- 264 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kimin yanında susuyorsan odur ya mürşidin
Sana, beni ve ben gibi çok konuşanları rahatsız edecek birşey söyleyeyim mi arkadaşım? Mürşid ‘yanında susmaktan mutlu olduğun’dur. Yamacındayken az olmayı ötesinde çok olmaya tercih ettiğindir. Varlığına kendi varlığından fazla sevindiğindir. “Varlığım varlığına armağan olsun!” dediğindir hakiki manada. Elinden gelmeyene üzülme. Dualarına girsin yeter. Dileğin olsun. Gözün açılsın. Kalbin gerçek varlığın hakikatine uyansın. “Anam-babam sana feda olsun ya Resulallah! Canım sana feda olsun ya Resulallah!” dedirsin sonra uyanışın. Sahabe efendilerimiz işte, ne güzel etmişler, bize dersi böyle vermişler.
Anadan, babadan ve hatta candan geçmek ancak mürşid bildiğin huzurda olur. Sesini sesinden, fikrini fikrinden, nazarını nazarından daha çok sevdiğindir mürşid. Kendini sınadığındır. Dünyadaki mizanındır senin. Pencerendir bakmaya kendine. Onu seversin çünkü ondan seni izlemek sana birşey katar. Görmediğin manzaralarını gösterir. Belki de yaralarını... Hem belki de yine bu yüzden Kur’an’da, Aleyhissalatuvesselamın huzurunda, mübarek sesinden fazla seslerini yükseltenler uyarılır. Çünkü sesle bile olsa bu ‘fazla var olma’ arzusudur. Mürşidden fazla var olmayı istediğinde kendini edilgen konumdan çıkarırsın. Mürşidine mürşidlik taslamaya başlarsın. Bir nevi işgal edersin huzurunu.
Halin tehlikelidir arkadaşım. Zira benliğini ‘değişmesi gereken’ değil ‘değiştirmesi gereken’ görmeye başladığını gösterir tavrın. İçinin aynasıdır ahlakın. Öyle olduğun meclislerden uzaklaş. Nasibin oradan olmayabilir. Ne kendin zarar gör ne meclise zarar ver. Çünkü şu kemliğinle etrafındakileri de yıpratırsın.
Şu kısacık meale kulak ver:“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.”
Talipsen mağrifete elbette dinleyen olacaksın. Toksan, ki tokluk bu yolda hayra alamet değildir, kendi taliplerini/açlarını bul. Dinlemek açlığın delilidir. Öğrenmeye geldin oraya, öğretmeye değil. Önce bunu öğren. Cehaletini bilmeyen cahilin cehli katmerlenir. Soruların elbette olacak ama irşadın bir letafeti var. Işığını yaymasına müsaade etmezsen hangi lamba aydınlatabilir? O yüzden ilk adımın; aç olanın, aydınlatılmaya muhtaç olanın, karanlığın sen olduğunu farketmek. “Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.” Evet. Öyle. Talebe hocasının sözünü ‘kendi sözünden öte kendisi’ bildiği için talebedir. Çiçeğe kavuştuğunda hangi arı kovanını haberdar etmez?
Bir mecliste mürşidin rağmına konuşan varsa üzerini çiz. Çünkü belli ki karanlığıyla gelmemiş. Yaralarıyla gelmemiş. Kendi ışığını(!) yaymaya gelmiş. İki güneşin birden varlığı günebakanları şaşkın eder. Kendini günebakan olarak görmeyi bırakmışsan diğer günebakanlara bari merhamet et. Orayı çarçabuk terket.
Yanında susmayı sevdiğin şeydir senin mürşidin. Sûretini sükûtunda ara. Sesinin yükseldiği yerlerde değil. Yalnızca insanlardan mı çıkar mürşid? Hayır. Kitaplardan da çıkar. Kitap okurken konuşana rastlamadım ben. Sesini kitaptan fazla çıkarmaya çalışanı duymadım. Demek yanında susmak ‘onu kitap gibi görmeye’ de işaret ediyor. Susarak okur insanlar. Susmak aynı zamanda irşada atılan ilk adımdır. Kitapların bizi aydınlatması demek susturduğuyla da ilgili.
Bu yüzden mürşidlerin tuzaklarıyla yazarların tuzakları birbirine benzer. Yazar da mürşid de o kadar çok ‘iyi olandan’ bahseder ki, bir noktadan sonra, ‘asl-ı ben’inin hakikatin neresine düştüğünü unutur. Anlattığının şehveti sarar dörtbir yanını. Anlatılan iyidir ya. Yeter! İyi olanı nasihat vermek fakat kendi yaralarını anmamak mürşid için dehşetli bir vartadır. Dibini aydınlatmayan güneş olmaz. Şeytanın elinde mum olur. Nasihatini itirafıyla kaynaştırıp vermezse ötekileştirmesi kaçınılmazdır günahı.
Ve bundan sonra tüm irşadlar komşunun günahları üzerine yapılır. İyi olandan bahsetmek, iyi olmaya yeter görünür, fakat değildir. Yapmacıklıktır. İhlassız en görkemli kavunlar bile kelektir. Yazarlar da düşer bu tuzaklara. Belki biraz da bu yüzden mürşidim Sözler’ine başlarken şöyle söyler:
“Ey kardeş! Benden birkaç nasihat istedin. Sen bir asker olduğun için, askerlik temsilâtıyla, sekiz hikâyeciklerle birkaç hakikati nefsimle beraber dinle. Çünkü ben nefsimi herkesten ziyade nasihate muhtaç görüyorum. Vaktiyle sekiz âyetten istifade ettiğim Sekiz Sözü biraz uzunca nefsime demiştim. Şimdi kısaca ve avam lisanıyla nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”
Demek seninle beraber dinleyendir mürşid. Yalnızca sana konuşan değil. Seninle konuşurken kendisini unutan değil.
Bir romanda kahraman aslan parçası olabilir. Hazırcevap olabilir. Esprili olabilir. Delicesine âşık olabilir. Fakat hangi yazar hayatı bir romandaki kadar derin yaşar? Kim ‘sonsuza dek mutlu’ olur? Bu imkansızın edebiyatıdır. Ve imkansız olan, eğer buna farkındalığı yoksa, okurun omuzlarına ağır bir yük yükler. Ve Kur’an herbirimizi uyarır: “Siz; insanlara iyiliği emreder de, kendinizi unutur musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz, hiç aklınızı başınıza almayacak mısınız?” Aklı başa almak; dizginleri hayalin şehvetinden, iyiyi tasvirin lezzetinden kurtarmak, uygulamaya dönmek. Aslolana dönmek. Aslına dönmek.
Ne mutlu ki kendimden yana karamsarım arkadaşım. Bedbinliğim sayesinde Hakkın rahmetinden yana iyimser oluyorum. Kulluğumda nikbinliğim bardağın boş tarafına bağlı. Nihayetinde herkesin tuzağı kendi boyundadır. Vebali kendi boynunadır. Kendi yaralarıyla konuşmayı unutan bizim yaralarımızı anlayamaz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.