- 495 Okunma
- 6 Yorum
- 5 Beğeni
At Arabası Uçar Mı? (Isrtrancalar'da Gündöndü Tarlası /ROMAN)
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
AT ARABASI UÇAR MI?
Çok üzülmüş, çok gözyaşı dökmüştü. İçini çeke çeke ağlarken hıçkırıklara boğulmuş, sonundu bitap düşüp uyumuştu…
Ağlarken burnu da gözyaşları gibi akıyordu. Gözyaşları bitince burnunun akması da bitmişti. Bitmişti bitmesine ama genzi balon gibi şişip delikleri tıkanmış; zor nefes alıyor, zoru zoruna verebiliyordu. Burnu tıkalı olduğu için ağzından soluyor, horultusundan odanın içi inliyordu. Kasılmış ciğerleri içine hava almak istemiyormuş gibiydi sanki. Belki de uyurken soluksuz kalıp ölecek, ölünce canı uçup ruhlar âlemine gidecek, o da güz geldiği zaman takım elbisesini, mavi gömleğini giyemeyecek, kravat takamayacaktı bu sebeple. Hele kösele iskarpinlerini naylon çoraplı ayaklarına geçirip afili afili yürüyerek Kepirtepe’deki öğretmen okuluna gidemeyecekti. Eğer bu gece ölürse hiç ama hiçbir zaman gidemeyecekti. Birinci olarak öbür dünyaya babasıyla kavgalı gideceğine, ikinci olarak genç yaşında gideceğine, üçüncü olarak da iskarpin giyemeyeceğine çok yanıyordu…
Yeşil kasalı araba çok yeni, gıcır gıcır... Külüstür öküz arabası nasıl olduysa beygir arabası olmuş. Moçka öküz doru bir at, Toksa öküz da çakal bir at. Çeki kayışları, hamutları, her şeyleri gıcır olan bu güzel atların uzun yeleleri, çok parlak tüyleri vardı. Dörtnala koşarken uzun yeleleri havalarda uçuşuyordu. Demir tekerlekler metal şarkılar söylüyor, şarkıya nal sesi, zil sesi, yel sesi, bir de babasının nağmeli sesi eşlik ediyordu.
Babası en öne oturmuş. Bir elinde dizginler, öbüründe kamçı vardı. Atlar uzadıkça uzuyor, onlar uzayıp koştukça talika sanki uçuyordu. Babasıyla uçan talikaya binmiş böyle uçarak nereye gidiyorlardı acaba?
Üstünde lacivert takım elbisesi, mavi gömleği, sarı kravatı, ayaklarında siyah iskarpinleri vardı. Yeni giysili haline çok seviniyordu. Talika uçup gidiyor, o da sevinçten uçup gidiyordu. Bir doru at, bir çakal at, bir de babası; böyle uçarak nereye gidiyorlardı acaba?
Babası düğmeleri çözüp bağrını yele vermiş, gömleği havalarda uçuşurken bir türkü söylüyordu. Nal sesi, zil sesi, kamçı sesi, yel sesi içindeki türkü sesi pek de duyulmuyordu. Duyulsa da anlaşılmıyordu. Acaba ne söylüyordu? Türkü neyi anlatıyordu? Acıları, üzüntüleri, kederleri mi? Aşkları, sevdaları mı? Barışı mı, savaşı mı? Ayrılığın hüznünü, kavuşmanın sevincini mi? "Kepir yolları taşlık taşlık, bu yolları aştık aştık" der gibi bir şeyler duyuyordu kulakları.
O an bakıyor, iki yanında iki çanta var. Birinde defter ve kitapları, diğerinde giysileri; anlıyor ki okula gidiyorlar. Sevinci iki misli büyüyor. Çünkü babası sözünü tutmuş. Oysa çok değil daha dün akşam "Sen okulu unut, sen öğretmenliği unut, adam olmayı unut. Burada kalıp çoban ol. Sürüm sürüm sürün. Kravat değil yular tak!" deyip deyip bağırmış, okula yollamayacağını haykırmıştı. Ama babası büyük bir adamdı onun. Bağırıp çağırsa, sövüp saysa, pek dövmez ama dövdü sayılsa bile sonunda doğru olanı yapardı.
Babası acaba parayı nereden bulmuş? Yeni giysileri, kitapları, defterleri nasıl almış? Bu talika, bu güzel atlar kimin?
Gide gide düzlük bir yere gidiyorlar. Uzunluğuna uzun, genişliğine geniş büyük bir düzlük orası. Çok yeşillik, çok çiçeklik… Düzlükte sığır, keçi, koyun sürüleri, atlar, eşekler, develer, itler, kediler, mandalar, zürafalar var. Kınalı ceylanlar seke seke geziyor, çatal boynuzlu geyikler otluyor, maymunlar daldan dala sıçrıyor, keklikler ötüyor, turnalar uçuyor, atlar kişniyor. Dünyada ne kadar hayvan varsa burada hepsinden var. Çok hayvan var ama tek insan yok.
Yoksa uyurken ölmüş de hayvanları çok seviyor diye tanrı onun hayvan cennetine mi getirmişti? Babası da mı ölmüştü? Tanrı babasını hayvan Cennetine sokmaz ki! Babası hayvanları onun sevdiği gibi sevmiyordu. Öküzleri dövüyor, onlara sövüyordu çünkü. Bir keresinde Moçka daha öküz bile değilken, adı bile Moçka değil Karagöz iken onu domuz kurşunuyla öldürecekti. Horozları hiç acımadan kesiyordu o. Bir balta darbesinde başını gövdesinden ayırıyor, başsız kalan horoz dakikalarca zıplayıp zıplayıp geziyor, sonra zoruzoruna ölüyordu. Babası ölmüş olsa bile, ya da ölmemiş olsa bile tanrı sırf bu yüzden değil hayvan cennetine, cennetin yakınına bile sokmaz onu.
Öyleyse burası neresi? Dünyanın bütün hayvanları burada ama tek bir insan neden yok? Bu insansızlık ürkütüyordu. Güneş bilinen güneş gibi değil, gündüz de bilinen gündüz gibi değildi bu düzlükte. Güneş ay gibi, gündüz de ay aydınlığı gibi. Çok açık mavi, maviye yakın gümüş rengi gibi…
Yolculuğa gündüzden çıkmışlar, gide gide akşam olup ay mı doğmuştu? Demek ki, bu Kepirtepe çok uzak bir yerdeydi. Bir gündüz bir de gece durmadan gidecekler, oraya ancak varabileceklerdi...
Gittiler gittiler gittiler, bir düzlük geçip bir dereye geldiler. Gümüş renkli gündüzde dere gümüş gibi akıyordu. İçinde gümüş renkli balıklar vardı. Sazanlar gümüş, turnalar gümüş, yayınlar, kefaller hep gümüş…
Dereye geldiklerinde ak bir tavşan önlerini kesti. Tavşan hem tavşan gibi tavşan, hem de insana benzeyen bir tavşandı. Kollarını iki yana açıp "Oov!" dedi atlara. İnsan diliyle konuşuyordu. Atlar zınk diye durdular. Tavşan; "Buradan öteye yol yok." dedi. "Böyle at arabasına binmiş uçarak nereye gidiyorsunuz?"
Babası tavşanla konuşuyor, o da tavşanla konuşan babasına şaşıyordu. "Biz uzaklardan geldik." diyordu babası. "Çok koştuk, çok teptik. Kırk gün kırk gece hep geldik. Açlıktan bayıldık, susuzluktan yandık ama gene de yolumuzdan dönmedik. Şu dağları aşıp kepir topraklı tepeye varmalıyız. Orada okul varmış, geç kalmamalıyız. Bak, bu oturan benim oğlum. Adı Hasret. Beyce’yle ikimiz üç kızdan sonra oğlan hasreti çektiğimiz için adını Hasret koyduk. Düveyi satıp ona urba aldık. Çanta, defter, kitap, kalem, silgi aldık. Dişleri senin dişlerin gibi beyaz olsun diye diş macunuyla fırça bile aldık. Hasret o okulda çok okuyup öğretmen olacak. Sen şimdi bize yol ver bakalım da gidelim."
Böyle anlatınca tavşan kenara çekilip yol veriyor. Babası atlara deh deyip kırbacını şıraklatıyor. Dereyi geçip gidiyorlar. Derenin ötesi kar mı kar! Yerler kar, gökler kar. Lapa lapa. Kar kış demeden gidiyorlar. Yüksek dağların tepeleri, yamaçları hep kar. Güneş yok, ay yok, ışık yok. Sis bulutunun içinde kar beyazlığında gidiyorlar ama ilk tepeye varamadan yol bitiyor. Hasret, kör olmuş gibi. Önünü göremiyor, babasını göremiyor. Tıkanmış, nefes alamıyor. Boğuluyor. Zifiri bir karanlığın, kör bir sisin içinde... Göremiyor, soluyamıyor, çok korkuyor.
Önlerine yedi ak kurt çıkıyor o vakit. Kurtların ak tüyleri, ak dişleri, kırmızı dilleri ve kırmızı gözleri var. Çok korkunçlar. Atlar kurtları görünce korkup ürktüyorlar. Atlar ürküp kaçınca o da yeşil kasalı arabadan düşüyor.
Atlar gidiyor, atlar gidince araba gidiyor, araba gidince düşmeyen babası da gidiyor. Kurtlar da peşlerinden... Beraber karlı dağların doruklarına doğru gidiyor, gide gide sisler içinde kayboluyorlar…
Dağlar karla dolu, içi korkuyla dolu, bir de üşüyordu. Düştüğü yerden kalkıp geldikleri yöne dönüyor, karlara bata çıka koşuyor. Koşuyor, koşuyor, koşuyor. Kar üstündeki tekerlek izinden gide gide tavşanlı derenin yanına varıyor. Derenin karşı tarafı gelirken gördükleri hayvan Cenneti…
Dereyi bir geçebilirse otları yeşil, çiçekleri renkli, güneşi ay, gündüzü ay aydınlığı gibi olan hayvan Cennetine varıp kurtulacak. Sonrasını bilemiyor. Eğer ki orası hayvan Cennetiyse baki dedikleri öte dünya demektir. Oradan fani dünyaya bir geçiş yolu varsa hayvanca konuşmayı öğrenecek, hayvanlardan sorup soruşturup o yolu bulacak…
Öldüğü için canı çok sıkılıyordu. Nasıl olmuş da ölmüş hiç anlayamamıştı. Durup dururken ölmüş, şimdi öbür dünyada! Hem de hayvan dünyasında! Keşke fani dünyadayken hayvanları çok sevmeseydi! Ya da biraz da insanları sevseydi. Ya da bir başkası da onun sevdiği gibi sevseydi de o da hayvan Cennetine gelseydi de şimdi ona arkadaş olsaydı. Ama ilk önce dereyi geçmek lazım! Üstelik sınırdaki tavşandan izin alıp da beriye geçerken ak akan dere şimdi kapkara akıyordu.
Yedi ak kurttan kaçmış, ak karlı dağlardan yuvarlanmış, hayvan Cennetiyle kar Cehennemi sınırına mı gelmişti?
Dağlara doğru giderken Cennet tarafında ak renkli tavşan onlara yol göstermişti. Bu taraftaysa kara bir tavşan bile yoktu ki, kime yol sorsun?
Kara derenin başında beklemeye başlıyor. Beklerken yanına kara bir malak geliyor. Malağın yüzü aynı nenesinin yüzüne benziyor. Malak ona; "Üstüme bin de seni karşıya geçireyim." diyor. İyi ki manda dilinden anlıyor. Buna seviniyor. Hemen malağın üstüne biniyor. Malak yüzerken dengesini kaybedip üstünden düşüyor. Düştüğü gibi gömülüyor. Kara suya gömülünce soluk alamıyor. Soluksuz kalınca boğuluyor. Tam ölecekken kara su sürükleyip onu ak suyun aktığı yere, ak su da karşı yakaya götürüyor.
Orada yeşil çimenlerin üstüne yüzükoyun uzanıyor. Derin derin soluyup ciğerlerini havayla dolduruyor. Ciğerleri dolunca canı geri geliyor. Bakıyor ki ölmemiş, buna çok seviniyor…
Çok sevdiği koca nenesi Melek olup gelmiş, malak kılığına girip onu bir kere daha kurtarmış. Ama halsiz kalmış, eli kolu düşmüş, diz bağları çözülmüş, yattığı yerden kalkıp bir adım öteye gidemiyor.
Kafasını az kaldırdığı zaman koca bir mandanın başında dikilmiş olduğunu görüyor. Hayvan Cennetindeki bütün hayvanlar kılık değiştirmiş, şimdi hepsi manda. Kara kıllı koca manda ana manda. Başına dikilmiş ondan hesap soruyor. "Malağımın üstüne neden bindin ulan?" diyor ona. Bu kara manda Allah’ın sorgucu meleği mi acaba?
Manda kılığında Melek mi olur? Yoksa Cehennem Zebanisi mi bu? Kara mandadan olsa olsa Zebani olur zaten.
Ön ayaklarını iki yana açmış, başı ayakları arasındayken kanlı gözleriyle sinirli sinirli ona bakıyor. Kıvrım kıvrım koca boynuzlu, kırmızı dilli... Burun delikleri şişmiş, körük gibi açılıp kapanarak kızgın kızgın soluyor.
Kaçıp bu kızgın mandadan kurtulmak istiyor ama kıpırdayacak hali yok. Eli ayağı tutmuyor. Kalkmak istiyor, kalkamıyor. Kaçmak istiyor, kaçamıyor. Ayaklarında ayakkabıları da yok. Arıyor arıyor, bulamıyor. Kara sulu derede kaybolmuşlar. "Ana" diye bağırmak istiyor, bağıramıyor. "Kurtar beni nene" diye bağırmak istiyor ama sesi çıkmıyor. Kırmızı gözlü, sivri boynuzlu, iri başlı, iri gövdeli kızgın manda Azrail gibi dikilmiş; ayağa kalksın da delik deşik edeyim, ya da savurup gerisin geri kara suyun içine iteyim de boğulup ölsün diye başında bekliyor...
Zorla uyanıp yataktan korkuyla fırladığı zaman ter su içindeydi. Ecel terleri döküyordu. O zaman sesi çıkıyor;
"Kurtar beni neneee… Kurtar beniii..."
Aslında kendi sesine uyanmıştı. Duvardaki lambanın fitili kısıktı. Sönük ışığı odayı alaca aydınlık yapıyordu. Bacalıktaki ateş söneli yıllar olmuş, yerinde yeller esiyordu. Herkes mışıl mışıl. Nenesi, iki ablası, abla demediği Kevser, hepsi derin uykularda. Gece yarıyı çoktan geçmiş, belki de az sonra sabah olacak...
Rüyasında nasıl da avaz avaz bağırmıştı. Bereket ki kimse duymamış. Duymadıklarına göre belki sesi bile çıkmamıştı da kendisine öyle gelmişti. Alnındaki, gözündeki, yüzündeki teri eliyle silip yeniden yattı. Bu sefer kötü kötü rüyalar görmemek için dua okudu. İster faydası olsun, ister olmasın... Uyurken tıkanmaların, tıkanınca boğulmaların, boğulunca ölecek gibi olmaların, kötü kötü rüyalarda dolaşmanın çaresi yoktu. Karnı da çok açtı ama içinden "sabah ola hayrola" deyip aç açına uyudu...
Uyandığı zaman güneş doğmuş, sabah olmuştu. Yaz güneşi itlerin üstüne doğarmış nenesinin dediğine göre. Köy insanı güneş doğmadan uyanmalı, erkenden kalkıp erkenden işe koyulmalı. Hasret de öyle yaptı. Uyandığı gibi fırlayıp kalktı. Beyaz gömleği dizlerinin altına kadar uzundu ve bacakları çıplaktı. Bu haliyle çok komik gözüküyordu. Hiç dert etmedi. Beyaz gömleğini savura uçura dışarı çıktı. Çok çişi vardı ve altına da kaçırmamıştı bereket. Yüzünü bile yıkamadan doğruca helâya gitti. Helânın deliğine doğru uzun uzun çövdürdü. Şarıldatarak işeyince dönüp eve geldi. Kevser merdiven başında dikiliyordu. Hasret’in Geldiğini görünce içeri girip bir maşrapa su aldı, getirip onun ellerine döktü. Akşamı ve akşam yaşananları ikisi de unutmuştu. Kevser’e, "Senin suyunu istemem. Çek git başımdan. Kendi yüzümü kendim yıkarım ben, sana eyvallahım yoktur." demedi. Kevser de ona bet bet bakıp alaycı alaycı gülmedi. "Hayalet, hayalet. Hayalet gömlekli hayalet Hasret!" demedi. Sadece yüzüne bakıp gülümsüyor, o da Kevser’in yüzüne bakıp gülümsüyordu...