- 294 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
SÛR`A ÜFLENMEDEN
Geçmişin tozlu sayfalarından bugüne değin acı ve gözyaşının eksik olmadığı mazisinde beşeriyet, yaradılışının getirdiği ve fıtratının da icabı olan üstün akıl ve yüksek etik duruşunu giderek yitirirken, şeytani kaynaklardan beslendiği sürece de ;kandan, kinden, öfkeden,barbarlıktan,ayrımcılıktan da yakasını kurtaramayacaktır.
“İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın.” sözünü dillendirirken Osmanlı`nın kuruluş döneminin düşünürü Şeyh Edebali, insan öznesine manidar bir vurgu yapmıştır. Kadim bir medeniyet olarak beylikten imparatorluğa kısa zamanda yükselen ve bu büyük kudreti altı yüzyıl boyunca elinde tutabilen Osmanlı`yı bu bakımdan anlayamaz isek, insana verilmesi gereken değerin olumlu dönüşlerini de anlatmakta yetersiz kalırım sanırım.
Sırpların mazlum Boşnakları katlettikleri sıralarda, Osmanlı kadim kültürü ile de tanışmış bu coğrafya insanları, insani yardım amaçlı bir Türk timinin yüksek rakımlı yaylalardaki gelişlerini şaşkınlıkla değil,son derece olağan karşılamıştır. Kendileri kuytu zirvelerdeki tek tük evlere insanî yardımı ulaştırdıklarında dile getirdikleri “Niçin geç kaldınız?” sözü, nutku donduran ve tüyleri ürperten cinsten değil midir? İnsanî değerlerin başatları söz konusu olduğunda beklenilenlerin Türk olmasına bu bakımdan şaşmamak da gerekir. Elbette, burada “Türk” olarak dile getirdiğimiz şey; bir sınıfa, etnik kökene, inanışa, dile endekslenmiş olan değil; aynı milli ruha, aynı insanlık sevgisine, hoşgörüsüne, kökeni ve dilindeki farklılıklara karşın aynı ortak ülkülere tarihi bağlar ile bağlanmış etle tırnak gibi de kaynaşmış asil bir millete özgü olandır.
Üç kıtada ve yaklaşık on üç milyon kilometrekarede hüküm sürülen yıllarda, bu günkünün aksine her yönden yüksek bir medeni yaşam hayat bulmuştur. Bu asude yaşam, Osmanlı`nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, aynı coğrafyada; gözyaşının dinmediği, diz boyu kanın akmaya başladığı, kardeşin kardeşe silah çektiği, küçük çıkarlar ve dünyalık ikbali için vatanını ve milletini satan onursuz güruhların yer edindiği, kaosun sürekli pompalandığı ve kısacası dünyayı dizayn etmeye çalışan kişiliksizlerin fink attığı bir zemine dönüşmüştür.
Sayısı her geçen gün artan ve bilhassa da yurdumuzu kendileri için en güvenilir liman olarak gören başta Suriye, Irak, Afganistan, kısmen Afrika`daki malum ülkelerin iç kargaşa ve savaşlarından kaçan mülteciler, yukarıda dile getirmeye çalışılan kaotik ve son derece de dramatik olayların bir sonucudur. Bundan önce de önce insan diyen anlayış, “Aman” diyerek kapısına gelenleri geri çevirmemiş ve onlara; yaşayabilecekleri barınakları,işi, güvenliği, eğitim ve sağlık hizmeti gibi onurlu bir yaşamın asgari sunumlarını sağlamıştır. Bu koruyucu, kollayıcı, şefkatli görünüm, Anadolu insanının, insan öznesine verdiği yüksek değerin tecellisinden başka bir şey değildir.
İçinde sevgi ve merhamet, paylaşımcılık ruhu, kardeşlik ,dostluk ,barış, esenlik gibi ulvi hasletleri barındırmayan kaynaklardan beslenen insan, bilim ve fende hangi aşamalara gelirse gelsin, özlemle beklenen ve tüm dünyanın huzuruna vesile olabilecek bir zemini tesis edemeyecektir kuşkusuz. Büyük yatırımlarla kurulmuş ileri teknoloji laboratuvarları bizi daha konforlu, daha sağlıklı bir geleceğe taşımak için vardılar. Gücü elinde tutan ve kendilerine küreselciler denen bir avuç gözü dönmüşün ortaya koydukları şeyler; büyük savaş makinaları, toplu imha silahları, biyolojik ajanlar ile devasa işsizler orduları, çevre katliamı, açlık, yoksulluk, acı ve gözyaşıdır. Çok övünülen bilim ve fenden insanlık adına huzur ve esenliğe giden bir devinim beklenirken, akıl ve bilim bu şer ellerde adeta insanlığın devrilim senaryolarını yazmaktadır.
Ceviz kabuğunu doldurmayan nedenlerden ötürü ortaya çıkan siyasi gerilimler,çatışmalar ve bunların sonucunda ortaya çıkan terör ve savaşlar güncel konulardan biri olarak hep ilk baştalar. Kısacası ne gözyaşı dindi, ne de başka milletlerin merhametine sığınan mültecilerin dramı. Peki, bütün bunlar neden oluyor ve nasıl oluyor da asırlardır benzer bu sorunların önü bir türlü alınamıyor? İnsana verilen ve yaratılışından getirdiği akıl melekesi bu kanayan yaraları çözmek için gayret etmiyor mu? Monarşiler, oligarşiler, krallıklar ve dahası insanları mutlu kılabilecek bir yönetim olamadılar mı? Çok övündükleri sosyalizm, liberalizm ve son olarak da kapitalizm neler koyabildi insanlığın ortak sorunlarını çözmek adına? Soruları ne denli çoğaltırsak çoğaltalım, gerek daha önceki yönelimlerim, yönetim biçimlerinin ve düşünüşlerin, mükemmelliğiyle ortaya atılan türlü planların öznesinde “insan” yer almadığı için kalıcı bir barış, esenlik, huzur tesis edilemeyeceği de ortadadır.
Özgürlükler adına, milli kurtuluş mücadeleleri adına, eşitlik ve hakkaniyetli bir yaşam adına ortaya konulmuş çok sayıda tarihi gerçeği incelediğimizde, her birinin ortak paydasının “insan” olduğunu ve inaçları, kültürel değerleri, dilleri, dinleri,ten renkleri, toplumda aynı hukuki düzlemde yer almak istemeleri gibi temel taleplerle zorlu mücadelelere girildiği görülür. Amerika`da siyahî-beyaz denkleminde Malkom X, Onlarca yıl İngiliz sömürgesi altında ezilen Hindistan`da Mahatma Gandi, Rus emperyalizmine karşı Kafkaslarda Şeyh Şamil,yurdumuzda da emparyalistlere direnişin nişanesi olan Çanakkale Boğaz ve Kara Harbi, Kurtuluş Savaşı ve onu nihai zafere götüren Mustafa Kemal ve dahası aynı nedenlerle yurdumuzun yakın tarihinin destanını yazmamışlar mıdır? Daha saymadığımız çokça onurlu mücadelenin ortak çıkış noktaları ; daha insanca yaşama, devletin sunduğu haklardan eşitçe yararlanma, saygı görme, aidiyet hissetme,inanç ve değerlerinde sınırlı olmaksızın kendini ifade edebilme gibi temel insanî talepler değil midir? İslam`ın yeşerdiği Arap topraklarındaki zulüm ve kaos ne ile son bulmuştur? İstanbul`un fethedilmesi sürecinde “Kardinal külahı görmektense, Osmanlı kavuğu görmeyi tercih ederim.” anlayışlının altında yatan nedir?
Yakın tarihimizde ortak insanî değerleri kabul eden ve sözüm ona dünya milletlerinin ortak mutakabatıyla da teminat altına alındığı ileri sürülen “insan haklarının” bugün neresindeyiz? Madem insanlar hangi kökenden, dinden gelirse gelsinler, hangi kültürün bir parçası olursa olsunlar temel haklara doğal olarak sahiptiler, neden halen kan akmakta, göz yaşı durmamakta, insanlar evlerinden, yurtlarından uzakta, adeta sürgünde bir hayata savrulmaktalar? Kısacası, kâğıt üzerinde en naif şekilde dile getirilmiş bile olsa, insanların ortaklaşa kabul ettikleri çokça hükmün hayat bulmadığı, bırakın küçük detaylarını, yaşama haklarının bile teminat altına alınamadığı gün gibi ortadadır. Oysa, yaşama hakkı insanların doğuştan getirdikleri, vazgeçilemez ve devredilemez hakkı olarak “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”nde yer alan temel hak olarak dile getirilmiş, altına da onlarca devlet tarafından imza atılmıştı.
Eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, akan kanın, dinmeyen göz yaşının temelinde, dünyayı uzunca süredir kendi inanç ve değerlerine göre bir forma sokmaya çalışan sözüm ona birkaç elitin şeytani felsefesi yatmaktadır. Bunun tersi olsaydı, gezegenimizde var olan kaynakların adil bir paylaşımı tesis edilir, ne enerji dağılımından, ne suyun kullanımından, ne gıda yoksunluğundan bir sorun ortaya çıkmazdı. Zira, dünyada üretilen ve doğal olarak bulunan tüm hayati kaynaklar, uzunca yıllar insanlık için yeter seviyededir. Meğer ki, birileri bu paylaşımı bozmuş olmasın. Yoksullukla mücadele ekseninde faaliyet gösteren bir yardım kuruluşu olarak Oxfam`ın son raporundaki şu sonuç çok manidardır. Rapora göre: Dünyanın en zengin 26 milyarderinin, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50`sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit servete sahip olduğu” dile getirilmiştir. Bu durum, birilerinin diğerleri için de öngörülen hakları ve o hakların sunabileceği insanca bir yaşamı alenen gaspettiğinin açık seçik göstergesidir ne yazık.
Gündemimizden düşmeyen, yeni varyasyonlarıyla da insanları evlerine hapseden biyoljik ajanlar (Covit ve türevleri) ülke sınırlarını çoktan aşmış ve pandemik statüye de ulaşmışlardır maalesef. Görünen o ki, yeni dünya düzenini insanları daha özgür kılma yalanlarıyla adeta uçuruma savuran bu görüş, farklı planlarla da ortaya çıkacak ve insanlığı yok etme pahasına çalışmaya devam edecektir. Peki, bizler ne yapacağız? Bu dünyanın tekelini ellerinde sanan bir avuç şeytani gürûha teslim mi olacağız? Onların ortaya koyduğu her planın daha fazla drama yol açmasına kulak mı tıkayacağız? Elbette hayır. İçinde; sevgi, ihlas, merhamet, sağduyu, dürüstlük, paylaşımcılık gibi temel insanî değerlerden yoksun bu harekete karşı uyanık olacak, bilinçlenecek, doğru kaynaklardan beslenerek onurlu bir mücadele vereceğiz. Dünya, sadece bir avuç elitin sığ ve akıllara zarar planlarının kobayı değildir.
Giderek mutsuzlaşan, hayattan planlı ve kasıtlı şekilde izole edilen, buhrana ve kaosa sürüklenen insanlık, adeta kıyamet tellallığı yapan, sözüm ona elitlere karşı; sevgi, kardeşlik, dayanışma, hoşgörü,paylaşım, ihlas ve selam paydasıyla bir araya gelerek, hak ettiği onurlu yaşamı elde edebilecektir. İnsanlığın tümünü kucaklayarak esenliğe ulaştıracak formül, ilahi nihâye İslam`ın sesidir, nefesidir. Kişilere,zümrelere göre olan İslam değil, saf ve her türlü istismardan arınmış İslam. Onda ;adalet, sevgi,eşitlik,merhamet kısacası sûr`a üflenmeden can bulacak asude bir hayat vardır.
Oğuzhan KÜLTE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.