- 537 Okunma
- 7 Yorum
- 7 Beğeni
SEN EDEBİYATIN NERESİNDENSİN?-1
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Duygusal yansımalarımızın yegâne alanı sanat ve edebiyat faaliyetleri değil midir? Bazen icracısı oluruz bazen izleyicisi. Orada ağlar, orada güler, orada haykırır iç sesimiz. Deli dolu her halimizi görüp özgürlüğü tadarız onda. Tadı damağımızda kaldıkça daha çok sarılırız. Yeni tatlar, yeni duygular yeşertmesini adına takip ederiz gölgesini. Böylece asıl sesimizi kültür, sanat ve edebiyatta duyarız. Farklı tonlarda, farklı karakterlere büründüğünü görüp tekrar çıkarız sahneye. Kendimizle yeniden yüzleşmenin realitesi çarpar her daim suratımıza. Güldürürken düşünürüz de. Komik gelse de gerçeklerimiz güler geçeriz.
Doğrudan yapamadığımız, göremediğimiz birçok şeyi buluruz onda. Söylenmeyen, korkulan fikirler onunla yol alır. İç dünyamızın gerçeklerini, doğrularını sanatın gölgesinde sunarız. Kendimizi bulmanın sevinciyle başımızı dik tutmamız gerektiğini anlarız. Az da olsa duygularımız bastıragelir mantığımızı. Keyifleniriz, işte bu deyip uzun uzun ayakta alkışlarız. Zorunda kalmayız iki kadeh içkinin ardına saklanmaya. Ayık kafayla var ederiz özümüzü.
Dışımızdakilerin beklentileri kadarıyla yaşadığımız hayatı istemesek de öyle yorumlamak gerektiğine inanmışız. Yüreğimizin değil de ağzımızın payına düşen kadar konuşmaya müsaade edilmiştir. İyi ki sanat, kardeşi edebiyatla birlikte tüm hayallerimizi taşıyor sırtında. Böylece gerçekliğimiz travmalara, hüzünlere ve yalnızlığa mahkûm olup bir kaçma haline dönüşüyor. Sonunda daha sıkı sarılma ihtiyacı duymaya başlıyoruz. Ardından bir bakmışız tutkuya dönüşüp bağımlısı olmuşuz sanatın.
Aklımızdan geçirdiğimiz her şey şiirde, romanda, öyküdedir. Sinemada, dizide, sahnede, sergidedir. Her birinde iç sesimizin sesini duymayı bekleriz. Korkmadan, utanmadan severiz, okşarız onları. Bazen de yerin dibine sokmaktan da imtina etmeyiz eleştirirken. Bu olmuş deriz kendi sesimizi duydukça. Olmamış da deriz mantığımızın devreye girdiği aptalca durumlarda. Buna göre evirilmekte öğrenilmiş çaresizliğimiz.
Sanatın ve edebiyatın sihrini herkes farklı anlamalı, farklı yorumlamalı ki deliye çıkmalı adı. Hayretler uyandırmalı zihinlerde. İşte o zaman gökkuşağına dönüşür renkler. Böylece farklılıkların armonisiyle mümkün olduğuna inanır insanlığın. Birlikte alkışlanmanın tadı o zaman yapışır damaklarımıza. Sanatçı sanata, edebiyatçı edebiyata âşık olur. Daha da bırakmaz peşini. Tüm doğruları, gerçekleri, fikirleri, aşkları, hüzünleri, idealleri oluverir. Sanatın ve edebiyatın kalbinden çıkıp zihnini sarıp sarmaladığını fark eder artık. Ve özü, söze dönüşüp eyvallah etmemenin yolu yordamı olur.
Yüzleşmekten kaçtığımızda sığınacak limanımız olur edebiyat. Denize düştüğümüzde can simidimiz oluverir bir anda. Bir masalda, bir senaryoda, bir romanda karşılaşmayı umarız kendimizle. Merak ederiz sonunu, sonumuz zannederek. Yazarın attığı oltaya tutulmak isteriz ki çekip alsın bizi içine. Misinanın iğnesinde çırpınıyor olmayı hayal ederiz. O zaman hazzın mükemmelini yaşar; duygularımızın ete kemiğe büründüğünü hissederiz. Ardından beğenilerimizin ardına sakladığımız özümüzü buldurmak için tavsiye ederiz dosta.
Bazı anlar vardır ki alev alev yansa da yüreğimiz, yine de söndürecek suyu bulamayız. Gerçeğinde ağlamadığımız kadar ağlarız senaristin, şairin, yazarın yazdıklarına. İçimizdeki ateşi söndürsün isteriz. Bekleriz kendi çığlığımızı başkasının sesinden duymayı. İçimizin “cız” etmesiyle geliriz kendimize. Artık sensin sahnedeki, romandaki, şiirdeki, şarkıdaki kahraman… Bundan böyle onlarla birlikte var olmayı becermenin keyfini çıkarmak düşüyor bedenine, zihnine ve ruhuna.