- 308 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
-İHTİLAF UYANDIRAN HADİSELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ/AMA NASIL?-(1)
Vikipedi üzerinden alırsak; anlaşmazlık, aykırılık, uyuşmazlık, ayrılık şeklinde tanımlandığı görülmektedir. İhtilaftan söz ediyorum, evet.
Bazı konu vardır, özellikle ihtilaf uyandırır. Tesadüfi değildir hani.
Devrimler, ihtilaller, inkılaplar ihtilaf uyandırmak için yaratılmış gibidir. Önceyle sonrayı bıçakla keser ayırır çünkü. Siyasi, kültürel tarihin derinlemesine ayrılık doğuran evreleri derin görüş ayrılıkları meydana getirir. Hoş geldin zıddiyet! Nerede kaldın çatışma?
Bunlardan biri de, uygarlık/medeniyet tarihinin son bin beş yüz yıllık dilimine evrensel düzlemde damgasını vuran bir konu, Ayasofya’dır.
Bizans imparatoru Justinianus döneminde kilise olarak inşa edilmiş, zaman zaman deprem ve yangınlarda tarumar olmuş, yeniden vücuda getirilmiş, dördüncü haçlı seferinde Katolik alemi tarafından yağmalanmış, bu çizgide İstanbul’un Fethine ermiş, erişmiş bir ilk evre. Bu ana kütlede iki olay özellikle dikkatimi çeker. Birincisi M.S. 537’de eserin açılışında coşkuya kapılan imparator “ey Süleyman, seni geçtim!” diye haykırır. Tanrı ve İsa’ya armağan edilen bir tapınak olduğu düşünülürse, bir peygambere meydan okuyan bay kamberdir ünlü hükümdar.
Justinianus, hiç kuşkusuz önemli bir figür. Kendisine kadar gelen Roma geleneklerine dayanarak hukuk tarihinin zirve eserlerinden birini de inşa ettirecektir. Yine Bizans, fetihler bazında en atılımcı dönemini onun zamanında geçirmektedir. Bin yıllık Bizans tarihinin en büyük hükümdarı olduğu şüphesizdir. Ancak kutlu bir eserin açılışında tozu dumana katmış, tevazu çizgisinden hızla uzaklaşmışa benzer. Diğer öne çıkan olaysa, 1204’de Hristiyanlığın bir mezhebinin mensuplarının diğer mezhebinin inşa ettiği bu ulvi esere verdikleri tahribat, daha öteye bir talandır. Öyle ki, bu Latin istilası döneminin Doğu Roma semalarında meydana getirdiği bulutlanmanın dinmek bilmediği söylenebilir. Öyle ya, büyük fetih öncesi patriğin, “İstanbul’da kardinal başlığı görmektense, Türk sarığı görmeyi yeğlerim” demesi az şey midir?
Nihayet büyük hükümdarımız Fatih Sultan Mehmet komutasında fethin gerçekleştirilmesi, cihan tarihinin pas tutmuş, küflenmiş kalıntılarının temizlenmesi evresi, bir çağın kapanıp, yepyeni bir çağın açılması insanlığın huzurundadır. Ve bin yıllık, o güne kadar bin yıllık tarihinde çok arbede geçirmiş Ayasofya’nın fethin sembolü olarak cami hüviyetine kavuşması, hem ulu eseri hem tüm bir Müslüman alemini şereflendirecektir. Bu, ikinci bir ana kütleyi tayin etmektedir açıkçası. Ta ki, bin dokuz yüz otuz dörde, müze kimliği verilene kadar.
Peki neden ve nasıl cereyan eder bu erozyona uğrama hali? Beş yüzyıla yakın Cami olarak İstanbul’un ve tüm bir cihanın semalarını süsleyen kutlu cami niçin ve ne şekilde müzeye dönüşür, dönüştürülür?
Kanımca asli öge manevi boyutta cereyan etmektedir. “Biz mutlaka sizi biraz korku ile, biraz açlık ile yahut mala, cana veya ürünlere gelecek noksanlıkla deneriz. Sen sabredenleri müjdele!” ayet-i kerimesi akla gelebilir. Yine “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.” Şeklinde bildirilmektedir yüce Kur’an-ı Kerim’de. Evet, onun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez, değil mi?
Öyle ki, tarihimizin şanlı sayfalarıyla dopdolu Osmanlı dahi zaman içinde eski kudret ve haşmetinden uzaklaşır. Zaferlerin yerini mağlubiyetler, idarede zaaflar alır. Kanuni Sultan Süleyman’ın devrin alimi Yahya Efendi’den aldığı gelecek öngörüsü misali, nemelazımcılık, adam sendecilik zuhur eder. Tüm bunlara paralel olarak Ayasofya’da önce gönüllerde eski mevkiini kaybeder. Demem şu ki, dini mukaddesatın yerini, örfi, an’anevi bir bağlılık hali alacaktır. Münevver çevrelerde görülen vahiy inancının yerini milletimin bin yıllık dini saygısının, hürmetinin alması misalidir bu.
Şu kadar ki, İstanbul’un işgale uğradığı evrede, işgalciler Ayasofya’ya doğru hamle yapmaya kalktığında askerlerimiz kendimizle birlikte Ayasofya’yı ’da havaya uçururuz tehdidiyle mabede kol kanat gerer, düşman zihniyeti umutsuzluğa sevk ederler. Bu takdire şayan şahlanış olmasa, Ayasofya maazallah kiliseye de dönebilirdi dersek bilmem ki mübalağa mı ederiz? Hiç kuşkusuz milletlerin tarihinde dibe vurma dönemleri, ruhi platformda bir toparlanma, bir kendini bulma, yepyeni ve tertemiz bir heyecanın bünyeyi sarması halini de var kılmaktadır. Son asırların başarısızlıklarından, mağlubiyetlerinden sonra Çanakkale, Kut’ül Amare, Milli Mücadele safhaları buna işaret etmiyor mu?
Peki, madde çizgisinde hangi sürecin neticesiyle müze?
-DEVAM EDECEK-
-LT-
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.