Yaşlılık Ve Yalnızlık (Ciranlar Ve Karafatma - 3)
Oh! Fatoş’un keyfi yerindeydi. Sevdiği komşusu sayesinde bu geceyi yalnız geçirmeyecekti. Sohbetleri adamakıllı demleyecek ve sabah da birlikte güzel bi kahvaltı yapacaklardı.
Zaten uzun zamandır kahvaltıyı istemsiz yapıyordu. Sofra kurmak dahi gelmiyordu içinden. Ve yediği de bir iki lokmayı geçmiyordu. “Sabah dediğin; cıvıl cıvıl insan sesiyle kaynar. Kahvaltı sofrası dediğin, kalabalık olmalı; iştah açmalı!” diyordu Fatoş.
İki yaşlı kadın akşama değin, kah hastalıklarını, ilaçlarını, ağrılarını; kah gençliklerinde çektikleri çilelerini, özlemlerini dirilttiler. Gün su gibi akıp kaybolmuştu. Artık akşamın geç vaktiydi. Açık pencerelerden serin yaz serincesi sızıyordu. Fatoş, övünç duyduğu yün döşekleri, yastık ve yorganları Bese’nin de yardımıyla, divanların üstünde özenle yaydılar. İki kafadar laflayarak, mis gibi alacalı yataklara yerleştiler. Sohbetlerini esnemeleriyle süslüyor ve tıpkı gençliklerindeki duyguları taşıyorlardı.
Arada derin bir “ah!” çekiyorlardı. Gözlüklerinin altından akan gözyaşlarını sildikleri de oluyordu. Birbirlerini teselli edip dualar ediyorlar; “buna da şükür... beterin de beteri var, bacım!” diyorlardı birbirlerine. Biri konuştuğu esnada diğerinin uyukladığı da oluyordu. O vakit uyanık olan sessizce uyuyanı izliyordu. Ne düşünüyorlardı acaba?
Adeta geçmişlerini zihinlerinde görselleştiriyor ve yeniden yaşıyorlardı... Bu ruh haline girdiklerinde, çok önceden sözleşmişler gibi bir duyarlılık gösteriyorlardı. Ne bir sitem ne de bir müdahalede bulunuyorlardı. En fazla suspus oturup, sabırla, örgülerini örmeye devam ediyorlardı. Çoğu zaman uyukluyorlardı oturdukları yerde.
Karşılıklı bir saygı ve anlayış vardı davranışlarında. Ve sanki, birbirlerinin iç dünyasında geziniyorlardı.
Bir beş on dakikalık tavuk uykusundan sonra, Fatoş, gözlerini usulca açtı. Uyuklaması küçük bir parantezmiş gibi önce uzun bir “ohhh!” çekti. Konuşmasına kaldığı yerden devam etmeye koyuldu. Hafızası gayet güçlü olmalı ki; ana temanın dışına çıkmıyordu. Ve o her zaman en çok konuşandı. Anlatmak istedikleri bitmek bilmiyordu. Sanki sandıklar dolusu, birbirinden ilginç hazineydi kafasının içi.
-Ben en çok kaynanadan çektim: Her yaz o köye gitmek; büyük bir eziyetti benim için! Tarla biçmektir, davar sağmaktır, ağır küfe taşımaktır; sabah erken kalkmaktır... Onlar ne ki? Bana en çok kaynanamın lafları zor geliyordu. Ben ne yapsam, görünmezdi gözünde; değer bulmazdı. Hele o kinayeli konuşmaları... Bütün işler sırtımdaydı; Allah benim şahidimdir ki mübala etmiyorum. Çocuklarımı bile istediğim gibi rahat ettiremedim. Onların işleri yüzünden çok eziyet gördü çocuklarım... Ama o kafir; o kaynanam yok mu? O yine de şikayetçiydi. Gözü kör olasıca! Aaah ahh!
Ne oldu; yaşlanınca, yine ben baktım ona. Bir gün kendi çocukları mı el attılar? Yine ben; o “el kızı” dedikleri, ben baktım. Yedirdim, içirdim. Kıçını bile yıkadım! Yine de yaranamadım. Beni kendilerinden saymadılar. Ama dara düştüklerinde; yine ben onların başındaydım. Kim olacak başka? Cehennemdir onların yeri. Allah da bilir ki öyledir ma... Ahhh ah!
-Ma he bacım bacım! Benimki de öyleydi ma! Aynen şeytandı ha! O, kışkırtıyordu oğlunu ha!. En çok o huyuydu bana zor gelen... Ya ya! Fesattı, şeytandı ha! diye atıldı Bese.
Fakat Fatoş fırsat vermiyordu. “Heya, ya!”, deyip sükunetini bozmadan konuşmaya devam ediyordu. Halbuki Bese, kerelerce duymuştu bu hikayeleri. Yıllardır yan yana geldiklerinde dönüp dolaşıp konuştukları en bilindik konuydu çünkü.
“Ah gençlik, ah! Şimdiki aklım olsaydı...n’aparsın! Geçti gitti işte, yaaa! Ömrümüzü yediler, bitirdiler... Hayat dediğin ne ki?” diye devam eden Fatoş’un meramını avucunun içi gibi biliyordu Bese.
Saatin kaç olduğundan bihaberdiler kuruldukları sıcacık yataklarında. Bese’den yana bakmadan habire konuşmasını sürdürüydu Fatoş. Birden; Bese’den ses çıkmadığını fark edince sustu. Başını çevirip arkadaşının oturduğu yana baktı. Bi de ne görsün! Bese’nin başı öne doğru düşmüş ve öylece oturuyordu. Fatoş’un ağzı açık kaldı şaşkınlıktan. Bir süre dudağını ısırarak kıs kıs güldü. İzledi onu. Acıyor muydu onun o haline? Sessizce kalktı yatağından. Yaklaştı Bese’ye. Kafasını eğip onun yüzünü görmeye çalıştı; ama göremedi. Kenarları işlemeli alacalı mor tülbenti kamufle ediyordu yüzünü. Eliyle omzunu dürterek “Bese! Bese! Ne sen uyudun he?” diye seslendi.
Bese’den ses çıkmıydu. Fatoş telaşlandı. Acımakla gülmek arasında kalsa da tekrar dürttü. Bu kez sarsacak şekilde dürttü:
-Beseee! Nere sana ne oldu? Doğru dürüst yat ma!
Sıçrayarak uyandı Bese. “Aaaa!”
Zar zor açılan gözleriyle Fatoş’a “He! Uyumuşum he? “ diyebildi.
Neticede, takatsız kalmış bedenlerini; homurdanarak, inleyerek karşı karşıya kurulu olan yataklara yerleştirdiler. Yün yorganları - yaz sıcağına rağmen- sıkı sıkı örtündüler.
Fatoş’un horultuları duyuldu az sonra. Ancak az önce oturduğu yerde uyuyakalan Bese, bir türlü uyuyamıyordu. Fatoş rahatsız olmasın diye sesini çıkarmıyordu. İstediği gibi dönmüyordu da yatağında. İçinde bir sıkıntı vardı. Başının altındaki yastık taş gibi geliyor ona. Çivi üzerinde yatıyordu sanki. Canı sıkılıyordu. Ansızın, karafatma böceğini anımsadı. Ya o kara böcek Fatoş’un evinde varsa; uyuması halinde kulağına ya kaçarsa...
Telaşlandı Bese. Sanki bütün yatağında karafatma dolaşıyordu. Kıpır kıpır oldu. Dayanamayıp usulca doğruldu gıcırdayan yatağında. Karanlıktı. Hiçbir şey görmüyordu gözleri. El yordamıyla, az ötedeki sehpanın üzerine koyduğu gözlüklerini aramaya koyuldu,. Birden dengesini kaybedip düştü yataktan. Bese’den inilti sesiyle birlikte, “güm” diye sesler çıktı.
Fatoş irkilerek uyandı:
-Wuy! Bese! Nere ne oldu?
Evini, odasını iyi bilen Fatoş, endişeli sesiyle, “Bese, Bese!” diye sesleniyordu habire. Kalktı. Duvarlara tutuna tutuna buldu ışığın düğmesini. Kamaşmış gözleriyle zar zor buldu Bese’yi yerde. Bese’nin gövdesi divanla sehpa arasına sıkışmıştı. İnliyordu yığıldığı yerde. Kıvranıyordu acısından. Kadının elleri, tülbenti ve yüzü kan içindeydi. Fatoş paniğe kapıldı: Çığlıklar atıyordu. Dövünüyordu. Holdeki telefona koştu salaş geceliğiyle. Fakat elleri titrediğinden tuşlara basamadı. Vaz geçti telefondan.
Tekrar Bese’ye döndü. Bese hala kıvranıyordu yerde. Şaşkın Fatoş, gecenin o saatinde balkona koştu. Yuvarlak ve ağır gövdesi her zamankinden daha hareketliydi! Bas bas bağırıp geri döndü.
Fatoş hepten şuurunu kaybetmiş bir halde, bi Bese’nin üstüne abanıyor; bi dış kapıya yöneliyordu. Birkaç git gel turundan ve “wıııy wııy! Bu da neydi, başıma geldi...” lerden sonra, dış kapıyı açmayı başardı. Yan taraftaki dairenin kapısını yumrukladı. Hem zangır zangır titriyoprdu; hem de güç toplayıp bağırmaya çalışıyordu. “Bese, Bese ölüyor!”
Bacakları tutmuyordu artık Fatoş’un. Sesinin yerine kalp atışlarını duyuyordu. Kırılıverdi dizleri oracıkta. Yere düştü.
Az sonra, katlardaki kapı sesleri insan seslerine karıştı ve...
Ertesi gün Fatoş ile Bese hastanenin bir odasında açtılar gözlerini. Birinin çenesi çatlamış, başı ve bileği kırılmıştır. Diğerinin de kalbi “pes etme” noktasına gelmiştir...
Heidi Korkmaz, 21/22 Sthlm
YORUMLAR
Ne oluyorsa ortalıkta yalnızca ismiyle var olan karafatma yüzünden oluyor. Karafatmanın kendisi ortada yokken yalnızca ismi yüzünden küskünlükler ve yaralanmalara sebebiyet veriyor.
Hayatımız da bu şekilde akıp gidiyor aslında. Varlığı, yokluğuyla bir olacak durumlar yüzünden korku girdaplarının içine sıkışıp kalıyoruz. Yüzleşmeye cesaret edemediğimiz her ne varsa ayağımıza takılan bir taş gibi alaşağı ediyor bizi, eninde sonunda. Tıpkı Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında Nietzsche' nin anlattığı gibi. " Bu ağacı ellerimle sallamak istesem, sallayamam. Oysa bizim görmediğimiz yel, onu dilediği gibi üzer ve eğer. Bizi en çok, görünmeyen eller eğer ve üzer"
Göremediğiniz, yüzleşemediğiniz ellerin, hayatınıza ulaşmaması dileğiyle. Devamını büyük bir merakla bekliyorum. Saygı ve selamlarımla
Tüya
Tebessümle teşekkürlerimi bıraktım eleştirel ve iyi bakan yetkin yorumunuz için.
Yorumlarınız da şiirleriniz kadar kıymetlidir, şair dostum.
Çok saygım ve selamlarımla.