Soğan Kabukları
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Hasan Taşcı
Amcaoğlu Şaban’ın hanımı Fatma yengemin; ‘’Remziye’’ isimli hiç evlenmemiş bir halası var idi. Allah gani, gani rahmet eylesin. Evleri; İsmet paşa Mahallesi Cami yukarısında, Keskin köyü yolu üzerinde, Okaylar’ın evi (bir hane soyadı) ile karşı kaşıya bakacak şekilde, hemen yol çatısında idi. Oraları bilenler anımsayacaklardır. Dede yadığâri amcam evi ile sonradan yapılan dedem kerpiç evi aynı avluda bulunduğundan amcamlar ile yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Adettendir, büyük oğlan babanın ayaküçüna, küçüğü ise ata evine kurulurmuş. Dedem evi de ata evinin ayakucunda kurulu idi. Şimdi ise cismi gitti, ismi kaldı yadığâr.
Remziye teyzeler, amcaoğlu Şaban evlendikten sonra akşamları belirli aralıklar ile amcam evine ziyarete gelirler, tabi biz de bu fırsatı kaçırmaz hemen yukarı eve damlar, bazen de toplu olarak onlara iade-i ziyarette bulunurduk. Dedim ya; ne elektrik, ne şu, ne de tabi ki televizyon denen tüplü canavar yok. Tek eğlence kaynağı hoş sohbet, dedikodu, bilmece ve misafirliğin son anlarında anlatılan korkunç hikâyeler.
Günlerden bir akşam, zamanını ne siz söyleyin ne de ben. Zamanın bellinde deyiverin geçin işte: Remziye teyzeler, çoluk çocuk, kadın maaile amcamgillere oturmaya geldiler. Biz de bu oturmaya nenemle birlikte teşrif ettik. Nenem; her zaman ki gibi, bir an önce evden çıkacakmış edası ile kolaya kaçar, oda kapısının hemen bitişiğine otururdu. Nedenini sonradan öğrendim. Meğer dedem aşağıdan, yani kahveden gelirse bir an önce kalkayım dermiş.
Ben de nenemin kucağına uzanır, sağ elini sol kulağımın üzerine kapatarak konuşulanları dinlerdim. “Nedenini sormayın?” hâlâ çekerim orta kulak iltihabını.
Bu kadar uzun fasıldan sonra gelelim Remziye teyzemizin uzun kış gecelerinde bizlere anlattığı “Soğan Kabukları” isimli söylencemize:
“İsmet paşa mahallesinde Garip Ahmed’in anası Fatma aba diye çağrılan yaşlıca bir kadın yaşardı. Mahalle halkı kendisini hep Fatma ebe diye çağırırdı. “Ebe midir, hekim midir-değil midir?”, bilinmez, ama herkes öyle dediğine göre mutlaka bir bildikleri vardır elbet. Bizde kendisine “Fatma Ebe” yerine ”Fatma aba” olarak seslenelim.
Fatma aba; hemen, hemen tüm mahalle çocuklarının doğumunda bulunan, çocuklarda bir hastalık belirtisi olsun anında danışılan mahallenin otacısı, diplomasiz doktoru bilge bir kişilik. O zamanlardan da derlerdi eski karılar. “Karının göbeği burnundaysa gebe, burnu karnındaysa ebedir” diye.
Hikâye arasında benim bademcik iltihaplarını az patlatmadı hani, anlayacağınız şahsen kendisini tanır idim. Yudu ellerini Arabın sabunuyla tertemiz.
- “Aç çaladım ağzını koskocaman, korkmayasın bir seycik olmaz mari!”, dedi, doktor edasıyla muayene eder gibi.
Açtım ağzımı, yumdum gözümü. O arada daldırdı işaret ve orta parmağını boğazımdan içeri irinli bademciklerime. Kanırttırdı bademcikleri olanca gücüyle. Neyse lafı uzatmayalım ve devam edelim söylencemize:
Gecenin kör bir vakti, Fatma abanın kapısı hızla çalınmış. Fatma aba, telaşla yatağından kalkmış başına örtmesini, üstüne yeldirmesini geçirmiş. Yine bir doğum olsa gerek diyerek, iç geçirmiş derinden. Her zaman ki olağan bir seymiş gibi avlu kapısının yolunu tutmuş. O telaş ile idare lambasını yanına almayı unutmuş. “Bir ara; geri dönsem mi?”, diye sormuş kendi kendine. Ama ev halkını uyandırmak istememiş. “Ay ışığı nasılsa pırıl, pırıl aydınlatıyor her yani, bir seycik olmaz.”, diye düşünmüş. Avlu kapısına vardığında ise kapı hala sert bir şekilde pat, pat diye dövülmeye devam ede dururmuş.
- “Kimsin, kimlerden sin, ne istiyorsun gecenin bu vakti, diye sormuş?”, Fatma aba. Kapıyı durmadan dövüp duran bu bilinmedik kimseye. Kapı ardından bir erkek sesi duyulmuş.
- “Fatma aba; bizim hatun doğum yapacak, tez yetişesin hele!”, diye seslenmiş, tanınmadık bir erkek sesi telaş ile.
Fatma aba; durumun vahameti ile bir türlü aklına gelmemiş sormak, bu doğum yapacak “kimdir, kimlerdendir”, diye?
- “Dur hele bir! Hemen çıkınımı yapayım bir an önce yola revan olalım.”, demiş.
Çıkınını ve bohçasını hazırlar hazırlamaz avlu kapısını açmış, Fatma aba. O zaman ki kadınlar; er kişi yanında kafalarını öne eğer, yüzlerine bakmazlarmış adetten. Fatma aba da hiç bakmamış er kişinin suretine.
- “Hadi! Ne duruyoruz de hemen gidelim bari demiş.”, isimsiz er kişiye, Fatma aba.
İsmet paşa Mahallesi Cami önünden salınmışlar aşağıya doğru, binbaşı yokuşundan tam aşağı inerken, bir den irkilmiş Fatma aba ve sormuş er kişiye;
- “Neredeydi sizin hane, daha yolumuz uzun mu?”
- “Hemen aşağıda Fatma aba az kaldı.”, demiş, er kişi.
Fatma aba; bir şeyler sezmiş sezmesine de, o korkuyla ne edeceğini bilememiş işin doğrusu. Allah’a havale etmiş olacakları, hayırdandır demiş yapacaklarını. Gecenin bir vakti, sadece ay ışığı var, ortamı aydınlatan. O da mum ışığı misali. Sureti bir parıldatır, bir karartır hele araya bir bulut girsin, değmen siz; ortalık iyice zifiri karanlık oluverir birden. O zaman ki İsmet Paşa işsiz, civarda tek tük haneler var. Hele! Binbaşı yokuşu, ötesi direk Arap Deresi’ne bakar. Arabın deresi ise ne anlama gelir bilmem. Bildiğim ve gördüğüm ortasından bir dere akan, hemen yanında bir de mezarı olan, ceviz ve kiraz ağaçlarından mütevellit, gençlerin kümeslerden tavuk çalıp yiyip içtikleri yemyeşil cennetten bir mekân. Sonradan anlattılardı aklı çok ermişler; Bir Arap dede yaşarmış o nedenle ismi “Arap Deresi” olarak kalmış, bana pek inandırıcı gelmedi.
Fatma aba ve er kişi çarşıya yoluna sapmadan dalıvermişler Arap deresi yoluna. Fatma aba iyice işkillenmiş, tam da ay ışığının en parlak olduğu ana denk gelmiş kafasını kaldırmış, bakıvermiş er kişinin suratına çaktırmadan. Kıllı süratli, uzun burunlu, küçük gözlü, uzun saçlı, kaftanı süslümü, süslü bir er kişiymiş onu böylesine alelacele yola sürükleyen. Bunu hisseden er kişi birden yakalamış Fatma abayı kolundan, kuvvetlice çekerek.
- “Bana bak Fatma aba, artık haneleri geçtik, dereye de az kaldı, yolu yarıladık sayılır. Bundan gayri benim konuğumsun ve benim dediklerimi harfiyen uygulayacaksın.”, demiş er kişi emri vaki bir sözle.
Fatma aba, ürkek ve titrek bir ses ile ağzında biriken tüm sualleri edivermiş er kişiye.
- “Beni neden apar topar çağırdin? Benden istediğin nedir? Beni nereye götürüyorsun? Ben sana ne ettim? Bırak kolumu da döneyim gerisin geri.”
Er kişi;
- “Dediydim ya sana. Hatunum doğum edecek. Ebe gerek bana. Dua et edebildiklerine de doğum iyi geçsin. Doğacak olan bebe de erkek olsun. Şayet kız olur ise ölümlerden ölüm beğen. Erkek olursa da mukâfatini alırsın fazlasıyla.”, demiş, sert bir mizaç ile Fatma abaya dönerek.
Er kişi; Fatma abanın sol kolunu tutmuş itekler vaziyette dalmışlar Arabın deresinin içlerine. Nihayetinde; sık ve büyük ceviz ve kiraz ağaçlarının altından geçerek dereye erişmişler. Sanırsınız kırk katırlık yol tepmişler. Dere yatağının hemen üstündeki bahçede bulunan mezar başına ulaştıklarında;
Er kişi;
- “Fatma aba; evim burasıdır. Hatunum da içeride doğurmakta. Ben seni dışarıda bekliyorum. Sen içeri gir ve işini yap. Bir şeye ihtiyacın olduğunda seslen bana. Dediklerimi de sakin unutma.”, demiş ve Fatma abayı mezarın girişinde tek başına bırakmış.
Fatma aba, mezarın başında durmuş durmasına da, ne bir ev varmış ortada ne de doğum yapacak hatun. Ne yapsam, ne etsem diye düşünürken; birden mezar kapısı aralanmış ve içeriden bağrış çağırış bir kadın sesi duyulmuş. Fatma aba, bildiği tüm duaları okuyup içeriye dalıvermiş, gözü kapalı. Yapacak da bir şeyi yokmuş hani. Loğuşa kadının simasına ise korkudan mıdır, yoksa başka bir sebepten midir nedir, bakamamış bir türlü. Aklı fikri gebe hatunun iyice belirginleşmiş karnında ve yapacağı isteymiş. Bir an önce olsun bitsin de döneyim sıcacık evime demiş ve başlamış bildiği işi yapmaya.
Gebe kadının sırtını üç kez sigaçlayarak (Sürterek), ‘’Benim Elim Değil, Fatma Anamızın Eli’’ demiş. Çıkışından okunmuş bir kuşağı çıkarıp gebe kadının beline bağlamış. Elini yine çıkınına atmış, adına ‘’Fatma anamızın eli’’ dedikleri otu çıkarmış ve suya salmış. Ot, suda bir el gibi açılmış, saçılmış. Suyu gebe kadına içirmiş. Gebe kadının sancısı bir o kadar artmış. Bu ot; doğum sürecini iyice hızlandırmış. Gittiği yerden mezar başına dönen er kişi,
- “Daha bitmedi mi, neler oluyor içeride?”, diye telaşlı, telaşlı sorular sorup dururmuş.
Fatma aba;
- “Telaş etmeyesin ha geldi, ha gelecek. Zati önümü bile göremiyorum karanlıktan, bu ay ışığı ile olacak bir iş değil.”, diye mırıldanıp durmuş, sadece kendi duyabileceği kadar. Bir taraftan da işini yapmaya devam ediyormuş.
Er kişinin asıl telaşı doğuma değil de, havanın aydınlanmaya başlamasına imiş. Bu işin sabah namazı başlamadan bitmesi gerekiyormuş. Bu telaş içinde kendi kendine düşünürken, içerinden bir bebenin ağlama sesi duyulmuş.
- “Gelen kız mı, erkek mi?” Diye seslenmiş, er kişi dışarıdan, olanca sesiyle.
Fatma aba; doğumun sağ salim gerçekleştiğine mi şükretsin, doğan bebenin kız çocuğu olduğuna mı endişelensin. Ne yapacağını bilememiş. Kısa bir müddet duraksamış ve düşünmüş. Aklını başına toplamış ve emin bir ses tonu ile dışarıya seslenmiş.
- “Hey! Er kişi. Allah analı babalı büyütsün, bir erkek çocuğun oluverdi.”, demiş, ani bir kararla. Ve devam etmiş.
- “Adettendir, yeni doğanı görmeden önce bana bir çamur toplayasın hele.”, diye seslenmiş.
Er kişi, günün ağarmakta olduğunu fark ettiğinden, hemen dere kenarından bir avuç kadar balçık alıp, mezar kapısından uzatmış, içeride bulunan Fatma abaya. Fatma aba, çamuru evirip çevirmiş yuvarlamış ve serçe parmak kalınlığında erkeklik uzvuna döndürerek, kız çocuğunu erkek çocuğuna çevirivermiş. Biraz korku biraz endişe ile er kişiye seslenmiş içeriden.
- “Gel içeri de, gör erkek çocuğunu, beni de salıver gayri.”, demiş kapıya doğru dönerek.
O esnada gebe hatun loğuşa yatağında baygın vaziyette sere serpe yatarmış, olanca yorgunluğu ile. Er kişi, gün ağarmadan ve de Reşadiye mahallesinde ki cami müezzini ezanı şerife başlamadan bir an evvel olsun bitsin bu iş tasasında imiş. Alelacele, ay ışığı gölgesi altında içeri girmiş ve doğan bebeyi “kız mı, erkek mi?”, diye kontrol etmiş. Allah vergisi, bu kişilerin gözleri pekiyi görmez, ama kulakları iyi duyar, burunları ise pekiyi koku alırmış. Mezar odasının karanlık ve los ortamında yapılan kontrol sonucu er kişinin suratında bir memnuniyet havası belirmiş ve Fatma aba ya dönerek;
- “Sağ olasın, zahmet verdin. Bu da sana sözünü ettiğim bir çuval hediyen. Alasın bunları, götüresin evine ve buradan da tez ayrılasın. Haa! Arkana da sakin bakmayasın.”, diyerek içinde ne olduğu bilinmez bir çuval vermiş, Fatma abaya.
Fatma aba, görünürde büyük, yükte hafif çuvalı almış omuzlamış sırtına. Tam mezar odasından dışarı adımını atmış atacakken, Reşadiye (Yeni Köy) camii müezzinin o güzel yanık sesi duyulmuş uzaktan. Ve bu sese eşlik eden sabahın ilk ışıklarını müjdeleyen kuş cıvıltıları ortalığı şenlendirmiş birdenbire. Fatma aba, bir hışımla çıkmış mezar odasından ve arkasına bile bakmadan, kestirme yoldan dutluğa (bölge adı), dutluktan Şaban Ağa’nın ev arasından doğru aşağı yola süzülmüş. Kervan Hasan’ın evinin önünden bir hışımla geçerek, telaş ve korku içinde kendi evine atmış kapağı.
Biraz soluklanmış, öteberisini çıkartmış, verilen çuvalı ocağın yanına bırakmış, bir yudum su içmiş, abdestini almış ve sabah namazına durmuş. Namaz sonrası üzerinde bir ürperti, bir üşüme hissetmiş, ocağa doğru yönelmiş. Bir gözü harlanmaya çalışan ocakta diğer gözü ise çuvaldaymış.
Merak içinde, bir o kadar da korkuyla çuvalın içine bakmış. Bir de ne görsün! Çuvalın içi sapsarı, kıpkızıl soğan kabukları ile dolu. Buna mıymış bu kadar çektiği eziyet deyip, ateşin çabucak harlaması için çuvalı ocağın içine boca etmiş. Unutmuş atadan gelen sözü: Derlermiş ya eskiler; “Ocağa soğan, sarımsak kabuğu atılmaz, yoksa şeytanın parası yanar, çarpar.”
Eskilerin bir bildikleri olsa gerek. Bir o kadar da sınırlıymış sınırlı olmasına ama bir o kadar da yorgun ve bitap düştüğünden midir nedir? Ocak ateşinin de vermiş olduğu sıcaklığın da etkisi ile ocağın dibinde ki koyun postekisi üzerinde öylece yığılıp kalmış. Öyle derin uyumuş ki! İsmet Paşa cami imamı Mustafa hocanın yanık sesiyle uyanmış. Okunan ne öğle, ne de ikindi ezanıymış. Okunan; yatsı ezanının ta kendisi imiş. Vaktin bu kadar çabuk geçtiğine inanamamış, evdekiler de pek de sual etmemişler bu duruma. Bakmışlar mısıl, misil uyumakta, bir o kadar da derin uykuda olmasından olsa gerek, her hal.
Yatsı namazına durmuş Fatma aba. Sonrası bakmış ocak sönmekte, hemen aklına çuval ve içindeki soğan kabukları gelmiş. Dökeyim arta kalanı ocağa da, ateş çabucak alevlensin istemiş. Çuvalın içine elini bir sokmuş, bir de ne görsün! İçinde çil, çil parıldayan sarı, sarı altın liralar. Meğerse çuval içindeki soğan kabukları, sabahın ilk ve son ışıkları arasında soğan kabuğu şeklinde görünür sonrasında ise altın liraya dönüşürmüş. Bu zaman süresi sonrası ise tamamen altın lira olarak ele avuca gelirmiş.
Bu hususu: er kişi; gün ağarmaya başlama korkusundan dolayı aceleden söyleyememiş Fatma abaya.
- “Eyvahlar olsun! Ben ne yaptım böyle? Çuvalın neredeyse hepsini boca etmişim sobaya. Elde avuçta kaldı bir avuç sarı lira!”, diye söylenip durmuş, dizlerini döverek.
Haa! Bu arada er kişiye ne mi olmuş? Kısaca bahsedeyim hemen. Hava aydınlanınca yatsı namazı sonrasına kadar mezar odalarından dışarı çıkamamışlar. Er kişi yeni doğan çocuğunu severken, kundağın altını açmış yarı görmeyen gözleri ile bakarak. El yordamı ile dokunmuş bahsedilen yere, eline bir parça gelmiş. Koklamış bu parçayı, uzunca burnuyla ve sonrasında anlamış Arabın deresinin kara çamuru olduğunu.
Arap deresinde, gecenin zifiri karanlığında derinlerden canavar ulumasına benzeyen bir ses yankılanmış da yankılanmış. Taaaa! Çingen mahallesinden duyulmuş ses. Bunu duyan ahali etmiş salâvat, çocuklar yorganlarını çekmişler yüzlerine kadar korkudan, okumuşlar bildikleri tüm duaları içlerinden. Bu uluma sesi üç gün, üç gece sürmüş. Fatma abanın tahta dış kapısı üç gün, üç gece dövülmüş. Fatma aba ne dışarı çıkmış, ne kapıya bakmış ne de baktırmış. Ne de bir seycikler demiş etrafına korkudan. Bu üç gecenin sonunda salâvat çekerek çıkar olmuş avlusundan dışarıya”.
Hikâyemiz de burada sonlanmış. Biz çıkalım kerevetine, bu hikâyeyi dinleyenler yataklarına. Hadi bakalım büyükler de evlerine deyip, misafirliği sonlandırmış Remziye teyze ve maaile evlerinin yolunu tutmuşlar hep birlikte. Eve dönüş yolunda ne mi olmuş, onu ben bilmem gayri, yaşayan anlatsın onu da bir zahmet.
Hasan TAŞCI
YORUMLAR
öncelikle günü süsleyen yazınız için tebrik ediyorum Hasan bey...
Remziye teyzenin uzun kış gecelerinde anlattığı soğan kabukları söylencesinden ziyade Fatma Abanın yaptığı bademcik operasyonu anlatımı öykü içerisinde kısaca yer alsa da etkileyicilik yönünden çok daha ürkünç geldi bana...
yazdığını okuyucuya hissettiren kaleminize, yüreğinize, emeğinize sağlık.
saygılarımla