- 360 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
Yazılamayan Hikâye
Kıştan kalma efkârlı bir bahar günüydü. Siyah benekli kurşunî bulutlarla kaplanmıştı gökyüzü. Güneşin zerresi bile yoktu. Sırtına lime lime, kahverengi, dar bir ceket geçirmişti kır saçlı, derin düşünceli, göç yorgunu adam.
Başı, bağrı, yakası açık; yağmura, çamura, sele aldırmadan, ağır aksak tırmanıyordu yokuşu. Yırtık ayakkabılarından sular sızıyordu ayağına. Hafif kambur olan beli yılların ağırlığı altında eğilen tavan tahtası gibi biraz daha bükülmüştü. Arada bir esen rüzgârın keskin kırbacını, iliklerine kadar hissediyordu.
Saçlarında şebnem, gözlerinde buğu, kalbinde çığlık çığlığa hicran şarkısı. Gidilememiş yerlerin, söylenememiş sözlerin, küllenmiş közlerin yankısı… Hatıralar zihnine, hasretler gönlüne, hayal kırıklıkları ruhuna, son yılların bir şiiri de diline dolanmıştı:
Gurbet trenine bindim giderim,
Gün olur yurduma döner mi bilmem.
Her bir istasyonda artar kederim,
Taş bassam bağrıma söner mi bilmem.
Acıdır yad eller, tat vermez dile,
İsmimin anlamı bilinmez bile,
Gözyaşı işlerim yanık mendile,
İçerim tutuşur, yanar mı bilmem.
Paslanmış pençeler deşer bağrımı,
Kof kalabalıklar duymaz ağrımı,
Fırat’a haykırdım içli çağrımı,
Feryadım sağalır, diner mi bilmem.
Köyümün bağında beyaz çiçektim,
Ezildim yabanda, eyvâhlar çektim.
Hani çilem bitip de gidecektim,
Hasretliğin ipi süner mi bilmem.
İntizâr illeti çöker boğaza,
Yazlar kışa döner, gündüzler güze,
Sarılırım her gün sabra, niyaza,
Kuşlar avucuma konar mı bilmem.
Dağları oyarım pir Ferhat gibi,
İçtiğim ağunun görünsün dibi,
Açın kafesleri, salın garibi,
Gardiyan sabrımı dener mi bilmem.
Gurbette kayboldum, şaşkın dolandım,
Narin kelebektim, kavrulup yandım.
Mum gibi eridim, gayri dayandım,
Talih terkimize biner mi bilmem.
XXXXX
Onun da alınyazısı, renkli kalemlerle yazılsaydı, ah ne iyi olurdu!?..
Bilmiyordu nereye gideceğini. Ceketinden bile dar geliyordu bu ruhsuz ve sevimsiz yüksek binalar, alışveriş merkezleri, geniş meydanlar, hareketli caddeler, koca şehir… Oysa gurbet, yalnızlık, ıstırap ve içinin şu darlığı ne kadar genişti!..
Nereye, kime gidebilirdi ki?.. Ceket, adamın sırtında; adam, dünyanın sırtında emanet gibiydi.
Tuğla yüklü kocaman bir kamyon geçti yanından, aldırmadı. Üzerine su sıçratan işçi servisine bile kızmadı. Üşüyen ellerini ısıtmak istedi kendi nefesiyle. Her hohlayışında içinin yangını ellerini daha fazla yakıyordu.
Ne işi vardı burada? Yoksa kaçıyor muydu?.. Korkuları, sıkıntıları, sırları ve dertleriyle yüzleşmekten; anılarına ve acılarına gömülüp kalmaktan; hatta kaçtığını kendisine bile itiraf etmekten?..
Omuzlarına tuhaf bir ağırlık çökmüştü. Sanki kendi tabutunun bir ucuna da o omuz vermişti. Hıçkırıklarını bir tarafına, hayal kırıklıklarını öbür tarafına atıp yünden yumuşak bulutlara atlamak ve çok ötelere gitmek istiyordu.
Acıkmıştı, iştahı yoktu; yağmur hızlanmıştı, şemsiyesi yoktu; yolunu şaşırmıştı, çıkar yol yoktu. Şu kaç milyonluk şehirde herkese sıcacık bir yuva, tutunacak bir dal, bir damla mutluluk vardı da bir ona yoktu!..
Başıboş sandal gibi salına salına ilerledi. Devasa apartmanların arasında sofra bezi büyüklüğünde bir çocuk parkına çıktı yolu. Bankta, kaydırakta, salıncaklarda kimse görünmüyordu. Ihlamur ağacına yaslanıp azıcık soluklanmak istedi. Ne çok severdi ıhlamur çiçeğinin kokusunu. Çömelip bir avuç toprak aldı yerden. Düşüncelere daldı yeniden…
XXXXX
Köyündeyken dağlar, tepeler, kırlar, ağaçlar kadar toprağı da çok severdi. Toprağı dost edinmek, işlemek, ekip biçmek, çok yorucu olsa da huzurlu ve bereketli bir işti. Nisandan ekime kadar orak, harman ve tütün işlerinde hummalı bir çalışma içine girilirdi. Ama aynı zamanda komşu komşuyu gözetir, zorda kalanın yardımına koşulur, imece usulüyle işler bitirilmeye çalışılırdı.
Güneyden kuzeye uzanan bir dağ geçidinde, dört tarafı ormanlarla çevrili, dokuz yüz metre yükseklikteki yarı yayla köyünü hatırlayınca burnunun direği bir kez daha sızladı; tuz gölüne dönen yüreği, kaç yerinden yine çatladı.
Öğrencilik, askerlik, memuriyet hayatı boyunca nice köyler, beldeler, büyük şehirler görmüştü; ama köyü gibisi yoktu. Tadı nasıl da benzerdi kara kovan balına. Onu şefkatle saran bir kuş yuvasıydı. O sıcacık kozadayken dünyanın bütün kiri, pası, cefası, elemi siliniverir; aldığı her nefes, ömrüne ömür eklerdi. Çayı, suyu, otu bile sanki baldandı.
Hele baharda allı kınalı gelin misali süslenirdi. Kırlar, bayırlar, bahçeler; nakış nakış kilimlerle, zümrüt halılarla kaplanır; renk renk, nakış nakış çiçeklenirdi. Hangi duvarın, patikanın, dönemecin, tepenin, çalının ardından emsalsiz tablolar, melodi sofraları, misk şişeleriyle karşılaşılacağını kimse bilemezdi.
Bazen çitlembik ağaçlarının kuytusundan keklik sürüsü havalanır, çam ağaçlarının dallarında sincaplar cirit atardı. Her an bir kaplumbağa, kirpi ile karşılaşmak sürpriz olmazdı. Nadir de olsa tavşan, tilki, sansar ve porsuk ile burun buruna gelmek bile mümkündü. Otlakta anasının peşinden zıplayıp koşuşan kuzuların seyrine doyum olmazdı.
Bir başka olurdu dereleri inleten bülbül sesleri. Sanki evin ortağıymışçasına saçak altlarına, balkona, pencere kenarlarına yuva yapan serçelerin, kırlangıçların cıvıltısı, ortalığı şenlendirirdi. Biraz keskin ve tecrübeli gözler, göklerde süzülen şahin, atmaca, kuzgun benzeri büyük kuşları fark edebilirdi. Martın ortasına doğru baharın müjdecisi olarak gelen ve kısa bir süreliğine eyleşip yaylaya doğru giden guguk kuşunun ötüşü bambaşkaydı.
Öğleden sonraları çıkan meltemler, sırtını ısıtan güneş ve özellikle köyünde olmanın mutluluğu ruhunu merhem gibi okşardı.
Göz ve gönül alıcı tüm bu pastoral âlem içerisinde şaşkınlık ve hayranlıktan aklı dururdu. Nereye bakacağını, hangi köşeyi ve güzelliği fotoğraflayacağını; hangi çiçeği koklayacağını, hangi konseri dinleyeceğini bilemezdi. Yüreğinden sayısız uçurtma, kelebek, arı ve kuş kanatlanır; o da onlarla birlikte oradan oraya uçuşurdu.
Böylesine renkli bir cümbüşün ortasından fışkıran sükûnete, doğal hayata, muhteşem keyfe ve coşkuya paha biçmek mümkün müydü?..
Şimdi yine tam mevsimiydi baharın. Kırlangıçlar gelmiş, yine aynı yere yapmıştır yuvasını. Toprak bolca nisan yağmuru içmiştir. Yamacı, anızı canlanmış; tarlalar gelincik, papatya denizine dönmüştür. Yemeğini, böreğini yapmak için anasıyla topladığı otlar çıkmıştır.
Arılar çiçekten çiçeğe konmakta, polen toplamaktadır. Babasının diktiği asmadaki salkımlar çoktan çiçeğini silmiştir. Çağlalar olgunlaşmış; leylaklar, zambaklar açmıştır. Evlerin arka bahçelerine ekilen nane, marul, maydanoz, soğan, bakla, bezelye ve çilekler tebessüme durmuştur.
Ya, envai çeşit mantarın, endemik bitkinin ve kızılçam, meşe, pıynar, karadal, tesbih, poruk, uzgur, sedir, dişbudak, karaçam, sandal, alıç, defne ağaçlarının mesken tuttuğu köyün zümrüt dağlarından güzün enneme, dömergen; baharda kuzugöbeği, enikkulağı aramanın heyecanı, bulmanın sevinci?!.
Gönlünü çalan biricik deniz kızıydı Cennet Kızılbel... Dolambaçlı yolların düzü, bıkmadan izlediği tek dizi; beşiği, direği, sığınağı, kalesiydi… Burcu burcu çocukluk, gençlik, zindelik kokardı bambalı, sümbülü, kekiği, gülü, dukkuğu, lalesi, bazlaması, otlu ekmeği…
Velhasıl kendisinin, ailesinin, atalarının hatıraları ile dolu olan; meşakkat ve güzellikleriyle kendisini büyüten, şekillendiren, olgunlaştıran toprakları, çevreyi, şartları, kısacası memleketi nasıl unutabilirdi?
Yılda birkaç gün görmekle doyulmuyordu. Ayrılığın hüznü, efkarı ve yanık hıçkırığı, ne lügate sığıyordu ne yüreğe. Kurşundan ağır bir yara, derin bir sızıydı bu hasret.
Âh, köyüne kavuşup sızısına merhem çalabilse!.. Âhir ömrünün en büyük hediyesi, tesellisi, ikramiyesi bu olurdu işte!.. O zaman içini yakan meşe közü küllenir; içine oturan kara taşlara cemreler düşer; taş plaktaki ağır havalar, oyun havasına terfi eder; efkâr gecelerinin katranı, pekmeze dönüşürdü.
Beton yığınlarının, egzoz gazlarının, gri bulutların, anlaşılmazlığın, unutulmuşluğun, yabancı olmanın enkazında boğuluyordu. Sürekli akan; meydanları, parkları, toplu taşıma araçlarını, düğün salonlarını, hastaneleri, alışveriş merkezlerini hınca hınç dolduran bunca insan seli içinde aşina tek bir sima var mıydı?
Oysa köyünde herkesi tanırdı. Kimin kapısın çalsa geri çevrilmezdi. Herkesin bir bardak çayı mutlaka olurdu. Her hanede muhabbeti, dostluğu, selamı muhakkak bulurdu. Çat kapı misafirlikten kimse rahatsız olmazdı.
Az ötedeki bol ışıklı, çok şeritli caddeden uğultulu kalabalıklar, telaşlı insanlar, sabırsız taşıtlar geçiyordu; üst üste, yığın yığın, birbirini ezercesine. Bu kadar mühim ne işleri olabilirdi bu insanların, hiç bitmek bilmeyen?
Bir zamanlar bu yapbozun bir parçası; gündelik telaşların tozu dumanı arasında bir o yana, bir bu yana savrulan saman çöplerinden birisi de kendisi değil miydi?
Neydi bu fani hayatı, bu kadar süslü, cazibeli ve bağımlı kılan? Hiç ölmeyecekmiş gibi sonsuz hırs ve hınçla her şeye ve herkese saldırmak, kısa bir süre sonra hiç yaşamamışçasına ölüp gitmek… Ne kalıyordu geriye, bir avuç topraktan başka? Bir de hatıralar, hayaller, iyilik ve kötülükler. Güzel anılar ve işler biriktirebilmekti mühim olan.
Masalların ilk cümlesinde saklı değil miydi hayatın tüm gerçeği: Bir varmış, bir yokmuş… Selâ ile ezan arasındaki kısacık an, sonsuzluk ırmağında parlayıp sönen bir köpük... Yüz yıl sonra şu anki insanların yüzde kaçı olacaktı yeryüzünde?.. İnsanı insanlıktan çıkaran neydi bu kadar?..
Yer, gök, dağ, deniz, varlık ve nimetler niçin yaratılmıştı? Mevcudiyetimizin mânâsı ve maksadı neydi? Varlık nedenimizi, yaratılış gayemizi sorgulamamız gerekmez miydi? Sele kapılmış hissiz bir kütük, pimi çekilmiş azgın bir canavar mı olmaya gelmiştik; yoksa adam gibi yaşayıp yücelere uçmaya mı?..
İnsanın, insana ve çevreye verdiği zararı, bu kadar kim verebilirdi?.. Kendimizi, sevdiklerimizi, çevremizi ve cümle yaratılmışı sevebilmek; güçlüyü değil haklıyı savunabilmek; dünyanın çıkan çivisini biraz olsun çakabilmek bu kadar mı zordu? Yoksa birilerinin oyuncağı mıydı dünya?..
Koca dünya, sık sık yanıyor, titriyor, sarsılıyor, savruluyor, inliyordu. Üzerine çöreklenen tonlarca pisliği, kini, ihaneti, bencilliği, zulmü, vahşeti atıp yeşili, maviyi, oksijeni, huzuru, güzellikleri çoğaltmak ve biraz nefes alabilmek için.
Bu ateş sadece onu mu yakıyordu? Gittikçe derinleşen dertlerin dermanı niye bir türlü bulunamıyordu? Kapkara balonlarla oynamak ve oyalanmak, akıl kârı mıydı? Zihni, ilmeği kaybolmuş çile yumağı; sorular ve cevapları kördüğüm…
İyice hızlandı yağmurun şiddeti. Kaçmalıydı ama nereye? Nefretin sırıtıp muhabbetin surat astığı bu çapraşık kentte nereye gidebilirdi?
Saat kaça gelmişti acaba? Ama ne hükmü vardı zamanın? Yaz ile kışın, sabah ile akşamın bir farkı mı kalmıştı?.. Mevsim tekti: hazan; dostu yalnızca yalnızlıktı.
XXXXX
Hayır, hayır… Tam istediği kıvamda olmamıştı bu hikâye. Öyle “yazayım” demekle yazılmıyordu. Elinden düşüverdi kalem. Hatırlı bir dergiye yetiştirecekti oysa bu hikâyeyi. Söz vermiş, “Üç güne gönderirim.” demişti Osman abisine. Ama olmuyordu işte.
Hâlbuki işin hikâye tarafını bir kenara bırakmak…
Hesaba çekilmeden önce kendini hesaba çekebilmek…
Kötü gidişe "dur", kendini kaybetmiş kalabalıklara "durun" diye haykırmak…
Ürkek bir kedi yavrusunu okşamak… Taze çiçekli bir badem dalına uzanmak… Gülün, ıhlamurun, fırından yeni çıkmış ekmeğin, buğulu toprağın mübarek kokusunu içine çekmek…
Yönünü güneşe çevirip gerçeğin kulpundan tutunmak ve gölgeleri ardında bırakmak… Zamanın bile donduğu bir anda hayata yeniden gülümsemek…
Yazamadığı, yaşamadığı bir hikâyenin üzerini çizip karalama kağıdını bir hamlede yere çalmak…
Şehrin tüm şamatasına, uğultusuna, ışıltısına ve cazibesine omuz silkip elleri cebinde ıslık çalarak memleketine, cennet köyüne doğru yola çıkmak…
Ve asıl önemlisi kendi hikâyesinin kahramanı olabilmek...
Değil miydi bu hikâyede eksik kalan?..
XXXXX
Bir siluet dolaşıyordu saatlerdir şehrin ara sokaklarında, kalmamıştı dizlerinde takat... Zaten karın mı doyururdu resim, müzik, sanat; felsefe, tarih, edebiyat?.. Büyüyüp kocaman sele dönüşüyordu camlara çarpan yağmur damlası... Kaybolup gitti şehrin kalabalığında, gecenin karanlığında aykırı bir zat... Anılara mezar oldu elindeki sefer tası... O kadar meşakkat da cabası...
*****
05/06/2022 tarihinde yapılan açıklamaya göre, YAZILAMAYAN HİKÂYE" adlı bu öyküm, Amasya Dernekler Federasyonu tarafından düzenlenen "2022 Ferhat ve Şirin Öykü Yarışması"nda 3.lük ödülü almaya değer görülmüştür.
*****
www.adef.org.tr/haberler/2022-ferhat-ve-sirin-oyku-yarismasi-sonuclandi
*****
(İlk yazılış/ düzenleme tarihi: 01/05/2001; Suluova, Amasya)
(Son tashih zamanı: 30/04/2021; Kocasinan, Kayseri)
*****
(Bu öyküde yer alan “Kahrolası Gurbet” adlı şiirimin ilk yazılış tarihi: 11/03/2013)
(Yeniden düzeleme tarihi: 01/12/2018)
(Son tashih zamanı: 26/03/2022; Kocasinan, Kayseri)