farkına varmadan hizmet etmeye devam ederler. Doğruları değil, kendi bildiklerini doğru olarak görmek zorundadırlar.
Sayın Konsantre, tarikat ve tarikatvari yapıları incelerseniz. Ki kuşkusuz incelemişsinizdir. Yabancı misyon ve servislerin örgütledği bu yapıların, başlarına lider olarak ( mürşid, şeyh, şıh) getirilenlerin akıl sağlıkları pek de yerinde değildir.
Said olsun, bu bataklıkta yetişen fetö iti olsun, Fesli haini olsun, İskender Evrenesoğlu olsun, Şevkisi, olsun, Mezarcısı olsun, Adnanı olsun olsun da olsun. Bir tane sağlıklısı var mı?
Soruyorum size sayın Konsantre var mı?
Ben söyleyeyim...
YOK...
Burdan doğru bir fikir doğru bir düşünce doğru bir inanç çıkar mı?
Buyuracağınız gibi elbette çıkmaz.
Onun için size haddim olmayarak bir tavsiyede bulunmak istiyorum.
Yormayın kendinizi...
Konsantre Karanlık Madde
Ahmet Bey'i köşeye sıkıştırmayı isteseydim, amacım bu olsaydı eğer twitter'da "vakti ile Ecevit'e güvendiniz, şimdi de Kılıçdaroğlu'na güvenirseniz, baş örtüsü şöyle olur, böyle olur" şeklinde, oyların başka yerklere atılması gerektiğini söyleyen bir tweetini buraya aynen kopyalardım, tağut düzeninden girer, oy vermenin caiz olup olmadığına dair donelerle ve kimi görüşlerle ilerleyebilirdim elbet... Hoş, arkadaşın Mürşid'i de 1950'lerde Demokrat Parti mitinglerinde filan gezdirildi. Vardır bir hikmeti...
Yazdıklarımın Ahmet Bey'in yazdıklarını alacak kitleye en ufak bir şey bile düşündürmeye pek de hizmet etmeyeceğinin bilincindeyim. Ahmet Bey'in de bir çok şeyi bilinçli bir şekilde, pragmatistçe yaptığının da farkındayım. Peki o zaman ne "Konsantre?"
Süslü püslü cümlelerin altında, satmaya çalıştığı şeylerin birer papağan yemi olduğunu göstermekten de ziyade, söz uçar, insan uçamaz mantığına hizmet ederek, bir gün bir tane bile bu gibi arkadaşlara müsamaha gösterilmesi gerektiğini savunan "tatlısu müslümanını" en alt paragraftaki konuları düşünmeye sevk edebilirsem, benim için hiç de az bir şey değildir. Örneklerini çokça görüyorum bu insan tipinin. Hedefim onlardır... Açık açık da söylüyorum. Belki biraz da Ahmet Bey'i Ahmet Bey yapanların, daha liyakatli ve sofistike yöntemler, araçlar bulmaları gerektiği konusunda onlara kırmızı bir ikaz lambası olurum, ki kendisini burada da takip ediyorlardır... Ahmet Bey yanar-döner sermayeden payına düşenlerle yetinedururken, belki de takkenin düşüp kelin görünmesine ihtiyacı olan insanlar olabilir, ezkaza etkilenip, buralara inip de görürler diye bu yazılanları.
Her zaman olduğu gibi, sözlerinizi mutlulukla, saygı ile ve biraz da acıma duygusu ile dikkate alacağımı bilmenizi isterim.
belkibirharfimben
Erlik Aldacı
Konsantre Karanlık Madde
Ne diyelim Ahmet Bey, Şeytanınız bol olsun. Rulet döner top döner, gün gelir kitaplar da para eder...