- 887 Okunma
- 10 Yorum
- 4 Beğeni
Şuradan Bir Düşüş Uzatır mısınız Lütfen!
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Telefonun ucundaki tanıdık ses ona yardım etmemi istiyordu. Üniversite zamanlarından sonra beş-altı yıldır (belki de yedi yıl) ilk kez duyuyordum sesini. Çocukluktan tanıyordum onu. Çılgın suların akışından… Yalnızlığı bozulmuş şehirlere olan tutkusundan… Kuşları bile hipnotize edecek bakışlara sahip olan gözlerinden… Genelde asık ve bohem yüzlü suratına bazen tarifsiz bir gülümseme konuk olurdu ve bu gülümseyişi insanın düş kurmasına yol açardı.
Konservatuarda okuyordu ama yarım bırakmıştı okulunu, hayatında yarım bıraktığı şeylerle ünlüydü, en azından ben yani onun en yakın arkadaşı olarak öyle biliyordum. Bazen haftalarca ortalıktan kaybolurdu, bir keresinde ‘neredeydin’ diye sorduğumda “yeni yalnızlıklar keşfetmeye çıkmıştım” demişti. Onu anlamıyordum, hiç anlamıyordum. (Ona seni anlamıyorum deseydim eminim bana “anlamak hüzün verir Vefa” derdi.)
Konservatuarı bıraktıktan sonra türkü barlarda ve pavyonlarda çalışmaya başladığını duymuştum en son. Tek bildiğim de buydu. O güçlü ve kendi başına buyruk kadın benden yardım istiyordu şimdi. Sesi ağlamaklıydı. Bir mekânda rehin kaldığını, oradan çıkamadığını söyledi. Kurtarıcıymışım gibi gelip onu oradan kurtarmam için yalvarıyordu. Yalvarmak onun tarzı değildi. Bu dünyada kimseye ihtiyacı olmazdı. Kibirli ve burnu havada biriydi. Soğuktu, bir tek şey hariç hislerini dışa vurmazdı. Öfke. Öfkesini saklayamazdı, herkese bolca dağıtırdı ondan. Lafını esirgemezdi. Öfkelendiği zaman ağzını bozup küfürleri resital halinde sunardı karşısındakine. Güzelliği, uzun boyu, kayıtsızlığı ve gelgit halleriyle mahallenin fenomeniydi. Onu tanıdığım süre içinde birkaç istisna hariç bana karşı çok kırıcı olmadı. Her şeye rağmen o yıllarda, insanların henüz aldatmayı bilmediği o yıllarda arkadaşlık ve dostluk sanatlar sanatıydı. Öfke normal sayılırdı ama ihanet ve yalan utanılacak şeylerdi.
Samimiyetimiz arttıkça beraber gezer tozar olmuştuk. Bazen başka şehirlere günübirlik gider, oralarda, hiç tanımadığımız yerlerde bir sürü çılgınlıklar yapardık. Bir defasında Çeşme’ye gitmiştik. Göl, çay ve derelerde çok yüzmüştüm ama deniz ve sahille ilk kez tanışıyordum o gün. Düşlerden bile güzeldi burası. Nisan’ın sayesinde buradaydım. Bir gün bile olsa tadını çıkaracaktık. Gözü kara sıfatı karşılığını Nisan’da bulmuştu.
Ne çok yüzmüştüm o gün. Özgürlük bize kollarını açmıştı, üstelik yanımda Nisan vardı, en sevdiğim arkadaşım. Onunla beraber olmanın, birlikte vakit geçirmenin benzersiz bir saflık olduğunu düşünüyordum. Neredeyse bir saatten fazla sudaydım ama Nisan girmedi. Kumların üzerinde bir ölümsüz gibi uzanmış, kumrallığı ve güneşi tanrıça gibi geçirmişti çıplak vücuduna. Onun yanında, ona bu kadar yakın olma ayrıcalığına sahip tek kişiydim ve bunun sonsuza kadar sürmesini istiyordum. Arkadaşlığımızın ve birbirimize bağlılığımızın ölümsüz olmasını istiyordum.
Nisan’a el sallamak ve onu da denize çağırmak için plaja, Nisan’ın olduğu yere baktığımda yanında iki kişinin olduğunu gördüm. “Bunlar da kim,” diyerek hemen sudan çıkmaya karar verdim ve kıyıya doğru hızla yüzmeye başladım. Bira içiyorlardı, kendinden yaklaşık on yaş büyük hem yakışıklı hem de kaslı iki adam ve benim geldiğimi gördüğü halde istifini hiç bozmayan, keyfin köpüklü dalgalarında kahkahalar atan en yakın arkadaşım Nisan. Bozulmuştum ve kulağına yanaşıp Nisan’a bunların kim olduğunu sordum kararsız bir öfkeyle. “Bunlar yeni arkadaşlar, Vefa’cım” dedi. “Bira ısmarlamak istemişler, gel sen de katıl.”
Genelde yüz ifadesi hareketsiz olan Nisan’ın neşesi yerindeydi. Gülüyordu, gülüşü zaman zaman başka şeylere dönüşüyordu. Ben orada yokmuşum gibi davranıyordu. Hiç konuşmadan sadece onları izledim. Üçüncü birayı bitirmişti Nisan. Ona “artık yeter, kalkalım” dedim. Duymuyordu beni. Tekrar kalkmamız gerektiğini söyledim. Sonra bir daha, bir daha söyledim. “Ne oluyor oğlum sana, kim oluyorsun sen, bana ne yapmam gerektiğini söylüyorsun, kapa artık şu çeneni” dedi. Israrıma devam etseydim şunu da söyleyeceğinden eminim: Biraz yüz verip samimi davrandım diye sahibim olduğunu mu sanıyorsun!
Birden kendimi buzdağında tek başıma, kimsesiz, anlamsız, sözcüksüz, yetkisiz, haksız ve insansız hissettim. Diğer ikisinden biri yüzünde alaycı bir ifadeyle “sen istiyorsan gidebilirsin delikanlı, ablan bizimle kalacak biraz” dedi. Gözüm arkada kalmayacakmış, onlara güvenecekmişim, sağ salim teslim edeceklermiş, merak etmeyecekmişim. Ayağa kalktım birden ve onların karşısına dikildim. Onları parçalamak istiyordum. Tekrar Nisan’a dönüp “hadi Nisan, gidiyoruz buradan,” dercesine yüzüne baktım zavallıca. Kaşlarını çatarak bir süre öylece yüzüme baktı, sonra bana gitmemi ve garajda kendisini beklememi söyledi.
Ona güveniyordum. Yanlış bir şey yapmazdı. Bu tür medcezirlerine alışıktım. Çantamı alıp gittim oradan. Garajda bir saat on beş dakika bekledim onu. Geleceğinden emindim. Yine de ona çok kızmıştım. Herif “ablan bizimle kalacak biraz” dediğinde nasıl da aşağılanmıştım. Kendimi aptal gibi hissettim. Haklıydı Nisan, kim oluyordum ki ona ne yapması gerektiğini söylüyordum emir verir gibi. Fakat ne olursa olsun dostlar birbirlerine böyle şeyler yapmamalı. Kırmamalı, üzmemeli. En önemlisi satmamalı. Satılmış ve yarı yolda bırakılmıştım. Zaman zaman düşündüğüm oluyordu: “Ben bu kızla ne yapıyorum böyle, biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz?”
Arkamdan beni sertçe iterek,
“Oğlum sen salak mısın, ne yapmaya çalışıyorsun, kıskanıyor musun beni, hayırdır?” dedi Nisan.
Kendisinden önce elleri ve sesi gelmişti. Onu kıskanıyor muydum? Bu sorunun cevabını veremedim, ne ona ne kendime. Öylece yüzüne baktım yabancı gibi ve o an saniyeler içinde hislerimi yeniden sorguladım. Bu sorgulamalardan bir sonuç alamıyordum. Tanımlayamadığım hisleri nereye koyacağımı bilmiyordum. Bu tanımlayamadığım ve anlam veremediğim hisler bütün silahlarıyla mahalleme saldırmıştı ve ben ölü taklidi yapıyordum, fark etmeden yanımdan gelip geçsinler diye.
“Ne, nedir bu halin, sersemleştin mi sen Vefa,” dedi Nisan yine o bilindik öfkesiyle.
“Sersem olan ben miyim?”
“Nedir bu kıskançlık halleri peki?”
“Seni neden kıskanayım ki… Ama bu yaptığın hoş değildi, biz beraber çıkmadık mı yola, şu adamlarla neden bira içiyorsun, ben yanında yokmuşum gibi davranıp küçük düşürüyorsun?”
“Bak sen küçük beye! O zaman biraları sen söyleseydin, görmemiş gibi suya bir girdin, çıkmak bilmedin, ayrıca sakın bir daha bana karışma, seni fena kırarım.”
Sustum ve susmanın en afili ülkelerinde dolaştım yol boyunca. Kıskanıyor muydum? Nisan’la arkadaşlık dışında hiçbir şey paylaşmamıştık. Eğer onu kıskanıyorsam, bundan sadece arkadaş olmadığımız anlamı mı çıkardı? Dört saat dönüş yolculuğu boyunca hiç konuşmadık. O bir kitaba daldı, Sevda Sözleri, Cemal Süreya’nın. Ben de üç yıl öncesinin “ Işıltılı Kız” adlı sinemaya. Daldım ama çıkmam çabuk oldu.
“Tamam, hadi barışalım” dedi Nisan yüzünde saldırma bilgisine sahip bir gülümsemeyle. Hep böyle yapardı. Hayır diyemezdim ona. Ona hayır denmezdi. Karşı konulmazdı. Ne yaparsa yapsın bağışlardım onu. Çılgınlıklarını affederdim. Delilikleri, absürt giysileri, dövmeleri ve sıra dışı tavırlarıyla sanırım ona sonuna kadar dayanabilen tek kişi bendim. Çünkü onunla olmanın, arkadaşlık kurmanın ve kendini özel hissetmenin büyüsü değerdi buna.
***
O yaz öyle geçti ve aradan geçen yedi veya sekiz yaz boyunca onu ne gördüm ne de sesini duydum ta ki telefonda benden yardım dilediği güne kadar. Bir fırsatını bulup gizlice başka birinin telefonuyla arıyormuş, fazla vakti yokmuş, tek güvendiği kişi benmişim. Bir dakika içinde en az elli kez “lütfen” sözcüğünü tekrarlıyor ve verdiği adrese hemen bugün gelmemi ve bir plan yapıp onu oradan almamı, gelirken de boş gelmememi istiyordu. Boş gelmemek ne demekti? Yanımda mutlaka silah bulundurmamı kastediyordu. Demek ki gerçekten tehlikeli bir durumun içindeydi. Ancak bunu yapamazdım. Bahsettiği Ö. Şehrine belimde silahla gidip onu oradan alacak biri değildim. Bu benim yapabileceğim bir şey değildi, benim yöntemim değildi. Bu filmlerde olur. Hangi filmin içine çağırıyordu beni?
Ne kadar yakın olsak da her şeyi anlatmazdı bana. Uçurumlarını kendine saklardı. Düşüşlerini onur duyulacak bir şey olarak görürdü. Belki de ona acı veren bir sevgilisi vardı. Üzgün olduğu ve neredeyse hiç konuşmadığı bir gün bana “İnsan en çok düşlerinin peşinde koşar fakat sadece düş kırıklıklarıyla ilerler” demişti ve aniden kalkıp gitmişti yanımdan. Yıllar sonra bu sözün Jacques Lacan’a ait olduğunu öğrenmiştim.
Onun bu filmine gidemezdim, ne oyuncu ne izleyici olarak. Bin bir zorlukla girdiğim bir işim vardı, hem işimi hem kendimi tehlikeye atamazdım. Üstelik bunca yıl beni aramayan ve dostluğumuzun bir yalan olduğuna beni inandıran biri için neden böyle bir şey yapayım? Ona sitemlerimden bahsettim –ki dikkate bile almadı- ve telefonu kapatacağımı söyledim. Ardı ardına yeniden çaldı telefon. Ardı ardına kapattım ve onu yanıtsız bıraktım. En sonunda pes etti ve aramayı bıraktı ama birbirine girmiş harflerle, telaşla yazılmış olan uzunca bir mesaj attı. Aynı şeyleri tekrar tekrar yazmıştı mesajda.
Kafam allak bullak olmuştu. Onca zorluktan sonra hayatım düzene girmişken yeni bir düzensizliğin getirilip kapıma konmasını istemiyordum. Nisan’ın telefonda anlattıklarını kafamın içinden atmak için büyük çaba harcıyordum. Saat on birdi ve az sonra zil çaldığında derse girecektim. Bütün vücudum ve ruhum “lütfen” kelimesiyle inliyordu. Zil “lütfen” diye çaldı. Koridorda karşılaştığım diğer öğretmenler ve çocuklar yüzüme bakarak “lütfen” diye çığlık atıyorlardı. Sağlık konulu okul panosunda da “lütfen, sağlıklı olalım” yazıyordu. Yangın tüplerinin üzerinde, kapılarda, pencerelerde, nereye bakarsam hep aynı kelime… Hegel, Marx, Spinoza, Heidegger, Sartre ve diğerleri koro oluşturup “lütfen” diye sesleniyorlardı bana. Canhıraş bir şekilde bahçeye attım kendimi. Nefes almakta zorluk çekiyordum.
“Vefa Hoca, iyi misiniz?” dedi bahçenin öbür ucundan iyi olmadığımı düşünüp de yanıma gelen bir öğretmen arkadaşım.
“İyiyim, bir şeyim yok, sadece başım döndü biraz” dedim ve izin alarak ayrıldım okuldan.
YORUMLAR
Bu hikayenizi dün akşam okumuştum ve şimdi yine bir göz attım; akşam verdiği hisse tekrar dönmek için.
Yalın bir dille yapılan duygu tasvirleri ve kullanılan metaforlar fantastik. İkili bir ilişkiyi enteresan kılan ve atmosferi görselleştiren anlatım tarzı... Ve dilin abartısız sürükleyiciliği; "keşke bitmeseydi"yi dedirtiyor insana.
Umarım paylaşımlarınız devam eder, sayın Dramatik Buluntular.
Eserinizi ve sizi çok kutluyorum.
Saygı ve selam ile.
Dramatik Buluntular
Teşekkür ediyorum
Saygı ve selamlarımı iletiyorum.
Dramatik Buluntular
Selam ve saygılar...
sürükleyici, heyecanlı ve anlamlı diyalogların da ivmeyi iyice hızlandırdığı güzel bi yazı okudum ve devamını da merakla bekleyenlerdenim...
bir çırpıda okuttu kendini...bi yandan da acaba yeni kitabından bi bölüm mü diye geçirdim aklımdan...
her şekilde sayfandan hep memnun ayrıldığım ve kalemine güvendiğim, çok şey öğreneceğim sayılı kalemlerdensin...
çokça sevgi ve selamlar gönderiyorum...
Dramatik Buluntular
Yeni Kitap, evet. bütün editöryel çalışmalarını bitirdim ama yayınlamak istemiyorum şimdilik. Uygun ortam oluştuğunda, belki... Büyük yaşanmışlıklar var kitapta. Bir roman olmasına rağmen öykü tadı da veriyor. Çok emek verdim buna. Yine bir "Göçmen Kuşlar Kasabası" tadında. Roman ve şiiri buluşturmak istedim, bir de gerçeği, hayatın gerçeğini, devrimciliği, başkaldırıyı, sisteme karşı durmanın yöntemlerini, insanın zaaflarını. Hayata dair ne varsa, biraz da felsefe sosu..
Umarım o tadı vermişimdir.
Canım güzel insan, güzel yoldaş,
çokça sevgi ve selamlarımı gönderiyorum.
Gule
seni okumak bi ayrıcalık ve büyük şans...hem kendi adıma hem de edebiyat adına...iyi ki varsın...
Dramatik Buluntular
Saygılar...
Dramatik Buluntular
Selam ve saygılar...
Dramatik Buluntular
Selam ve Saygılar...
Sıfırnoktası
Sıfırnoktası
Kaleminizi takdir ettiğim kadar var bu bağlamda bir solukta okudum hep de olduğu üzere.
Selam saygılarımla değerli kalem
Dramatik Buluntular
Selam ve saygılar...
Heyecanla okudum. En çok da sonunu beğendim. İyiki gitmemiş kahraman, gidecek diye ödüm koptu. Tebrik ederim çok akıcı