- 918 Okunma
- 2 Yorum
- 5 Beğeni
SESSİZ HIÇKIRIK -II-
...
Dar aralıktan içeri doğru süzülürken, her ikisi de, ilk kez girdikleri bu ormanda gezinin ne kadar süreceğinden habersizdi. Metin Bey, hiç hesapta olmayan tehlikenin etkisiyle çevreyi inceliyordu. Bir kulağı ağabeyinin anlattıklarında, tüm dikkati ise ağaçlardaydı. Kuş cıvıltıları arasında ilerlerken rast geldikleri ilk hayvanlar arılar ve karıncalardı. Etrafta kimsecikler yoktu.
İbrahim Bey verilen cevaplardan kardeşinin tedirginliğini fark etmişti. Günler öncesinden yağan yağmur yüzünden yol üzerinde çukurlar gölete dönüşmüş, toprak henüz yumuşaktı. Dikkat etseler de ayakkabıların altına ve yanlarına bulaşan çamur kütleleri yürümeyi zorlaştırıyordu. Yaklaşık üç saat sonra içme suyunun yarısı tükenmişti. Artık ihtiyatlı olmakta, tasarruflu kullanmakta fayda vardı.
İbrahim Bey sol taraftan aşağıya doğru dar bir patika yolu fark etmişti. Az ilerleyip incelediğinde barajı çevreleyen nisbeten genişçe bir alana çıktığını gördü. Yer yer dikenli çalılara ve bayır aşağı kaygan zemine rağmen o yöne yürümeye karar verdiler. Yakınlardan bir yerden su sesi geliyordu. Kulak kabartıp az ilerleyince yanılmadıklarını anlamışlardı. Ufak bir pınardan buz gibi su akıyordu.
Metin Beyin tedirginliğinden eser kalmamıştı. Pınardan kana kana su içip serinlerken yabani hayvanları unutmuşa benziyordu.
Damacanaları da doldurup aşağıya indiklerinde gölet çevresindeki ıslak zeminde gördüğü izler unuttuğunu hatırlatmakla kalmamış, endişe yaratmıştı. Gördüklerinin ayak izi olduğu kesindi. Kesin olan bir başka husus da, bu ayak izlerinin insanlara ait olmadığı! Az ötedeki öbek öbek taze dışkı, yapılan tahmine açık delil niteliğindeydi.
Göz ucuyla ağabeyine baktı. Tedirgin görünmüyordu. Korku emaresi sayılır düşüncesiyle endişesini dile getirmemeyi tercih etse de, tuttuğu sopayı daha sıkı kavramış gözleri sürekli çevreyi tarıyordu. Özellikle de taze dışkı ve ayak izleri neşesini kaçırmıştı. Hafızasını yokluyor, belgesellerde gördüğü ayı dışkısına benzeyip benzemediğini düşünüyordu.
Çalıları yarıp açık alana çıktıklarında soruların cevabı önlerinde geviş getiriyordu. Evet... izlerinden endişe büyüttüğü o hayvanlar, küçükken köyden tanıdığı, etiyle sütüyle beslendiği ineklere aitti.
Az ötedeki iki öküzün çatılan kaşları ve bakışlarındaki asabiyet sonucu değiştirmiyordu. Ağabeyinin muzip gülümsemesi mahcubiyetini artırmıştı. İki yüz metre kadar uzakta otlayan koyun sürüsü endişeye mahal olmadığını gösteriyordu.
Çoban köpeği dahi yattığı yerden kalkmaya tenezzül etmemiş, sadece başını kaldırıp gözleriyle takip etmekle yetinmişti.
"Anlatılanlar... Duyduklarım... Hikâye miydi acaba?"
diye geçirdi içinden. Avcıları, av köpeklerini hatırladı yeniden... Ağabeyinin sesiyle düşünceleri dağıldı;
--- Metin, bak şurası oturup dinlenmek için uyguna benziyor. Ne dersin?
Yemek oldu mu akan sular dururdu. Hele de baraj manzaralı, yemyeşil doğanın kucağında böyle bir soru sormak hece israfı sayılırdı.
--- İyi fikir Abi. Şu taraftan ses geliyor. O tarafa gidip bir bakalım istersen.
Elli adım kadar ilerlediklerinde şelalemsi bir manzarayla karşılaştılar. Dağın yamaçlarından akan sular ağaçlar arasındaki bu şirin oazede gölet oluşturmuş, koca bir kaç kaya üzerinden baraja doğru akıp gidiyordu.
Piknik için bundan mükemmel yer olamazdı. Çantaları çıkarıp kenara koydular. Çok geçmeden sofra olarak kullanmaya uygun nisbeten düzgün bir kaya parçası da bulmuşlardı.
İbrahim Bey malzemeleri yerleştirirken Metin Beyin mutluluğuna diyecek yoktu. Hafızasını yokladı. Lise yıllarında arkadaşıyla gittiği Belgrat Ormanı gezisinden bu güne böyle bir ortam bulamamıştı. Son senelerin hüzünlü, yorucu, yıpratıcı günlerinden sonra ağabeyi ile bu gezi, bu ortam çok iyi gelmişti.
Kan şekerindeki yükseklik sebebiyle beslenmesine olabildiğince dikkat eden Metin Bey, önemli günler için sakladığı istisnalardan birini hoyratça harcarken umursamaz görünüyordu.
Ağabeyinin hazırladığı zeytin, peynir, domates takviyeli yarım ekmek, demli çayın da yardımıyla on dakikada yer değiştirmiş, dar bir boğazdan geçip, karanlıkta kayıplara karışmıştı. Hurmalarla ağızlar tatlanırken, paçaları dizlere kadar sıyrılmış çıplak ayaklar yol yorgunluğunu suya bırakmakla meşguldü.
Yol boyunca devam eden sohbet hız kesmeden sürüyordu. İbrahim Beyin son sorusu Metin Beyin seneler içinde kabuk bağlayan yarasını kanatmıştı;
--- Biliyor musun Metin... Aradan geçen onca zamana rağmen, üniversiteyi neden bitirmediğini hâlâ bilmiyorum.
Neden tamamlamadin?
Soruyu soran sıradan biri olsa kısa bir cevapla geçiştirebilirdi. İçinde bir ukde olarak kalan gerçekleri bilmek ağabeyinin hakkı, vakit de müsaitti.
Bakışlarından, Metin Beyin bir zaman tünelinden geçerek yirmili yaşlara demir attığı anlaşılıyordu. Anlamı kalmasa da, cevabın hazin hikâyesi yine bir "keşke" ile başlamıştı;
--- Keşke anarşi sebebiyle babam hayatımızdan endişe edip, beni Almanya’ya, yanına almasaydı. Yokluğa, yoksulluğumuza rağmen yurdumda kalmayı tercih ederdim.
Şöyle geriye dönüp baktığımda, ülke değiştirmemin bana hiç yaramadığını düşünüyorum. Gerçi Almanya’da da aynı azim ve gayretle lisan öğrendim, üniversiteye giriş imtihanını kazandım ama maalesef devamı gelmedi... Getiremedim.
Oysa ilk aylarda derslerime yoğun olarak çalışıyor, hatta bazen geceleri uyumadan sabahladığım dahi oluyordu. Bazı imtihanlarda yanımdaki Almanların benden kopya çekmeleri, emeklerimin boşa gitmediğini gösteren delil niteliğindeydi... Mutluluk veriyordu.
Ne yazık ki bu başarım uzun sürmedi. Dördüncü semestirin sonlarına doğru babam, annem ve Kenan arabayla Türkiye’ye tatile gelmişler, bir ay kadar kaldıktan sonra dönüyorlardı. Yola çıkarken babam beni aramış, ben de harita üzerinde tahmini olarak gelişlerini takip ediyordum. Biraz da annemin yemeklerine olan özlemimden olsa gerek, kavuşacağımız için çok mutluydum. Son telefonlaşmamızın üzerinden yarım saat kadar geçmişti ki telefon çaldı.
Kısa bir sessizlik oldu. Metin Bey o günü, o anları yeniden yaşıyor gibiydi.
Arayan babamdı. Konuşurken ağlıyordu. Yugoslavya’da trafik kazası geçirdiklerini, kendisinin kaburgalarının, Kenan’ın kolunun ve ayağının kırıldığını, hastanede olduklarını söyledi. Annemin fizikî durumu nisbeten iyiydi. Ruh hâlini ise tahmin etmek zor değildi tabi. Tanımadığı bir ülkede, dilini bilmediği insanlar arasında çaresiz... tek başına!
Daha söyleyeceklerini tamamlamadan hatlar kesilmiş, donup kalmıştım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Aradan üç dört saat geçmişti ki yine telefon çaldı. Arayan yine babamdı. Ses tonundan ve söylediklerinden çaresizlik ve perişanlığı hissediliyor, anlaşılıyordu. Hastane diye getirildikleri yerde durum vahimdi. Odalarındaki sigara izmaritlerinden bahsediyor, bir an önce Almanya’ya intikalleri için ne gerekiyorsa yapmamı istiyor, adeta yalvarıyordu.
Tarifi imkânsız duygular içindeydim. Sorumluluğun ağırlığı en az üzüntüm kadar büyüktü. Neyi nasıl yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Becerebildiğim kadarıyla babamı sakinleştirmeye, umut vermeye çalıştım. Telefonu kapattıktan sonra hemen evdeki evrakları önüme yığdım. Hem özel sigortamızı, hem de böyle durumlar için ülke çapında servis veren araba sigortasını bulup görüştüm. Bu arada bizim konsolosluğa da haber verdim.
O zamanlar Yugoslavya henüz daha Doğu Blokta yer alan fakir bir ülkeydi. İşlemlerin halli tam on bir gün sürmüştü. Düşün ki, bu süre içinde, hurdaya dönen arabadaki eşyaların tamamı çalınmış, teyp bile yerinden sökülüp alınmış. Tutulan tercüman da sahtekâr çıkınca hiç bir hak talep edememişler.
Sonradan öğrendik ki, o geçiş güzergâhındaki tırlar kasten kazaya sebep olarak soygun yapıyorlarmış. Ne arabayı, ne de eşyaları düşünüyorduk tabi. Böyle bir kazadan bu halde bile kurtulabildikleri için Allah’a şükrediyorduk.
Yugoslavya’dan uçakla Berlin’deki hastaneye getirildiklerinde kendilerini cennete gelmiş gibi hissetmişlerdi. Orada o kısa süre onlara asırlar gibi gelmiş, çok büyük acı ve sıkıntılar çekmişlerdi. Berlin’deki hastane yetkilileri kırılan kol ve bacak alçılarının ilkelliğini görünce hayrete düşmüşlerdi.
Babamın ve Kenan’ın tedavileri aylarca sürdü. Yapılan, yapılması gereken bir sürü masraf, halledilmesi gereken bürokratik işler vardı. Bir iş bulup çalışmam, aileyi geçindirmem gerekiyordu.
Sabahın erken saatlerinde üniversitenin iş bulma bölümünde sıraya girer kura çekerdik. Bahtımıza çıkan numaraya göre; bazen saatlik, bazen de günlük işler alır, ihtiyacımızı karşılardık.
Bu arada imtihan günleri gelip geçmiş, tahmin edebileceğin gibi, okulla aram açılmıştı.
Nihayet günün birinde güzel bir numara çekmiştim. O günkü şansıma(!) bu numara ile her gün on bir saat çalışmayı gerektiren bir aylık bir iş bulabilmiştim. Çok da sevinmiştim. O bir ay, şefin memnuniyetiyle önce üç aya, sonra da senelere dönüştü.
Ücretin dolgun olması üniversiteyi iyice asmama sebep oldu.
Her şeyin bir vakti vardı. Kaybolan heves, araya giren başka sebepler üniversite defterini tamamen kapatmama yol açtı maalesef.
Büyüyen keşkeleri kader silgisi ile silsem de, aynı dönemde üniversiteye gittiğim arkadaşlarımdan bazılarının katettikleri mesafeleri ve mesleklerindeki büyük başarıları gördüğümde hatama üzülmüyorum desem yalan olur.
İbrahim Bey sırt üstü uzanmış güneşlenirken, anlatılanları ilgiyle ve dikkatle dinliyordu. Uzun bir sessizliğin ardından Metin Bey yine devam etti;
--- Biliyor musun Abi! İnsanın vatanı gibisi yok. Bana kalsa, bugünkü aklım olsa teröre rağmen ülkemde kalır, hayat mücadelemi burada verirdim. Muhtemelen daha da başarılı olurdum.
Berlin beni çok yordu... çok yıprattı. Yaşadığım zorlukları ve çektiğim sıkıntıları tahmin ve tahayyül edemezsin. Öyle zamanlar oldu ki; parasız pulsuz... bazen de haftalarca evsiz kaldım. Günlerce parklarda, ya da, kapısı kilitsiz binaların çatı katlarında merdiven üzerine serdiğim kartonlar üzerinde geceledim.
Daha da acı olan neydi biliyor musun Abi; ben bu şekilde yaşarken babam henüz hayattaydı!
İbrahim Bey hayretler içindeydi. Metin Bey hikâyenin burasında tereddüde düşmüştü. Devam etse anlatacakları babasının ruhunu incitebilirdi. Oysa babasını tüm haksızlıklarına rağmen çok seviyor, dualarından hiç eksik etmiyordu. Zamanın zor döneminde küçük bir köyde ilkokulu dahi bitirme fırsatı bulamamasının, cahil kalmasının babasının suçu olmadığını düşünüyordu. Yaptığı hatalar, haksızlıklar bilerek ve isteyerek olmamıştı. Çocukken yediği her dayaktan sonra gittikleri dondurmacıyı bunun kanıtı olarak görüyordu. Gururu özür dilemesine engel olsa da, dondurmalar haksızlığının itirafı, özür beyanı niteliğindeydi muhtemelen. Ardından hayırla yâd etmek varken, geçmişi eşelemek olmazdı.
--- Bunun teferruatı bende kalsın Abi.
İbrahim Bey sebebini tahmin etmiş, ısrara gerek görmemişti.
Günlerce süregelen sohbetlerden, özellikle de bugün anlatılanlardan sonra birbirleri hakkında çok az şey bildikleri anlaşılıyordu. Bunu, sadece verilen hayat mücadelesi ve çekilen zorluklar ile açıklamak mümkün değildi. İhmal olduğu da inkâr edilemez bir gerçekti.
Güneşin yakıcılığı kaybolmuş, hava serinlemişti. Karanlık çökmeden geri dönmeliydiler. Lakin "nasıl" sorusunun cevabı henüz bilinmiyordu. Ya üç saat süren aynı yoldan geri gideceklerdi, ya da ilerleyip başka bir çıkış kapısı arayacaklardı. Bulamazlarsa karanlıkta ormanda kalma, kaybolma ihtimali vardı.
Çalılar arasından gelen ses üzerine aniden irkildiler. Sanki bir yırtıcı hayvan çıksa çok faydası olacakmış gibi, eller gayriihtiyari sopaları kavramış, pür dikkat kesilmişlerdi.
Üzerinde sadece bir şort olan, vücudu güneşten kararmış kırk yaşlarında izbandot gibi biri görününce rahatlamışlardı. Tanışma faslı uzadıkça, güneşli günlerde buraya gelen civar köyden biri olduğu anlaşılmıştı.
Barajı besleyen dere ağzındaki su birikintisi serinlemek için en ideal yerdi. Daldan dala gerilmiş iğreti bir ipte asılı birkaç eski havlu ile bir ayağı kırık taburenin de Hakim isimli bu kişiye ait olduğu anlaşılmıştı.
Kısa cümlelerle konuşan Hakim Beyin çehreye sabitlenen bakışları oldukça tuhaf ve hayli gizemliydi. İkram edilen meyveleri yerken, kısa yoldan eve nasıl döneceklerini de tarif etmişti.
Çöpler poşete, malzemeler çantalara konmuş, artık gitme vaktiydi. Vedalaşıp ayrıldıklarında akşam olmak üzereydi.
Sık ağaçlar ve çalılar arasından yokuş yukarıya ilerlerken sudan kalan son damlayı da tüketmişlerdi. Yaklaşık iki saatlik bir tırmanma sonrası nihayet tarife uygun dar patika yoluna varmışlardı.
Kıvrılarak uzayan bu yolun sonuna yaklaştıklarında gördükleri manzara Metin Beyi de, ağabeyini de oldukça şaşırtmıştı. Kadınlardan oluşan on kişilik bir grup, spor kıyafetleri içinde seri adımlarla yanlarından geçerken ikisinin de kafasında aynı soru vardı; o ana kadar gezmenin cesaret ve tedbir gerektirdiğine inandıkları ormanda kadınlar sopa dahi taşımadan hem de bu vakitte nasıl dolaşabiliyordu?
Tehlikesiz bir ormanda gün boyu ellerinde sopayla dolaşmak sanki gururlarına dokunmuş gibiydi.
Şaşkınlığı ilk geçen Metin Bey elindeki sopayı kenara fırlatırken İbrahim Bey de espiri için uygun bu ânı kaçırmamıştı;
--- Say ki gezen bu kadın grubunu görmedik.
Kimseye bahsetmeyelim!
"Fena fikir değil" derken Metin Bey de gülümsüyordu. Sıra dışı güzellikteki bu günü yâd ederken anıların içinde ayı, çakal, kurt olmasa da, en azından korkusu, gizemi kalmalıydı. Gördükleri koyun sürüsü ile bir kaç inekten bahsetmenin cazip tarafı yoktu.
Pandemi ortamında büyük şehirlerin gürültüsünden ve kalabalıktan uzak şirin bir köyde yaşamanın güzelliği her geçen gün daha da iyi hissediliyordu. Bu vesileyle keşfettikleri orman adeta terapi niteliğindeydi. Uzun yürüyüşler, derin sohbetler, demli çay eşliğinde iştahla yenen sandviçler artık rutin olmuştu. Bu mutluluğu gölgeleyen; virüs sebebiyle kısıtlı huzurevi ziyaretleri ve sağlık durumunun yengesi Feyza Hanımın uzun yürüyüşlere müsait olmamasıydı.
Yalova’da birlikte geçirdikleri süre Kudret Hanıma da çok iyi gelmişti. Eklem ağrıları azalmış, bastonu elinden atmıştı. Bunda gülümseyen çehresiyle güneşin, rayihasıyla bahar havasının etkisi büyüktü tabi. Bu arada, önceden alınmış doktor ve hastane randevularının vakti de gelmişti. Bu mecburiyete Zeynep ve İnci’nin tarifi imkânsız dede özlemleri de eklenince dönüş hazırlığı bir gün önceden başlamıştı.
Birlikte yapılan kahvaltının ardından otomobil Ankara’ya doğru hareket ettiğinde Metin Bey için de Berlin’e yol görünmüştü.
Günden güne artan kısıtlamalar ve yasaklar insanları her geçen gün daha da bunaltıyordu. Nüfusun yoğun olduğu şehirlere nisbeten rahat olan köy ortamında yaşamasına rağmen Metin Beyin çok mutlu olduğu söylenemezdi. Zira beklenmedik gelişmeler mevcut önlemlerin genişletilmesine sebep olmuş, bu arada huzurevi ziyaretleri de yeniden askıya alınmştı.
Bu şartlar altında Yalova’da daha fazla kalmanın anlamı yoktu...
...
Uzun uğraşlar sonunda Berlin’e gidecek bir uçakta yer bulabilmenin mutluluğu, aktarma olarak on iki saate yakın sürecek yolculuğun gölgesinde kalmıştı. Üstelik, Berlin’den gelen tatsız haberler sonrası, Metin Beyin daha önceleri yaşadığı dönüş heyecanı ve ailesine kavuşacak olmanın sevinci de yerini endişeye bırakmıştı.
Mümkün olduğunca aksettirmemeye çalışsa da, Berrin Hanımın bozulan sağlığının gizlenecek yanı kalmamıştı.
Yapılan tüm tetkik ve tedaviye rağmen yüksek tansiyon bir türlü kontrol altına alınamıyor, ilaçlar arzu edilen etkiyi göstermiyordu. Endişelenmesin diye Berrin Hanımın eşinden sakladığı hadiseyi, sohbet sırasında Ahmet ağzından kaçırmıştı. Anlattığına göre; annesi aniden göğsünde beliren şiddetli ağrı sonrası panik yaşamış, hatta öleceğini düşünmüştü. Gece yarısı her beş - on dakikada bir sessizce annesini yoklayan Ahmet, o gece yaşadıklarını anlatırken gözyaşlarına engel olamamıştı. Olabilecek en kötü ihtimali düşünmüş, lakin, annesinin Corona sebebiyle yığılmalar yaşanan hastaneye gitmek istememesi üzerine, dinlenerek iyileşmesini beklemek zorunda kalmıştı.
Asıl sebep olmasa bile, üzüntü ve sıkıntıların da yüksek tansiyona yol açtığına hiç şüphe yoktu. Maalesef ortam Berrin Hanımın rahat ve huzur içinde yaşamasına elverişli görünmüyordu. Son zamanlarda iyice zorlansa da, on yedi sene hizmetini gördüğü, bakımını yaptığı, duasını aldığı annesinin huzurevine götürülmüş olmasını kabullenemiyordu. Bakımevinin arzu edilen niteliklerden uzak olması üzüntüsünü daha da artırmıştı. Ziyaretine her gittiğinde annesini öpüp kokluyor, boynuna sıkı sıkı sarılıyor, bazen gizlice gözyaşı döküyordu. Alzheimer ilerlemiş olmasına rağmen, veda vakitlerinde annesinin ardından bakışlarındaki o acıyı yüreğinde hissediyor, çaresizlik içinde kıvranıyordu.
"Yaşayan bilir" diye boşuna dememişlerdi. Ateş düştüğü yeri yakıyor, yüreği yandıkça annesi için yıllarca çırpınan, acı çeken, gözyaşı döken eşini daha iyi anlıyordu. Kardeşçe yaşamayı beceremeyen, başaramayan çocukları yüreğindeki yangını daha da körüklüyor, acısını katmerleştiriyordu. Haklı çıkmayı huzurlu yaşamaya tercih etmişler, basit sebepleri büyüterek birbirleriyle mücadeleden vazgeçmiyorlardı.
...
Zaman ilerledikçe, virüsün öyle kısa sürede yok olmayacağı iyiden iyiye anlaşılmıştı. Tedbiri elden bırakmadan virüsle yaşamaya alışmak gerekiyordu.
Ölümcül vakaların süratle artması ve hastanelerin yetersiz kalması üzerine labaratuar çalışmalarına hız verilmiş, çok geçmeden ilk aşılar onay almıştı. Orta ve uzun vadede muhtemel yan etkileri tam olarak tesbit edilmeden aşıların piyasaya sürülmesi insanları oldukça ürkütüyordu.
İknada zorlanan hükümetler uygulamalarıyla dolaylı olarak da olsa insanları aşıya zorlamaya başlamışlardı. Öyle ki, başlangıçta aşı mecburiyeti olmayacağını dile getiren siyasetçiler söylem değiştirmiş, hatta o yönde çalışmalara dahi başlamışlardı. Gelişmeler kısa sürede aşı mecburiyeti getirileceğini, aşısızlar için hayatın zorlaşacağını gösteriyordu.
Uygulamaların en sıkı olduğu yerler tahmin edilebileceği gibi havalimanlarıydı. Seyahatlerin işkenceye dönüşme ihtimali belirince, Metin Bey gerekli görülen iki aşıdan ilkini ilk yaptıranlardan olmuştu.
Her yerde olduğu gibi, artık huzurevlerinde de pandeminin olumsuz yansımaları hissedilmeye başlamış, vardiya usulü çalışmaların uzun sürmesi sağlık personelini hayli yormuştu. Hastalanan bakım elemanlarının boşluğu doldurulamıyor, personel eksikliği hasta ve yaşlı bakımını günden güne daha da zorlaştırıyordu.
Metin Beyin geçen zaman zarfında sıkı dostluk kurduğu Kurum çalışanlarından aldığı haberlere göre, Zülbiye Hanımın bulunduğu huzurevinde de durum farklı değildi.
Pandemi süresi içinde Zülbiye Hanım hayli zayıflamış, iştahtan kesilmişti. Mama olarak verilen takviye gıdaların da bir faydası olmamıştı. Görüntülü aramalarda, arada bir de olsa annesinin çehresini süsleyen tebessümlerin yerini yorgun bakışların aldığı farkediliyordu. Aksaklıklar için bakım elemanlarını suçlamak insafsızlık olurdu. Zira bakım elemanlarının bir çoğunun bakıma ihtiyaç duyduğu bir zamandı.
Çaresizlik Metin Beyi yine en hassas yerinden, yüreğinden vuruyordu...
Her seyahat öncesi yapılması gereken testler ve aşılar artık olağan hâle gelmiş, uçuşlar adeta eziyete dönüşmüştü.
Yalova Berlin arası yolculuklar...
Berrin Hanımın bozulan sağlığı...
Bitmek bilmeyen üzüntüler...
Kimseye belli etmemeye çalışsa da Metin Bey artık yorulmuştu. Hayat gün geçtikçe çok bilinmezli denkleme dönüşüyordu. Sürdürülebilmesi zor bu durumun değişmesi için verilmesi gereken kararlar, o kararları uygulamak için irade ve gayret gerekiyordu. Sorumluluğunun farkındaydı Metin Bey.
O sabah Berrin Hanım kahvaltıyı hazırlarken, seneler içinde kördüğüme dönüşen düşünceler Metin Beyin kafasında şekillenmeye, ete kemiğe bürünmeye başlamıştı. Doğruluğundan emin olduğu çarenin uygulanabilmesi eşini ikna edebilmesiyle mümkündü. Asıl zorluk da buradaydı.
Kahvaltı bitmiş, tek kelime edilmemişti. Eşinin sebebini sormasına gerek kalmadan Metin Bey anlatmaya başladı;
--- Günlerdir düşünüyorum Berrin. Ne Almanya eski Almanya, ne de Türkiye eski Türkiye. Gördüğün gibi; geçim sıkıntısı sebebiyle göç ettiğimiz ülkelerin cazip yani kalmadı. Duvarların yıkılıp Almanların birleşmesinden ve Avrupa Birliğinin genişlemesinden sonra ırkçılık da arttı, ekonomik sıkıntılar da. Sağlık sistemi de bozuldu, eğitim sistemi de...
Dünya, çocukluğumuzu yaşadığımız o dünya değil artık. Hem küçüldü, hem çok değişti. Çoğu değişiklikte olumsuz maalesef.
Madem ki herkesin aradığı huzur...
Madem ki burada ve bu şekilde rahat ve huzurlu değiliz...
Dönelim diyorum.
Ne dersin?
Bu denli önemli bir karar için cevaplanması gereken çok soru vardı. Metin Bey, soru cevap şeklinde bir sohbeti tercih ettiğinden burada soluklanmış, sözü eşine bırakmıştı. Muhtemel tepkiyi tahmin ettiğinden gelen ilk soru kendisini şaşırtmamıştı;
--- Annem?... Çocuklar?
--- Annen de bizimle gelsin. Geniş bir daire tutar, bakımını da, hizmetini de biz yaparız. Zorlandığımız yerde bakım elemanı da çalıştırabiliriz.
Çocuklara gelince;
Artık koca delikanlılar. Kararı kendilerine bırakmalıyız. Arzu eden bizimle gelir, isteyen burada kalır. Bize düşen; yaşadığımız sürece kendilerine destek vermek, yardımcı olmak. Nasıl olsa istediğimiz zaman arzu ettiğimiz ülkeye gitme hakkımız ve imkânımız var.
Aslında Berrin Hanım da en az Metin Bey kadar Türkiye’ye yerleşmek, şirin bir kasabada yaşamak istiyordu. Havasıyla, suyuyla, dört mevsim güzellikleri ve doğasıyla Türkiye bir başka güzeldi gözünde... gönlünde. Yine de kurulu düzeninin bozulacak olması onu ürkütüyor, endişelendiriyordu.
--- Yunus Meslek Okuluna başlayalı daha bir sene bile olmadı. Yusuf’un da Üniversitesi bitmedi henüz. Bu durumda dönersek aklım ardımda kalır.
Birkaç sene sonra dönebiliriz belki.
Anlaşılabilir bir endişeydi Metin Bey için. Düşüncesinin doğruluğundan emin olsa da, eşini buna zorlamak istemiyordu. Teklifini yapmıştı. Israra gerek yoktu. Olgunlaşması için bu fikri zamana bırakmak belki de en doğrusuydu.
Berrin Hanım, annesinin hastalığı ilerledikçe Metin Beyi daha iyi anlıyordu. Hasta ve aciz bir anneyi ömrünün son demlerinde yalnız bırakmak kolay katlanılabilir bir üzüntü değildi. Özellikle de Metin Bey için. Türkiye’ye dönüş teklifini zamana yayarken, mutsuz yaşamasına sebep olmak da istemiyordu.
Akşam haberlerinde Türkiye’de huzurevlerine yeniden ziyaret izni verildiğini öğrendiğinde içini buruk bir sevinç kaplamıştı. Her zamankinden daha çok desteğine ihtiyaç duysa da, eşinin bu fırsatı değerlendirmesine yardımcı olmalıydı. Ama nasıl? Ciddi sağlık sorunları varken, Metin Beyin kendisini bırakıp gitmeyeceğinin farkındaydı.
Kapıdan içeri girdiğinde eşini ikna için geçerli bir sebep bulabildiğine inanıyordu;
--- Bu sabah yaptığın teklifi düşündüm de...
Güzel fikir. Bugün hemen dönemeyecek olsak da... zaten aradığımız niteliklerde güzel bir yer bulup yerleşebilmemiz hayli zaman alacak, öyle değil mi?
İstersen, uçuşlar müsaitken sen git, bir araştır.
Huzur içinde yaşayabileceğimiz bir yer bulduğunda haber verirsin, ben de ilk fırsatta gelir bakarım. Ne dersin?
Metin Bey bu öneriye sevinmiş, çok da şaşırmıştı. Eşindeki bu ani değişikliğe anlam veremiyordu.
--- Tansiyonunu kontrol altına almadan olmaz.
--- Bugün doktora gittim yine. İlacın dozajını yükselttiler. Etkili olur diye düşünüyorum.
Hem artık daha dikkatliyim. Merak edecek bir şey yok yani. Bir kaç hafta kalır dönersin.
Aklına yatmış olmalı ki, Metin Bey bu kez cevap vermemeyi tercih etmişti.
Yemekten sonra değişik kanallarda gezinirken, televizyon ekranında alt yazıdaki haber dikkatini çekmişti. Sevincini paylaşmak için mutfağa doğru seslendi;
--- Berriiin... Berriiin!
Berrin Hanım eşinin ses tonundaki heyecanın sebebini tahmin etmişti. Bilmiyormuşcasına;
--- Hayırdır... Ne oldu?
--- Vakalar kontrol altına alınınca huzurevlerine ziyarete yine izin verilmiş.
--- Ne zamandan itibaren geçerliymiş?
--- Önümüzdeki Pazartesiden itibaren.
--- Çok güzel bir haber. Yaşlıların yalnızlığa terk edilmemeleri gerek.
Bak, burada hiç yasak konmadı. Belli kurallar çerçevesinde yapılacak ziyaretlerin tehlikesi olmaz bence.
Berrin Hanım yeniden mutfağa giderken Metin Bey bu ani değişiklikle eşinin teklifi arasında bağ kurmakla meşguldü.
Sebep anne olunca fazla düşünmesine gerek kalmamıştı. Vakti gelen ikinci Corona aşısını vurulmaya giderken kararını vermişti. Akşam eve döndüğünde, çehresindeki tebessüm ve gözlerindeki ışıltıdan Metin Beyin biletini aldığı anlaşılıyordu.
Babasının Türkiye’ye gideceğini öğrendiğinde belli etmemeye çalışsa da, Ahmet’in sevincinin sebebini Berrin Hanım hemen anlamıştı. Oyun alışkanlığı her geçen gün bağımlılığa dönüşen Ahmet üniversiteyi de ihmal etmişti. Babasının yokluğunda oyun oynamaya daha fazla vakit bulabileceğini düşünüyordu.
Yolculuk günü sabah erkenden uyanan Metin Bey lavaboya giderken küçük odanın kapı aralığından sızan ışık Ahmet’in bu gece de oyun mesaisine kaldığını gösteriyordu.
Berrin Hanımın sağlık durumunun ciddiyetini dikkate alan Metin Bey, olabildiğince sabrediyor, bir süre daha sabretmenin doğru olacağına inanıyordu. Bu arada evin küçük beyi Yusuf da taşınmak için hâlâ yoğun şekilde kiralık daire aramakla meşguldü.
Tembihine rağmen, Metin Bey uyandığında eşini de uyandırmaya kıyamamıştı. Olabildiğince sessiz hareket etse de, yere düşen çay kaşığı Berrin Hanımı uyandırmış, mutfağa çağırmıştı.
Birlikte yapılan kahvaltının ardından Metin Bey havaalanına hareket etti. Kırgınlığından, Ahmet’le vedalaşma gereği duymamıştı...
...
Bir zamanlar anne ve babasının ikâmet ettikleri köyden başka anlam ifade etmeyen Yenimahalle, Metin Bey için, annesine yakınlıktan da öte... bir kaçışın adresi olmuştu artık. Zaten getirildiği günden beri Almanya’ya bir türlü içi ısınmamıştı. İlk senelerdeki vatan hasretinin anlamı küçülen dünyada örselense de, büyüyen çocukların aralarındaki anlaşmazlıklar Metin Beyi bunaltmıştı. Digital çağ aile bireyleri arasında paralel dünyalar yaratmış, huzursuzlukları artırmıştı.
Yaşını doldurmadan bebeklerin eline tutuşturulan telefonlar, oyuncaklar, zamanla çocukları esir almakta, sosyal ilişkileri, sevgi ve saygı bağlarını tahrip etmekteydi. Aile kurumunu kökünden sarsan bu sorun karşısında yetkililer yetersiz, ebeveynler çaresizdi. Bilimsel ele alınması gereken bu ortak problemin, bireysel çözüm denemeleri çoğu kez daha büyük sorunlara sebep olabiliyordu.
Metin Bey, sonucundan emin olmadığı çözümleri denemek yerine, zamana bırakmayı ve sabretmeyi tercih etmişti. Zorlandığında, Yalova nefes almak için yegâne çare haline gelmişti.
Hayat, insanları hiç ihtimal vermedikleri yerden imtihan ediyordu...
...
Metin Bey, geldiği ilk günden itibaren, haftada bir kezle sınırlı izinleri değerlendirmiş, annesini ziyareti hiç ihmal etmemişti. Pandemi ortamında daha da artan kısıtlamalar huzurevlerindeki hasta ve yaşlılara yetersiz bakımın yanı sıra, hareketsizlik olarak da yansıyordu.
Zülbiye Hanım fizik tedavilerine alınmış olsa da, haftanın bir günü ile sınırlı bu uygulama fazla etkili olmuyordu. Artık yürüyemediği gibi, yatarken dahi dizkapaklarından bükülen ayaklarını açamıyor, uzatamıyordu. Kaslar iyice zayıflamış, hareketleri yavaşlamıştı. Özenle verilen mama ve takviye gıdalar neticesinde kilo kaybının önlenmiş olması yegâne teselli sebebiydi...
Gastronomi, getirilen yasaklardan en fazla etkilenen sektörlerin başında geliyordu. Masalar arasına koyulan mesafeler, sınırlı sayıda müşteri alımı dükkân işletenleri zor durumda bırakmıştı.
Bunlardan biri de Tabiat Cafenin sahibi Coşkun Beydi. Babasının ani ölümünün ardından tüm düzeni bozulmuştu. Annesinin yalnız kalması sebebiyle çok sevdiği teras katından annesinin yanına taşınmak zorunda kalmış, virüs sebebiyle getirilen kısıtlamalar sonrasında da düzeni iyice bozulmuştu. Yılların yorgunluğu artık yılgınlığa dönüşmüş, kararını vermişti. Bulabildiği ilk müşteriye dükkânı devredecekti.
Yüzlerdeki maskelerle kaybolan mimiklere zaruri sosyal mesafeler de eklenince arkadaşlık ve dostlukların eski tadı kalmamıştı. Gözlere hüzün sinmiş, sevgi sözlüğe sığınmış gibiydi. Kardan helva tadındaki sohbetlerin ana teması Coronaydı.
İnsanlar, her geçen gün, önceden farkına varamadıkları nimetlerin özlemi içindeydiler. Süresi ve etkileri ile ilgili yorumlar çeşitlilik arzetse de, "nasıl?" sorusunun cevabı iki ihtimalden ibaretti; bir labaratuvardan sızmış olabileceğini gibi, Çin’li bir köylünün yediği yarasadan dünyaya yayılma ihtimali de vardı.
Tüm dünyada kısıtlamalardan en fazla etkilenen yerler arasında ibadethaneler en ön sıradaydı.
İlk aylarda, hava şartlarının müsait olduğu günlerde amatör futbol sahaları da geçici olarak ibadete açılmış, mescit ve küçük camilerdeki yığılmaların önüne geçilmişti. Sosyal mesafe ve maske kullanımına azami riayet ediliyor, bazı ülkelerde camilerin kapı girişlerinde masalar üzerine koyulan listelerde isimler kayıt altına alınıyordu...
Alınan önlemlerin verdiği rahatsızlıklara rağmen, bugün de cami cemaati dışarıya taşmış, insanlar yanlarında getirdikleri seccadeleri şadırvana ve boş yerlere sermişti.
Yayılan virüsler vaazları da etkisi altına almış görünüyordu. Kürsüdeki hocanın sebepler konusundaki bakış açısı, inançlı insanlar ile birebir örtüşür nitelikteydi. Yeryüzündeki haksızlıklara, adaletsizliklere, açlığa, sefalete ve zulümlere değindikten sonra söyledikleri sarsıcıydı;
--- Adaletsizliğin ve zulmün bu kadar yaygın olduğu bir zamanda gelen bu türden musibetler kimseyi şaşırtmamalı.
Allah (c.c.) Rahman’dır... Rahim’dir... Âmennâ. Lakin Müntakîm’dir de aynı zamanda. Yegâne intikam sahibidir.
Kaos içinde bırakılan ülkelerinden kaçarak kendilerine sığınan insanları kadın, çocuk, yaşlı demeden geri çeviren, botlarını delerek denizin soğuk sularına gömenler!
Savaş uçaklarıyla, jetleriyle havadan bomba yağdırıp, rahat koltuklarında kadeh tokuşturanlar!
Refahlarını sömürdükleri ülke insanlarının kan ve gözyaşları üzerine kuranlar!
Yaptıklarının yanlarına kâr mı kalacağını sanıyordu?
Vaazın burasında sıra özeleştiriye gelmiş görünüyordu. Hedefinde bu kez bütün müslümanlar vardı;
--- Tıynetini tarihteki vahşetleriyle, soykırımlarıyla, nükleer bombalarıyla isbatlamış batı suçlu da, biz müslümanlar suçsuz muyuz? Tabi ki hayır.
Zalimlerle işbirliği yapanlar da bu musibete şaşırmamalı. Kendi aralarında bir türlü birlik sağlayamayan müslümanlar da bir o kadar suçlu elbette.
Dünyanın değişik bölgelerinde, hatta yanıbaşında milyonlarca insan açlık, susuzluk, sefalet içinde kıvranırken, mülteci çocuk cesetleri kıyılara vururken sessiz kalan müslümanlar da bu musibete şaşırmamalı. Kışın, üzerlerine kar yağarken, çamur içinde kalmış çadırlarında donarak ölen çocuklar için, kadınlar-yaşlılar için, insanlar için sen ne yaptın?
Bizler neler yaptık?
Sebep sonuç arasında kurulan bağlantı tartışmaya açık olsa da, dile getirilen gerçekleri inkâr etmek mümkün değildi. Aynı dünyayı paylaşan insanların bir bölümü lüks ve şatafat içinde yaşarken, açlıktan ölenlerin sayısı hiç de az değildi. Vicdansızlık ve vurdumduymazlık ahlaksızlık boyutuna ulaşmıştı. Uzaya hükmeden kibirli devletler başta olmak üzere, herkes belâdan payına düşeni almak zorunda kalmıştı. Koca bir dünya bir virüsün pençeleri arasında kıvranıyordu. Üstelik bu virüs, alınan önlemlerle, geliştirilen aşı ve ilaçlarla alay edercesine şekilden şekile giriyor, mutasyona uğruyordu. Sonuç, hak edilen kollektif bir ceza için akla gelebilecek en çabuk ve etkili yöntemin bulunduğunu gösteriyordu.
Bu ibreti, kudreti kâinatı kavrayan bir güç verebilirdi. Kuvvet ve kudret sahibi o gücün bilinen doksan dokuz isminden biri de Es Sabûr’du.
Sabretmiş... intikamını alıyor... uyarıyordu...
...
Altmış beş yaş üzeri insanlara uygulanan kısıtlamalar İbrahim Beyi huzursuz etmişti. Arada bir arkadaşıyla çıktığı uzun yürüyüşler de imkânsız hâle gelince, eşi ile birlikte soluğu bir kez daha Yalova’da almışlardı.
Huzur içinde geçen günler verdikleri kararın çok yerinde olduğunu gösteriyordu.
İlerleyen günlerde Antalya’dan kızı Özlem ve torunları Elif ile Zeynep de gelince İbrahim Beyin mutluluğuna diyecek yoktu. Torunların sevinç çığlıklarına Mehmet Beyin kızlarınınki de eklenince hayat renklenmiş, çehreler neşeye doymuştu.
Zeynep omuzunda oturmaktan bıkmadığı Metin amcasından hiç ayrılmak istemiyordu. Daha önce hiç görmediği Metin Beye öylesine bağlanmıştı ki, hitap ederken "dede" yahut "amca" yerine yalın isim kullanıyor, gözden ırak olduğu anda ilk sorusu "Metin nerede?" oluyordu.
Neşe içinde geçen iki hafta sonunda Özlem Hanım ve çocuklar Yalova’dan ayrılırken en çok üzülen Zeynepti. Otomobil gözden uzaklaşırken arabanın arka camına yapışmış, mahzun bakışlarla "Metin’e" el sallıyordu...
Berlin’den gelen haberler yine iç açıcı değildi. Pakize Hanımın sağlık durumu bir yana, kapı komşularının Coronadan vefatı Metin Beyi üzmüş, hayli endişelendirmişti. Berlin’e dönüş için uçuş imkanı araştırıp gün sayarken ^ni gitme ihtimali sebebiyle günlük alışveriş yapıyordu.
O gün de yine eksikleri tedarik etmiş evin yolunu tutmuştu. Gün ortasında aniden kararan hava, güneşe set çeken kara bulutlar şiddetli bir yağmurun habercisiydi.
Minibüs eve yaklaşırken aracın silecekleri çalışmaya başlamıştı. Haziran ayında kar gören gözler için Ağustostaki fırtınanın yadırganacak yanı yoktu.
Çok şey gibi mevsimler de değişmiş, küresel ısınma tüm canlıların yaşam alanını ve doğayı tehdit etmeye başlamıştı. Kutuplarda eriyen buzullar tehlikeyi haber veriyordu. Kar yağışı ya da kavurucu sıcaklar artık sıra dışı, takvimlerin keyfine göre gibiydi. Orman gezintileri sırasında bunu yakından görmüşlerdi. Yalova’yı sulayan Gökçedere barajı bu sene de can çekişiyordu.
Kulakları sağır edercesine çakan şimşeklerle gökyüzünün homurtusu minik serçeleri de ürkütmüş, küçük yüreklerine korku salmıştı. Telaşla çalılar arasında gözlerden kaybolurken Metin Bey de fazla ıslanmadan eve varmıştı.
İnsanın sığınacak bir yuvası, çatısı sağlam huzurlu bir evi olması ne büyük bir nimetti. Gelişen dünyamızda, modern (!) çağımızda bundan yoksun ne kadar çok insan vardı... kim bilir...
Metin Bey yağmuru... yağmur sesini çok seviyordu. İzlerken, beş altı yaşlarındayken oturdukları bodrum katının arka bahçesindeki merdiven altındaki küçük boşluğa saklanıp sağnağı seyrettiği günleri anımsıyordu. Sıcak günlerde aniden bozan havanın ardından yağan dolu toprağı döverken merdiven altındaki o küçücük boşluk ne güzel sığınaktı.
Sığınak! Dünyaya merhaba diyen her canlının aradığı hakikatte bu değil miydi!
Daha doğuştaki şefkat kanadı...
Sevgi sıcağı...
Ana kucağı!
Hava kadar elzem, su gibi aziz.
Ne yazık ki bir o kadar iğreti! Muvakkaten!
Merdiven altındaki o küçük boşluk da...
Tandır sıcağı da...
Ana kucağı da...
...
Çocuklara kızgınlığından, bu kez geleceği tarihi önceden sadece eşine haber vermişti Metin Bey.
Uçak Berlin’e vardığında hava kararmış, dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Karşılamaya gelen olmayacağını bilmesine rağmen, alışkanlıktan olsa gerek, havalimanının dış kapısından çıkarken bakışları hâlâ yakınını bekleyen kalabalığın üzerinde geziniyordu. Bu kez yanına bavul da almamıştı.
Süratle metro istasyonuna ilerledi. Fazla beklemesine gerek kalmadan tren hareket etmişti.
Ülkeden ülkeye seyehatlerde dertler azalmıyor, sadece şekil değiştiriyordu. Mesafeler uzun olsa da, bir hüzünden ötekine üç adım yoktu bu aralar.
Elli dakika kadare süren yol boyunca Metin Beyin kafasındaki tek düşünce çocukların durumuydu. En zor zamanlarında destek görmek bir yana, sebep oldukları sorunlarla boğuşmak artık bunaltıyordu. Mutlu olmamaları için en ufak bir sebep yoktu aslında. Metin Beyi de üzen buydu zaten.
Uzansalar dokunabilecekleri mesafedeki huzur ve mutluluk Kaf Dağının ardı kadar uzak görünüyordu. Anlaşılır, kabul edilebilir bir şey değildi. En çok da büyük oğlu Ahmet’e kırgındı. Sağlığına gereken özeni göstermeyişi, irade zayıflığı, oyun bağımlısı olması en önemli sebepler arasındaydı.
Teknolojinin süratle gelişmesine paralel olarak sorunlar da büyümüştü. Digital dünyada kurulan sanal âlemler ailede ebeveyn ile çocuklar arasındaki bağı zayıflatmış, hatta yer yer koparmıştı. Çocuklarını anlamakta, anlaşmakta zorluk çekiyor, hâl, hareket ve tavırlarını garipsiyordu. Çevredeki bir çok çocuklu ailenin de benzer problemlerle boğuşuyor olması, madde bağımlısı ve daha kötü durumda olan gençlerin varlığının bilinmesi teselli vermiyordu. Sert bir üslup, yanlış kurulan bir cümle, yersiz bir baskı çocukları ailesinden tamamen koparabilir, durumu daha da kötüleştirebilirdi. Mevcut durumu muhafaza dahi bir başarı sayılıyordu malesef.
Berrin Hanım mevcut durumu kanıksamış, kabullenmiş görünse de, onun da bu durumdan mutlu olmadığı açıktı. Seneler içinde çekilen onca sıkıntıya sağlık sorunları, özellikle de yüksek tansiyon eklenince bunda yadırganacak bir durum yoktu aslında. Açıkça itiraf etmese de, kendisi de bunun farkındaydı.
Düğümlü düşünceler beynini zorlarken Metin Bey de eve gelmişti.
Kapıdan girdiğinde farkeden olmamıştı. Holden yatak odasına geçerken masa ve sehpanın üzerinde gördüğü yığınla evrak belli ki ayıklanmak için Metin Beyi bekliyordu. Yirmiye yakın dosyaya rağmen, çıkarılan evraklara ilave olarak gelenlerin de karışmasını önleyemiyordu..
"Yazık! dedi fısıldarcasına... Yazık, çocuklarıma disiplinli ve düzenli çalışmayı öğretememişim. "
Açık olan cep telefonundan gelen sesler sebebiyle, mutfakta ocağın başında olan Berrin Hanım eşinin geldiğinden henüz habersizdi. Bir süre sonra hissetmiş olacak ki, yatak odasına yönelince Metin Beyle göz göze gelmişti. Şaşkınlığı sevincinden büyüktü.
"Hoşgeldin" derken sesindeki burukluk hissediliyordu. Üzgündü. Metin Bey sebebini tahmin etmiş, sormak yerine Yusuf’un açık olan oda kapısından içeriye bakmakla yetinmişti. Kısa bir sessizlikten sonra;
--- Ne zaman ayrıldı?
--- İki hafta kadar önce.
--- Diğerleri nerede?
--- Ahmet arkadaşıyla buluşmaya gitti. Yunus ise odasında.
--- "Biz bir aileyiz, birbirimizi çok severiz" nakaratıyla büyüttüğüm çocuklarıma ne oldu Hanım? Ne oldu da, aile olma özelliğimizi yitirdik, bu duruma düştük". Hayıflanırken gözlerinin önünden mazide kalan güzel günler geçiyordu Metin Beyin. Çocuklarının birbirine kenetlendiği, birlikte gezdikleri o günleri...
Metin Bey de en az eşi kadar üzgündü... Kızgındı da aynı zamanda. Bu kızgınlıkta kime ne söylese kırıcı olabilirdi. Yapabileceği, yapması gereken tek şey susmaktı.
Böyle üzgün zamanlarında Metin Bey içine kapanır, uzun süre konuşmazdı. Bu kez de yine öyle olmuştu. Kimseyle konuşmuyor, sürekli düşünüyordu. Zamana yara sardırırcasına. Oysa bu türden problemlerin çözümü ancak konuşmakla mümkün olabilirdi. Konuşmalıydı her biriyle. Söyleyeceklerini sabırla dinlemeliydi.
Kızmadan... kırmadan. Bir kez daha... Belki de son bir kez!
Yorgundu Metin Bey. Artık üzerine üzerine gelen sıkıntılarla mücadele edecek gücü de kalmamıştı. Huzur arıyordu. Sadece huzur. Sorumluluk yakasını bırakmıyor, vereceği kararların sadece kendi hayatını değil, herkesin geleceğini etkileyeceğini biliyordu. Doğru karar verebilmesi için acele etmemeliydi.
Aradan geçen iki gün Metin Beyin sinirlerini az da olsa yatıştırmış olsa da züntüsü artarak devam ediyordu. Bunda Ahmet’in odasını temizlerken gördüğü nargile takımının da rolü vardı tabi. Arada bir arkadaşlarıyla dışarıda yaptığı kaçamak alışkanlığa dönüşmüştü.
Defalarca denediği nasihat aşaması asılmıştı. Yasaklamanın da bir çare olmadığı biliniyordu. Nargileyi yanındaki torba içinde bulunan malzemeleriyle alıp kendi odasındaki dolaba yerleştirirken bunun bir çözüm olmadığının farkındaydı.
Türkiye’den geldiği gün uzaktan gördüğü dağınık evraklara yakından göz atınca gelen mektuplardan bazılarının zarflarının dahi açılmadığını farketti. Ödemeler aksamış, ihtarları para cezaları takip etmişti.
Acı hissetmese kâbus gördüğüne inanacaktı Metin Bey. Bu kadarını beklememişti.
Kızgınlıktan bu kez Berrin Hanım da nasibini almış, yine de sesini çıkarmamıştı. Her zaman olmasa da bu kez haklıydı Metin Bey. Bu kadar ihmalkârlığın bahanesi olamazdı.
Metin Bey işe nereden, nasıl başlayacağını bilemez hâlde düşünürken, arada bir şeytanın çekim alanına giriyor, bir yandan da göz ucuyla Türkiye’ye dönüş için bilet fiyatlarına bakıyordu.
Gitmek, bir daha dönmemek!
Yakışmazdı... Yapamazdı. Yapmamalıydı!
Kaybettiği imtihanlar geldi aklına Metin Beyin. Hiç şüphe yok ki yine zorlu bir imtihandaydı.
"Bu kez bunu başarmalıyım" diye düşündü. Hem zaten hasta olan eşini böyle yüz üstü bırakamazdı. Çocuklarının da yardıma ihtiyacı olduğu kesindi.
Öfkesi hep böyleydi zaten; saman alevi gibi yani. Tutuşması ile küllenmesi arasında geçen süre Nisan yağmuru kadardı. Bir anlık...
Akşam annesi Yusuf’la telefonda konuşurken kulak misafiri olmuş, çoraba ihtiyacı olduğunu öğrenmişti Metin Bey. Taşındığı evi boya, parke yapacağı için henüz eşyalarının tamamını götürmemişti. Çok eksiği olduğu anlaşılıyordu.
Metin Bey artık kararını vermişti. Tabi ki kalacak ve sorumluluğunun gereğini yapacak, yapmaya gayret edecekti. Zira biliyordu ki kim hangi planı yaparsa yapsın, son sözü kader, son kararı takdir-i ilahi söylüyordu.
Metin Bey evrakları karıştırırken Yusuf’un taşındığı evin adresini de öğrenmiş, güneşli bir günün sabahı yola koyulmuştu. Vasıtayla yarım saatlik mesafeyi yürüyerek gitmeye karar vermişti. Bir buçuk saate yakın sürse de önemli değildi. Yürürken nefes alıyor, daha doğru düşündüğünü, dinlendiğini hissediyordu.
Yol boyunca en doğru hareket tarzını tesbite çalışıyordu. Sabırlı ve sakin olmalıydı. Öz eleştiri belki de en doğru hareket tarzı olacaktı. Bunun için yeterli sebebi, sayısız hatası da vardı zaten. Nefsi arada bir Hz. Adem’de Kabil örneğini, Hz. Yakup’ta Hz. Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerini, Hz. Nuh’da gemisine binmeyi reddeden aile bireylerini gösterip teselli etmeye çalışsa da, yanlış kıyastan affına pay çıkarmak bir çok hatası olan Metin Beye yakışmazdı.
Kahvaltı yapmamış olabileceğini düşünerek girdiği marketten alışveriş yaparken, Yusuf’un çorabını da unutmamıştı Metin Bey.
Şeytan yol boyunca;
"Bir baba olarak onun ayağına gitmen doğru değil. Onca huysuzluktan sonra oğlunun gelip kendisini affettirmesi gerek"
telkininde bulunsa da, Metin Beyi kararından vazgeçirmesi mümkün olmamıştı. Bir hastayı ziyarete gittiğini düşünüyor, tedavisine yardımcı olmayı amaçlıyordu. Elinde koca poşetiyle zile bastığında sadece mutlu değil, umutluydu da aynı zamanda.
Her zile bastığında başını kaldırıp balkonları kontrol ediyor, kimseyi göremiyordu. Kapı açılmamıştı.
Belli ki evde yoktu. Binanın karşısındaki çocuk parkına giderek beklemeye başladı. Bir saat... iki saat... Acıkmıştı. Poşetten çıkardığı ekmeğin arasına peynir zeytin koyarak meyve suyuyle açlığını dindirmişti.
Bu arada vakit hayli ilerlemiş, öğlen olmuştu. Biraz tereddüt ettikten sonra dönmeye karar verdi. Kapıdan ayrılırken oğlunun posta kutusuna bir adet kâgıt para bırakmış, merak etmesini, düşünmesini arzulamıştı.
Metin Bey telefonlara çıkmıyor, sürekli çalışıyordu. Dağılan dosyaları düzeltmek, evrakları ayıklamak, mektupları cevaplamak hayli zaman alsa da, "Başlamak bitirmenin yarısıydı" ve yapılacak işler her geçen gün azalmaktaydı. Bu arada çamaşır makinası sürekli çalışıyor, ev temizleniyordu. Berrin Hanım da hatasını telafi etme çabasına girmiş, işten eve yorgun geldiği zamanlarda dahi eşine yardım ediyordu.
Hayırlı işlerde acele etmek gerekirdi. Hayatında ilk kez taşınmanın zorluklarını yaşadığı bu günlerde bir evlada yardım etmek de hayırlı bir işti. Üstelik konuşulması gereken çok ve önemli şeyler vardı.
Metin Bey işlerin yoğunluğuna rağmen ancak iki gün dayanabilmiş, yine eşine haber vermeden Yusuf’un evinin yolunu tutmuştu... Ve yine yürüyerek...
Netice alana kadar sürprizini gizli tutmak istiyordu... Çok gerekli bir işi ve güzel bir niyeti yerine getirme heyecanıyle yürümüyor, adeta uçuyordu.
Bu kez evde bulamama ihtimalini dikkate alarak alışveriş yapmamıştı.
Binanın önüne geldiğinde başını kaldırdı, balkonları sırayla gözden geçirdi. Güzel havaya rağmen kimsecikler görünmüyordu. Parmağı kapı ziline dokunurken bir yandan da yine gözleri balkonlardaydı. Aralıklarla dört beş kez zile basmasına rağmen kapı yine açılmamıştı.
Vakit öğleye yaklaşıyordu. Ne zaman geleceği belli olmadığına göre, yapılacak bir sürü iş varken, burada vakti heba etmenin faydası yoktu. "Bugün de kısmet değilmiş" dedi içinden. Ayrılmadan önce posta kutusuna para koymayı yine ihmal etmemişti. Bu kez öncekinin iki katı kadardı.
Dönüş yolunda Metin Beyin kanatları sanki biraz kırık, yol ise daha uzun gibiydi.
Eve vardığında Yunus da okuldan yeni gelmiş, odasında cep telefonuyla meşguldü. Aralık kalan kapıdan bir süre izledikten sonra, acıkmış olabileceğini düşündü. Sessizliğini bozmaya Yunus’la başlayabilirdi.
Yunus da izlendiğini farketmişti. Başını kaldırıp babasına baktığında Metin Bey;
--- Önemli bir işin yoksa üzerini giy, dışarıya çıkalım ne dersin?
Ayakkabılarını giyerken de Yunus’un cevabını beklemeden ilave etmişti;
--- Aşağıda bekliyorum.
Az sonra Yunus da aşağıya inmiş, dışarıya çıkış sebebini merak ediyordu. Metin Bey caddenin sağını ve solunu göstererek;
--- Hangi lokantaya gidip yemek yiyelim?
Yemek dendimi Yunus için akan sular dururdu. Beklenmedik bu teklif çok hoşuna gitmiş, kararı kendisi vermek istemiyordu;
--- Sen hangisini istersen oraya gidelim.
Sonuçta Yunus’un tercihi dikkate alınarak kebapçıya girmişlerdi. Siparişi beklerken başlayan sohbet yemekten sonra da hız kesmeden devam ediyordu;
--- Biliyorsun; Mine teyzen anneannenin bakımını üstlenip daire geri verilince Ahmet abin yeniden yuvasına, evimize dönmüştü. Sekiz senedir bitiremediği üniversite nihayet biter diye düşünürken, oyunlara daldı, okulu astı. Bağırıp çağırmadım. Kızmadım... kırmadım. Tatlı dil kâr etmeyince anlasın diye sadece tavır yaptım... Konuşmadım. Hiç bir şeyin faydası olmadı. Küçücük bilgisayar odasına kapanıyor, yanında zararlı gıdalar-içeceklerle, sabaha dek arkadaşlarıyla oyun oynuyor. Gece boyunca oturduğu yetmezmiş gibi, gündüzleri Home Office işinde de aynı hareketsizlik! Sadece geleceği değil, artık sağlığı da tehlikede.
Aklımızı kullanmıyor, mantıklı hareket etmiyoruz. Her biriniz, her birimiz bu ailenin bir parçası. Hepimizin düşünmesi ve yeniden aile olma özelliğimizi kazanmak için gereken çabayı göstermemiz, birbirimize yardımcı olmamız gerekir diye düşünüyorum. Bu amaçla, Yusuf’un terbiyesizliklerine ve hatalarına rağmen, evden ayrıldığı bu günlerde yalnızlık hissettirmemek, ilk kez taşındığı dairenin eksiklerini gidermek, yardım edebilmek için iki kez ziyaretine gittim. Evde yoktu... Görüşemedik.
Az önce oradan geldim. Yine gideceğim, muhtemelen önümüzdeki günlerde kendisiyle görüşeceğim. Lakin sadece benim çabamla problemlerin çözümünün mümkün olmayacağını sen de biliyorsun. Herkesin elinden geldiğince gayret etmesi gerekir. Öyle değil mi?
Yunus, kaybolan huzurun yeniden tesisi için babasının gösterdiği çabanın farkındaydı. Yapılan onca saygısızlığa rağmen Yusuf’u ziyaret etmesi, konuşması, yardım etmesi hiç tahmin edemeyeceği bir durumdu. Şaşırmış, bir o kadar da memnun olmuştu.
Sohbet derinleştikçe Metin Bey oğlunun yaşına yakışan olgunluğundan, düşüncelerini ifade üslubundan, verdiği akıllı ve mantıklı cevaplardan oldukça etkilenmiş, çok mutlu olmuştu. Bu kez okulunu ciddiye alması gerektiğini, artık kaybedecek vaktinin kalmadığını anlamış görünüyordu. Eksik olan öz güveni yerine gelmiş, okula severek gidiyordu.
Eve yaklaştıklarında, Metin Bey halletmesi gereken işi olduğunu belirterek Yunus’dan ayrılmıştı.
Güneşli güzel bir havanın son kırıntıları da kaybolurken Metin Bey aynı gün içerisinde ikinci denemesini gerçekleştirmek üzere yine yola koyulmuştu. İstikamet yine oğlu Yusuf’un adresiydi. Öyle ya, az sonra hava kararacak ve evde olmasa da çok geçmeden evine gelecekti. Bu kez göreceğinden, görüşeceğinden emindi.
Önceleri hafiften çiseleyen yağmur şiddetini artırsa da, uzun sürecek gibi görünmüyordu.. Nitekim bir süre sonra gökyüzünün homurtusu da, bulutların gözyaşları da dinmişti.
Metin Bey eve vardığında hava iyiden iyiye kararmış, biraz da serinlemişti. Zile daha ilk dokunuşta günlerdir beklediği sesi nihayet duymuştu;
--- Kim o?
--- Oğlum misafir kabul ediyor musun?
--- Babacığım sen misin?
--- Evet yavrum...
İstersen aşağıya in, birlikte bir iki lokma yemeye gidelim, ne dersin?
Metin Bey, oğlunun dağınıklığını bildiğinden, mahçup olmasın diye alternatif sunmak istemiş, tok olduğu halde lokantaya gidelim demeyi tercih etmişti. Yusuf’un aç olma ihtimalini de düşünmüştü tabi. Bu arada, şaşkınlığı üzerinden atan Yusuf kısa bir tereddütten sonra tercihini yapmış görünüyordu;
--- İstersen sen yukarıya gel.
Aynı anda dış kapı da açılmıştı. Metin Bey merdivenleri ikişer ikişer çıkarak ikinci katın dış kapısına vardığında Yusuf de dairesinin kapısını açmış babasına doğru geliyordu.
Metin Bey Yusuf’un kendisine yaptığı saygısızlıkları unutmuş görünüyordu. "Yavrum zayıflamış" diye geçirdi içinden. Sarılmak, doyasıya öpmek istiyordu. Kollarını açtığında Yusuf dizlerini kırarak babasına sarılırken, sebebini söylemeyi de ihmal etmemişti;
--- Nezleyim babacığım. Sana da geçmesin.
Yarım sarılma ile idare edecekti. Birlikte daireden içeri girdiklerinde Metin Bey yanılmadığını anlamıştı. Dağınıklık daha giriş kapısından başlıyordu. Metin Bey davranış biçiminin kolay değişmeyeceğini, herkesi olduğu gibi kabul etmekten başka çaresi olmadığını anlamıştı. Yusuf’un yüzündeki mahçubiyet çok geçmeden kelimelerine de yansımıştı.
--- Buralar biraz dağınık...
Ama... toplayacağım.
--- Taşınan insanın evi önce dağınık olur tabi yavrum.
Gayet normal. Önemli değil.
Tam zamanında geldiği anlaşılıyordu Metin Beyin. Yusuf boya badanaya başlamak üzereydi.
Birer çay içtikten sonra eksik olan malzemeleri almak için birlikte otobüsle dükkâna giderken genellikle Yusuf konuşuyor, Metin Bey dinlemeyi tercih ediyordu. Zaten istese de, konuşma fırsatı bulması hayli zordu. Okul durumu, prof. ile tartışması, bayram yerindeki kavgası, devletin adaletine güvensizliği, borsanın durumu, Ronaldo’nun-Messi’nin performansı... Yusuf’un anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki...
Eve yakın sokaktan geçerken bulduğu ilk fırsatı kaçırmamıştı Metin Bey;
--- Bizim oradaki kebapçıda lahmacun yiyelim mi Yusuf?
Yemekle pek arası yoktu Yusuf’un aslında. Zayıflığından şikayet etse de, kilo almak için gereken özeni göstermiyordu hiç. Belli ki bugün çok acıkmıştı;
--- Tamam... Yiyelim.
Yusuf lahmacunları yerken Metin Bey de önemli gördüğü bir kaç hususu belirtme imkânı bulmuştu. Konuşurken kelimeleri dikkatle seçiyor, yanlış anlamaya fırsat vermemeye çalışıyordu;
--- Yavrum, neden sana geldim, hiç düşündün mü?
Yusuf hiç düşünme gereği duymadığı gibi, cevabı da hazır ve netti;
--- Özür dilemek için.
Babasını incitmemek için özen gösterme gibi bir derdi yoktu. Hiç olmamıştı da zaten. Başkalarına ayna tutuyor, hiç bir zaman aynasıyla yüzleşmiyordu. Haksızlık hep ötekindeydi. "Öteki" kimi gün kardeşleri, kimi gün annesi, babası, ya da okuldaki profesördü. "Bir insan yedisinde ne ise yetmişinde de odur" diyenler pek de haksız sayılmazdı. Örneği Metin Beyin karşısındaydı.
Eski Metin Bey olsa bu cevabın karşılığını verir, en azından masadan kalkar giderdi muhtemelen. Üzülmekle yetinmişti bu kez. Kendi kendine yaptığı telkini hatırlamıştı hemen;
Sabredecek... tahammül gösterecek... kırılsa da kırmayacaktı.
Sorusunun cevabını da yine kendisi verdi;
--- Üç sebepten dolayı geldim yavrum. Öncelikle Allah rızası için. Hiç olmazsa bu günden sonraki anılarımız güzel olsun, kirlenmesin istedim.
İkinci neden; çocuklarıma olan düşkünlüğüm, sevgim.
Emin ol, çok kırdığınız zaman dahi kızgınlığım hâl, hareket, söz ve tavrınıza. Sevgimde değişen bir şey yok. Nasıl ki bulutlar dağıldığında güneş aynı görkemle aynı yerinden gülümsüyorsa, hatalarınız yok olduğunda da sevgim aynı yerde, yüreğimde ve hep aynı sıcaklıkta.
O nedenledir ki seni çok seviyorum.
Üçüncü sebep ise; taşınmak kolay değil. Özellikle de hayatında ilk kez taşınan biri için.
Yardıma en fazla ihtiyaç duyduğun bu günlerde yanında olmak benim vazifem. Bu üç nedenden dolayı geldim.
Tabi buna şu dördüncü nedeni de birlikte ekleyebiliriz; mutlu olmamamız için en ufak bir sebep yokken, basit nedenlerle birbirimizi kırdık, incittik. Yazık oldu günlerimize, aylarımıza...
Yazık oldu yıllara...Öyle değil mi?
Çözülmesi gereken çok düğüm, konuşulması gereken çok konu vardı. Lakin taşınma dolayısıyla yoğun ve yorgun olan Yusuf’u bir anda bunaltmanın faydası yoktu. Vermek istediği mesajı vermiş, beklentisini sona saklamıştı;
--- Dağılan parçaları bir araya getirmek istiyorum. Tabi tek başıma bunu başarmam mümkün değil. Ancak siz de yardımcı olursanız belki bazı şeyleri kurtarabiliriz. Ne dersin?
Yusuf lahmacunları bitirmiş, ayranını da içmişti. Dinlediklerinden ne kadar etkilendiği belli olmuyordu. Sadece;
"Bunu istemeyecek son kişi benim"
demekle yetinmişti.
Koyulan hedefe varabilmek için heyecan gerekti... dikkat gerekti, gayret gerekti. Oysa Yusuf’ta bunlardan iz görünmüyordu. Nadiren de olsa nefsinden şikâyet eden Yusuf’un bu hâli umut verici değildi.
"Zamanla belki bir noktaya gelebilir" diye geçirdi içinden Metin Bey. Hesabı ödeyerek lokantadan ayrıldılar.
Eve vardıklarında yatsı vakti yaklaşmıştı. Daha fazla geciktirmeden akşamı kıldılar.
Hâl ve hareketlerinden Yusuf’un boyaya başlayacağı anlaşılıyordu. Metin Bey bir yandan tecrübelerini aktararak yardımcı olmaya çalışıyor, bir yandan da en zor kısımları boyamak için malzemeleri hazırlıyordu. Merdiveni duvarın kenarına yerleştirip tavanla duvar arasına ilk fırçasını uzatmıştı.
Seçilen pastel renkler uyumluydu. Zaman ilerledikçe odaya renk gelmişti. Arada bir mütebessim çehre ile oğluna hitaben;
"Görüyorsun değil mi; baban geldi evine renk geldi"
diyordu. Her ne kadar hâlinden memnun olsa da, Yusuf "yardımsız yapamayan" konumuna düşmek istemiyor, cevabı yetiştiriyordu;
--- Sen olmasan da yapardım.
--- Tabi oğlum, tek başına da yaparsın. Zor değil ki. Birlikte yapmamız sadece zamanı kısaltıyor.
Metin Bey, Yusuf’un kendi ayakları üzerine durma hedefi ve gayretini anlıyor, özgürlük alanına girmemeye özen gösteriyordu.
Gece yarısına doğru Metin Beyin telefonu çaldı. Arayanın eşi olduğunu tahmin etmişti. Elinde fırça merdivenden inmeye yeriniyordu. Yusuf’a seslenmeyi tercih etti;
--- Bak bakalım kimmiş bu vakitte arayan Yusuf!
Yusuf babasının ceketinin cebinden çıkarırken telefon ısrarla çalmaya devam ediyordu;
--- Annem arıyor.
--- Hayırlı geceler Hanım, hayırdır, bir şey mi oldu?
--- Daha ne olsun! Saate bakar mısın!
--- Dur bir bakayım saat kaçmış.
Gecenin bu vaktinde Metin Bey muziplik yaptığına göre her şey yolundaydı. Üstelik de sinirleri yatışmışa benziyordu.
--- Nerede kaldın?
--- Haklısın biraz geciktim galiba. Farkettiğimde belki uyumuşsunuzdur diye aramadım. Merak etmeyi gerektirecek bir durum yok..
Metin Bey bir an tereddüt ettikten sonra gizemli konuşmayı tercih etmişti;
--- Arkadaşımın yanındayım. Sohbet biraz uzayınca bugün burada kalmaya karar verdim İyi geceler...
Babasının bu gece burada kalma düşüncesi Yusuf’un işine gelmemişti. Değil yatacak bir yatak, üzerine verecek yorganı bile yoktu henüz. Eliyle kendi yer yatağını göstererek;
--- Sen burada yatacaksan kalabilirsin, yoksa olmaz.
Babasının bu teklifi kabul etmeyeceği açıktı. Saatini kontrol etti. Güneşin doğmasına iki saat kadar kalmıştı;
--- Hazırlan seni götüreyim.
Metin Bey "Yalnız giderim, sen yat, dinlen" dese de on dakika içinde ikisi de hazırdı. Kiralık bir araçla Yusuf babasını eve bırakıp ayrılırken;
"Gelmeden önce ara!"
deme gereği duymuştu. Belli ki uyurken rahatsız edilmek istemiyordu...
--- Uyurken telefonunu kapalı tut istersen. Kimse rahatsız etmesin.
Genellikle sekiz saat uykuya alışkın bünyesine rağmen, nedense bugün beş saat yeterli gelmişti Metin Beye. Uyandığında saat 11:00’e geliyordu. Berrin Hanım muayenehanesine, Yunus da okula gitmişti. Ahmet’in oyun mesaileri her zamanki gibi gece boyu sürmüş, muhtemelen yine derin uykudaydı.
Çift camlı kapı pencerelerine rağmen içeri sızan ses, yağmurun hayli şiddetli olduğunu gösteriyordu. Metin Bey balkon kapısını açtığında üşüyen rüzgar eve sığınmaya çalışır gibiydi. Bir gün içinde hava aniden değişmişti. Bulutların çatık kaşlarına inat Metin Bey mutluydu. Koyduğu hedefe emin adımlarla ilerliyordu.
Yalnız kahvaltı yapmak gelmiyordu içinden. Yusuf’un ihmalkârlığını ve üşengeçliğini bildiğinden, karnını doyurmadan işe devam etmesinden endişeliydi. Emin olmak istiyordu. Öte yandan, geç yattığını biliyor, öğleden sonra kalkabileceğini tahmin ediyordu.
Evdeki eksik işleri tamamlarken vakit ilerlemiş, karnı da iyice acıkmıştı. "Nasıl olsa vakit çıkmadan namaza kalkacak, ben gidene kadar uyanmış olur" diye düşündü. Bu düşüncesi yürüyüşüne de sirayet etmiş, yol her zamankinden fazla vakit almıştı. İç çamaşırı, katlı şemsiye, seccade, temiz havlu, bardak v.s. gibi elzem bir kaç parça eşyayı spor çantasına koymuş, sağ omuzuna asmıştı. Kalan boşluğu da girdiği marketten aldığı kahvaltılıklarla doldurmuştu. Bu arada çok sevdiği ceviz ve makarnayı da ihmal etmemişti.
Oğlunun "Gelmeden önce ara!" sözünü unutmamıştı. Yol boyunca her yarım saatte bir aramış, telefonun kesik çalan tonundan uyuduğunu anlamıştı.
Kapıya vardığında saat öğleyi hayli geçmişti. Yağmur ve rüzgârdan korunaklı bir köşeye valizi bırakarak yakındaki bir beton basamağa oturdu. On on beş dakika aralıklarla bir kaç kez daha telefon ettiyse de açılmamıştı. Açlıktan ziyade soğuk hava sabrını zorluyordu. Yelkovan akrepin peşinden 15:00’e doğru koşuşturuyordu. Her ne kadar;
"Gelmeden önce ara"
demiş olsa da, nihayetinde gelen babasıydı. İş yaptırmaya değil, kahvaltısını hazırlamaya, birlikte kahvaltı etmeye, işlerinde yardımcı olmaya gelmişti. Üstelik defalarca da aramış, hatta bu soğukta bir saate yakın da kuytuda beklemişti. Bu kadar ince düşünce yetmeliydi.
Bu düşüncelerle kapıya doğru ilerlerken, yaşlı bir çift de çıkmak üzereydi. Kilitli bina kapısının açılmasını beklemesine gerek kalmamıştı.
Yaşlı çift uzaklaşırken kapı kapanmadan Metin Bey içiriye dalmış, en azından soğuktan kurtulmuştu. Merdivenin üzerine kurulmaya çalışırken ikinci katın kilitli kapısının da açıldığını farketti. Bu kadar çabuk hedefe varabileceğini hiç tahmin etmemişti.
Açık kapıdan içeri süzülürken, henüz üç adım ilerlemiş olan komşusu durumu farketmiş, sorgularcasına Metin Beye bakıyordu. Bakışlarında endişe ile karışık biraz da korku vardı. Metin Bey izah etmek gereği duydu. Zilin üzerindeki ismi göstererek;
--- Merhaba hanımefendi.
Oğlum bu kattaki daireye taşındı da ona yiyecek bir şeyler getirdim. Uyuduğundan olsa gerek... zilin sesini kapamış. Kapısını tıklayınca uyanır.
Bu açıklama oğlunun Alman komşusu için yeterli gelmişti. İyi gün dilekleriyle yoluna devam etti.
Birlikte yapılacak güzel bir kahvaltının önünde hiç bir engel kalmamıştı.
Kapıyı ilk tıkladığında açılmamıştı. Tek odalı küçük bir dairede duyulmaması mümkün değildi. İkinci çalışında Yusuuuf! diye de seslenme gereği duydu.
Çok geçmeden asık surat ve uykulu gözlerle oğlu kapıyı açmıştı. Dilinden dökülen tek cümleden Metin Beyin hoş gelmediği anlaşılıyordu;
--- Hiç de komik değil!
Oysa Metin Bey şaklabanlık yapmak için ya da komiklik olsun diye gelmemişti ki!
Uykudan yeni uyanan birinden -gelen "baba" olsa da- belki güleryüz, sırıtan çehre beklenmezdi ama, asık surat ve çirkin bir ifade de biraz fazlaydı.
Yusuf, babasının gelişinden rahatsız olmuş, sırtını dönüp odasına giderken ardından da dış kapıyı geri itelemişti.
Metin Beyin başından kaynar sular dökülmüş gibiydi. Yüzüne çarpılmış kapı tam kapanmamış, aralık kalmıştı.
Dizlerinin üzerine çökerek getirdiklerini valizinden çıkarıyor, kapı aralığından içeriye diziyordu. Kalan son parçayı uzatırken Yusuf odasından çıkmış, hayli şaşkındı. Yüksek perdeden bir tonla;
--- Kapıyı kim açtı... Kapıyı kim açtı?
Yoksa sende bu evin anahtarı mı var?
--- Yok oğlum... Bende evinin anahtarı yok... endişe etme!
Kapın kapanmamıştı. Aralıktan getirdiklerimi uzattım. Sen git, uyumana devam et.
Metin Bey koridordan dış kapıya doğru ilerlerken Yusuf de kapısını kapatmıştı. "Dağılan uykusundan sonra yaptığı bu büyük hatayı anlar, ardımdan koşar, gelir özür diler" umudu her attığı adımda küçülmüş, binadan uzaklaştığında tamamen kaybolmuştu.
Yıkılmıştı Metin Bey.
Zihni darmadağınık, yüreği yangın yeriydi. Çocuklarında sadece sevgi değil, babalarına karşı saygı da kalmamıştı.
Her telefonundan ve ziyaretinden memnuniyet duyan, kendisine sevgi ve saygısından emin olduğu insanlar varken, çocuklarındaki bu tavır bozukluğuna anlam veremiyor... anlayamıyordu.
Affı zor bir hata etmediğinden emin olduğu gibi, bu edepsizliğin affedilmesinin zor olacağını da biliyordu Metin Bey.
Kendisini yıkan, yüreğini yakan bu olayın ilâhî imtihandan bir cüz mü, yoksa işlediği bir suçun cezasımı olduğunu çözmeye çalışıyordu.
Babasına karşı davranışlarını hatırlamaya çalıştı. Aldığı terbiye, değil ebeveyne, büyüklerine karşı bile bilerek bir edepsizlik yapmasına müsade etmezdi.
Bilmeden... Acaba bilmeden bir hata işlemiş olabilir miydi?
Hafızasını zorlayınca, kızgın bir anında babasının evden dışarı çıkarken ayakkabılarını giymesi için önüne atar gibi bıraktığı o günü hatırladı. İstem dışı olsa da, Lütfü Bey en ufak rahatsızlık belirtisi göstermese de, o görüntü o gün hafızasına kazınmıştı. Bugün kapı aralığında geçen hadise o günün cezası olabilir miydi?
Bunu bilebilmek elbette hiç mümkün olamayacaktı. Lakin, bilinen kesin bir şey vardı ki, o da, kimsenin yaptığı yanına kâr kalmıyor, bedeli illa ki ödetiliyordu.
Düşündükçe üzüntüsü daha da artmıştı Metin Beyin. Kendisini bu denli seven, düşünen, yardım için çırpınan bir babaya yapılan bu muameleden Yaradanın hoşnut olmayacağı açıktı. Cezasız kalmayacağını düşününce yüreği sızlamıştı.
"Yazık" dedi belli belirsiz... fısıldarcasına. Yazık etti kendine.
Koyduğu hedefe varmak üzere çıktığı yolda ağır yara almıştı. Bu kırık kalple menzile varmak zordu artık.
Yağışlı havaya rağmen yürümeyi tercih etmişti. Yüreğinin yorgunluğunu ayaklarına vermeye çalışır gibiydi.
Eve ulaştığında Yunus da alışverişten eve dönüyordu. Babasını görünce hemen içeriye girmedi. Poşetleri yere koyarak babasının yanına oturdu. Yüz ifadesinden üzgün olduğunu hemen anlamıştı. Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri merak etme huyu yoktu Yunus’un. Bir şey söylemesine gerek kalmadan Metin Bey;
--- Dışarıda bir şey yedin mi?
--- Hayır... Yemedim.
--- Torbaları eve bırakıp gel de şuraya oturup az konuşalım seninle.
Şurada derken tarif ettiği yer arada bir birlikte yemek yedikleri lokantaydı. Vakit akşama yaklaşırken henüz kahvaltı bile yapmamıştı Metin Bey.
Adana dürümler hazırlanırken Metin Bey Yunus’un "Bugün nasıl geçti" sorusunu cevaplayıp cevaplamamayı düşünüyordu. Yüreğindeki yarayı yalnız başına pansuman edemeyeceğinin farkındaydı aslında. Madem dertler paylaşıldığında azalırmış, o halde denemeye değerdi.
--- Bu günüm hiç iyi geçmedi Yunus.
--- Neden?
Metin Bey gün boyu yaşananları eksiksiz olarak anlatmıştı. Yunus anlatılanları sadece dinlemekle yetiniyordu. Babasının ne kadar kırgın olduğunu anlamış, üzülmüştü.
--- Bak yavrum; yerimde bir başka baba olsa çok farklı tepki verirdi muhtemelen. Zaten her baba çocuklarını benim kadar sevmez, sevemez, ilgi göstermez. Yaptığı onca arsızlığa rağmen bu zor günlerinde ayağına kadar gittim, desteğimi verdim... Sevgimi verdim. Eskiden olsa bu tavrına karşı kızardım, kırardım, bağırırdım muhtemelen. Bunlardan hiç birini yapmadım. Sabırlı ve sakindim. Fakat çok ama çok kırıldım.
Dürümler bitmiş, çaylarını yudumlarken Metin Bey Yunus’un düşüncelerini öğrenmek istemişti. Kardeşinden çok çekmiş olmasına ve küskünlüklerine rağmen hakkında olumsuz konuşmak istemiyordu Yunus. Bir süre düşündükten sonra;
--- Ben olsam o şekilde davranmazdım.
"Yanlış yapmış" düşüncesinin ithamdan imtina ederek ifade edilmiş haliydi Yunus’un cevabı. Ardından;
--- Onu da anlıyorum. "Gelmeden önce ara" demiş.
Yine de... yine de ben olsam öyle yapmazdım.
Cevabını bildiği soruya Yunus’un kardeşini suçlamaktan kaçınarak yorum yapması Metin Beyin hoşuna gitmişti.
Lokantadan ayrılırken paylaşıma rağmen Metin Beyin derdinde azalma olmamış, yarası kanamaya devam ediyordu.
Hüzünlü olduğu böyle zamanlarda sıkıntısını eşiyle paylaşan Metin Bey bu kez sessiz kalmayı tercih etmişti. Berrin Hanımın son zamanlarda hayli yüksek seyreden tansiyonu yaşanan hadiseden olumsuz etkilenebilirdi. Üstelik, bir hafta kadar sonra Yusuf’la annesinin gidecekleri tatil öncesi herhangi bir tatsızlığa sebep olmak da istemiyordu.
Berrin Hanım eşinin çehresine yayılan hüzünlü nakışlardan bir anormallik olduğunu sezinlemiş, çok geçmeden Yusuf’tan sebebini de öğrenmişti. Ailede bozulan huzurun yeniden sağlanması için Metin Beyin ne kadar çabaladığını bildiğinden, yaşanan hadiseyi duyduğunda içi sızlamıştı.
Bu edepsizliğin affedilecek yanı yoktu. Babasının gönlünü alabilmesi için Yusuf’a yaptığı nasihatların hiç faydası olmamıştı. Zamanla yaraların kabuk bağlamasını beklemekten başka çare görünmüyordu.
Yüreğinde açılan yaraya rağmen Metin Bey pes etmemişti.
Sırada ailenin büyük delikanlısı Ahmet vardı. Sabah giysi alırken nargile takımının dolabından alındığını farketmişti. Berrin Hanım umutlu olsa da, Metin Bey bir an önce önlem alınmazsa oğlunun sağlığını kaybedeceğine inanıyordu. Nikotin bağımlılığı bir yana, her gün küçücük bir odada bilgisayarın başında on beş saat oturarak geçirmesi tahammül edilecek gibi değildi artık. Bir baba olarak bu gidişata müsade edemezdi... Etmemeliydi.
Oğlunu bu durumdan kurtarmak ve kazanmak için uygulayacağı yöntemin, yanlış olması durumunda durumu daha da kötüleştirebileceğinin farkındaydı. Konuşmalıydı ama nasıl? Konuşurken kullanılabilecek yanlış bir kelime, sarfedilecek yanlış bir cümle yirmi yedi yaşındaki bir gencin evden uzaklaşmasına, hayatının daha da kararmasına sebep olabilirdi. Sabırla en uygun zamanı tesbit etmeye çalışıyordu.
Yunus’un sanat okulundan gelmesine yakın, Metin Bey de günlük yürüyüşünden dönmüş, eve yaklaşmıştı. Eve girmek yerine bu kez yol üzerindeki banka oturup Yunus’u beklemeyi tercih etmişti.
Fazla beklemesine gerek yoktu. Kurulu saat gibi, Yunus her günkü vaktinde metrodan çıkmış, babasının yanına vardığında selamdan sonra yanına oturmuştu. Babasının düşünceli hâlinden bir sıkıntısı olduğunu anlamıştı. Sormasına gerek kalmadan Metin Bey sebebini anlatmaya başlamıştı;
--- Oğlum, Ahmet abini bu hastalıktan kurtarmamız gerek. Hastanede çalıştığın için sürekli hastalarla temas halindesin. Dolayısıyla sağlığın önemini ve değerini çok iyi biliyorsun. Düşündüm de; abinle konuşsan diyorum. Aranızda fazla yaş farkı olmadığından, birbirinizi daha iyi anlarsınız. Gördüklerini, bildiklerini abinle paylaşsan belki bir faydası olur. Ne dersin?
--- Sen neden konuşmuyorsun?
--- Ben konuşsam daha mı iyi olur sence?
--- Evet... Olabilir.
--- Ama, ben konuştuktan sonra oyun oynama sürelerine müdahele etmem gerekir. Söylediklerimi dikkate almasını beklerim.
Yunus, babasının böyle bir beklenti içinde hareket edeceğini hesaba katmamıştı. Kısa süren bir sesssizlikten sonraki sözleri fikrini değiştirdiğini gösteriyordu;
--- En iyisi sen şimdilik konuşma. Ahmet’in oyunlardan hemen vazgeçmesi imkansız. Süre kısıtlamasına da hazır olduğunu sanmıyorum.
--- Peki oğlum. Madem böyle düşünüyorsun, biraz daha sabredelim. Lakin senden ricam; fırsat buldukça ona vakit ayır. Birlikte dışarıya çıkın. Spor yapın, gezin. Arkadaşlarınla tanıştır. Lokantaya gidin. Bol bol sohbet edin. Eve kapanmasını önlemek için elinden ne geliyorsa yap. Belki bir faydası olur. Ne dersin?
--- Olur.
Yunus, ilkokul yıllarında oyun yüzünden babasıyla az mücadele etmemişti. Abisi kadar vahim olmamakla birlikte, bağımlılığın nelere malolacağını yaşayarak öğrenmişti. Babasının endişesini anlıyor, abisinin durumuna o da üzülüyordu. Üzerine aldığı sorumluluğun farkındaydı.
Banktan kalktıklarında Metin Bey az da olsa umutlanmıştı.
...
Yusuf’un henüz evden ayrılmadan annesi ile birlikte tatil yapabilmek için aldığı biletlerin günü gelmişti. Geçen zaman içinde yaşanan onca sıkıntıdan sonra bir aylık bir tatil ana-oğul ikisine de iyi gelecekti şüphesiz.
Berrin Hanım Yusuf’la havaalanına giderken rahat, huzurlu ve çok sevinçliydi. Mutluydu, zira çocuklarını merak etmesine, endişeye gerek yoktu. Metin Beyin yokluğunu aratmayacağından son derece emindi. İlk durak İstanbul olmakla birlikte, on gün sonrası için Antalya’da ve daha sonra da Alanya’da otel rezervasyonları önceden yapılmış, teyiti alınmıştı.
Berrin Hanım Yusuf’la tatile gideli bir hafta olmuş, Metin Bey de tüm eksik işleri bitirmiş, evrakları düzenliyordu. Bu arada bilgisayarda kayıtlı özel arşivinde gezinirken aniden gözleri dolmuştu. Kimsenin olmadığı odada ağzından dökülen bir kaç cümle yanan bir yüreğin feryadı gibiydi;
"Ah anacığım... Affet beni ne olur."
Dilinden dökülen sızının sebebi önüne çıkan bir vedeonun görüntüleriydi.
Ankara’daki huzurevine ait videoda Zülbiye Hanım pardesüsüyle oturduğu yatağından başını sağa çevirmiş, açık pencereden hüzünle ufka bakıyordu.
Kim bilir kaç kez böyle uzun uzun uzaklarda bir umut aramış, hüzünle başı eğilmişti... Kim bilir.
Ayak sesini işitir işitmez kapıya bakmış, oğlunun geldiğini görünce sevinçle ayağa kalkmıştı. Yüreğindeki onca yüke rağmen Metin Beyin; "Anacığım, nasılsın?" sorusuna tebessümle karşılık verirken; "Şükür yavrum... İyiyim" demeyi, şükretmeyi yine ihmal etmemişti.
Rast geldiği bu video içini acıtmış, Metin Beyin kabuk bağlayan yarasını yeniden kanatmıştı.
"Ben ne kadar aciz bir insanmışım...
Neden seni daha önce oradan almadım... Alamadım!
Aaah anacığım... Affet beni ne olur..."
dedi belli belirsiz.
Çalan telefon Metin Beyi faydası olmayan düşüncelerden kurtarmıştı. Arayan eşi Berrin Hanımdı. Görüşmede pandemiden kaynaklanan kısıtlamalara rağmen tatilin güzel geçtiğini söylüyordu...
...
Yine, geç vakitlere kadar izlenen haberlerin ardından uyumaya giderken Yunus’un açık kapısı Metin Beyin dikkatini çekmişti. Uykuda olması gereken saatte Yunus odasında değildi.
Küçük odaya yöneldiğinde durum anlaşılmıştı. Kahkaha sesleri ve konuşmalar, ağabeyini bağımlılıktan kurtarmada yardımı umulan Yunus’un, abisinin çekim alanına girdiğini gösteriyordu. Hayalkırıklığı Metin Beyin içini sızlatmış, yüzüne yansımıştı.
Odasına giderken, Yunus’tan yardım beklemenin anlamsız olduğunu düşünüyordu. Böyle bir sorumluluğun üstesinden gelemeyeceği anlaşılmıştı.
Ahmet’le konuşmalıydı. Hem de hiç vakit geçirmeden...
Metin Bey, annelerinin yokluğunu hissettirmemek için ne gerekiyorsa yapıyordu. Titiz ve becerikli olduğundan, özel bir gayret göstermesine de gerek yoktu aslında.
Berrin Hanımın tatilden döneceği gün de yine bir kaç çeşit yemek hazırlamış, her taraf derli toplu, tertemizdi. Geldiklerinde hemen çalışmak zorunda kalmasını istemiyordu.
Akşam geç vakitlerde eve girdiğinde gördüğü manzara Berrin Hanımı hiç şaşırtmasa da çok sevindirmişti. Ev derli toplu, tertemiz, çeşit çeşit de yemek hazırlanmıştı. Mutfak da pırıl pırıldı.
Birlikte yenen yemeğin ardından balkonda devam eden sohbette söz Ahmet’in nargilesine gelmişti. Konunun aciliyeti ve önemi uygun zamanı beklemeye müsait değildi Metin Bey için. Ses tonu ve seçtiği cümlelere dikkatinden sohbeti tartışmaya çevirmemeye özen gösterdiği anlaşılıyordu;
--- Nargile takımı dolabımdan alınmış.
--- Biliyorum... İsteyince ben verdim. Torbanın içinde durunca küflenebilecek malzeme varmış. Ayrıca suyunun değiştirilip temizlenmesi gerekiyormuş.
--- Bak Berrin! Biliyorsun, israfa çok karşıyım. En ufak bir şey atılsa üzülürüm. Lakin yapılması gereken temizlik değil, bu malzemenin nargileyle beraber çöpe atılmasıydı. Bırak en ufak bir raharsızlık duymak, bilakis, mutlu olurudum.
Sabahlara kadar oyunlar, yanlış beslenme, hareketsizlik... Çocuklar bu hayat tarzıyla hastalığa davetiye çıkarıyorlar, farkında değiller. Senin de durumun ciddiyetini tam olarak algılamadığını düşünüyorum. Sağlık durumunu, özellikle de tansiyonunu dikkate alarak müdahele edemeyişimi herkes müsamaha olarak algılıyor maalesef. Uçuruma doğru süratle koştuklarını görüyorum. Bu şekilde devam ederse, korkarım ki çok geçmeden ailece büyük bedel ödemek zorunda kalacağız.
Berrin Hanım konunun tartışma potansiyeli taşıdığının farkındaydı. Üstelik eşinin son derece haklı olduğu bir meselede cevap vermemek en iyi seçenekti. Haklısın demekle yetindi.
Tansiyon ölçümlerindeki değerler tatilin Berrin Hanıma iyi geldiğini gösteriyordu. Yapılması gereken, stresten ve üzüntüden olabildiğince uzak durmaktı. Çocukların huysuzluğu ve Pakize Hanımın alzheimer hastalığı imtihanı zorlaştırsa da, gayret edilirse başarabileceklerine inanıyordu Metin Bey. O nedenle hiç olmadığı kadar dikkatli ve gayretliydi.
Berrin Hanım da annesine eşi gibi düşkün ve duyguluydu. Tatil dönüşü tek düşüncesi bir an önce annesini ziyaret edip, hasret gidermekti.
Sabahı zor etmişti Berrin Hanım. Acele ile yapılan bir kahvaltının ardından hastaneye gitmek için hazırlanırken, Metin Bey de hemen mutfağa dalıp, dilimlediği bir elmayla bir çikolatayı götürecekleri poşetin içine yerleştirmişti. Metin Bey, eşini ve Yunus’u huzurevine uğurlarken yaz artığı güneşli güzel bu gün Ahmet’le konuşmak için de uygun görünüyordu. Gece boyunca bilgisayarda araştırma yaparak, oyun bağımlılığı konusunda sayfalarca bilgi toplamış, sorunun önemi, sebepleri ve çözüm yolları hususunda fikir sahibi olmuştu. Sabırla ve zamanla netice alacağını umuyordu.
Ahmet, her günkü gibi öğlene doğru kalkmış, bilgisayarın karşısında yerini almış, yine kahvaltı yapmamıştı. Zaten iştahı da yoktu. İstisnası "Fast Food" türünden zararlı yiyecekler ve hazır gıdalardı. Metin Bey istemeyerek de olsa yakındaki bir dükkâna uğrayarak iki Cheeseburger ve iki Cola siparişi verdi. Sohbetin amaca ulaşması için bir yöntem tasarlarken gelen telefon tüm planlarını bozmuştu. Arayan Berrin Hanımdı. Telaşlı ve ağlamaklıydı;
--- Metin... Annemi Corona’dan dolayı hastaneye kaldırmışlar.
Yoğun bakımdaymış. Ben de Yunus’la oraya gidiyorum.
--- Hangi hastaneye götürmüşler?
--- Spandau’daki Lynar Krankenhaus’a
--- Telaş etme... İnşallah önemli bir şey yoktur. Gelişmelerden beni haberdar et!
--- Tamam... Dua et.
Sesi titriyordu Berrin Hanımın. Ardından Ahmet’i de arayıp, durumdan haberdar etmişti.
Metin Bey eve girdiğinde, gelen sipariş masanın bir ucuna bırakılmış, Ahmet hastaneye gitmek için hazırlanıyordu. Oysa bu ortamda hastaneye gitmek sakıncalıydı. Zaten içeri dahi almıyor, görüştürmüyorlardı.
Bu şartlar altında fazla düşünmeye gerek yoktu. Metin Bey açık kapıdan içeri girdiğinde Ahmet çok şaşırmış ve sevinmişti. Babasının aylardır yüzüne bakmayışına üzülüyor, sebebini bildiği halde oyunlara da son veremiyordu. Kısa süren o sessizlikte Ahmet, bu ani gelişin nasıl bir sonucu olacağını merak ediyordu. Büyük ihtimalle yine bağıracak, kızacak ve kıracaktı.
Yanıldığını anlaması için fazla beklemesine gerek kalmamıştı. Metin Bey hoş zamanlardaki yumuşak ses tonuyla;
--- Nereye gideceksin?
--- Hastaneye...
Az önce annem aradı. Anneannemi ambülansla acile kaldırmışlar.
--- Bu ortamda kimseyi hastaneye almazlar.
Muhtemelen annen dahi göremeyecek. Gitmenin faydası yok. Hem henüz bir şey yemedin. Otur da soğumadan şu gelenleri yiyelim.
--- Bunları sen mi sipariş verdin?
--- Evet... Severek yiyeceğini düşündüm.
Ahmet şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibiydi.
Annesinden gelen haberin şokuyla kuryeye siparişi kimin verdiğini sormayı unutmuş, babası olabileceği hiç aklına gelmemişti. Gelen üzücü haberin gölgesinde yenen cheesburgerleri tatlandıran sohbetin kıvamıydı. Şu an için konuşulması gereksiz tek konu oyunlardı. Metin Bey bunun farkındaydı.
Yemeğin ardından, arkadaşının taşınmasına yardım için Ahmet evden ayrıldıktan on dakika kadar sonra Berrin Hanım da Yunus’la geri dönmüştü. Metin Bey tahmininde yanılmamıştı. Çocukların hepsi hastaneye koşmuş, lakin anneleriyle görüşme imkânı bulamamıştı. Hastaneye giriş de, görüşmede imkânsızdı. Doktorlar "her an her şeye hazırlıklı olun" derken, Pakize Hanımın sabaha çıkma ihtimalinin dahi çok düşük olduğunu belirtmişlerdi.
Akşama doğru eve döndüğünde üzüntüden bitkin ve perişan bir haldeydi. Hastaneye alınmadıkları için de hayli üşümüştü. Metin Beyin ısrarları üzerine yaptığı ölçümde tansiyonu yine normal değerlerin çok üzerinde çıkmıştı.
Zoraki içtiği bir tas çorbanın ardından ilaç alıp istirahata çekildi.
Kâbus dolu huzursuz bir gecenin sabahında daha tan yeri ağarmadan hastaneyi aramıştı. Görüştüğü nöbetçi doktor Pakize Hanımın durumunun stabil olduğunu söylediğinde az da olsa rahatlamıştı. Lakin hâlâ yoğun bakımdaydı. Mevzuata göre; Pakize Hanımla temas edenler iki hafta karantinada kalmak zorunda olduklarından, Berrin Hanım ve kardeşi Zerrin Hanıma annelerini görüş izni verilmiyordu.
Rica ve ısrarlar neticesinde aileden sadece Berrin Hanımın ağabeyi Behzat Beyin ziyaretine onay verilmişti.
Behzat Bey kardeşinin verdiği haber üzerine iş yerinden izin alarak hiç vakit geçirmeden yola koyuldu. Öncelikle Corona testi yaptırması gerekiyordu. Gerekli belgeyi alıp hastaneye vardığında akşam üzeriydi. İzne rağmen hastane kapısında çıkan sorun da Berrin Hanımın yetkililerle görüşmesi sonucu aşılmış, ağabeyi içeri alınmıştı.
Bir saat kadar sonra gözyaşları içinde hastaneden ayrılan Kenan Beyin ilk işi kardeşi Berrin Hanımı aramak olmuştu;
--- Merhaba Berrin.
--- Merhaba Abi. Annemi görebildin mi... nasıl?
--- Evet, uzaktan da olsa görebildim.
Etrafı gözetim ekipmanı ile donatılmış ve durumu sürekli takip edilyordu. Kısa süreliğine solunum cihazından çıkmış olmasına rağmen, hortumlar, kablolar ve cihazlar arasında, baş kısmı biraz yüksekte yatık vaziyetteydi. Yüzü kapıya dönük olduğundan iki metre ötede cam kapının ardından beni gördü, tanıdı. Hafızası yerindeydi.
Sonda ve hortumlar arasında kalmış kollarını iki yana açarak "Bunlar neden, ne için bu haldeyim?" der gibi işaret etti. Nerede ve ne için bulunduğunu bilemez bir hâlde olduğu belliydi. Bakışlarından acı çektiği, yüreğinin yandığı anlaşılıyordu.
Ne sesimi duyurabildim, ne de sakinleştirebildim. Bu arada midesine uzanan hortumu çekip çıkardı. Doktor ve hemşireler müdahele etmek zorunda kaldılar.
Daha fazla konuşacak durumda değildi. Telefon kapandığında Berrin Hanım da üzgün şekilde dayandığı koltuğa çökmüştü...
...
Ablaları Mine Hanımın da Coronaya yakalanmasıyla durum hayli dramatik bir hâl almıştı. Annesini perişan halde görmeye dayanamayan Mine Hanımın, izin verilse dahi, bu saatten sonra artık annesini görebilmesi mümkün görünmüyordu. Sürekli kardeşini arıyor, annesi ile ilgili gelişmeleri hasta yatağından takip ediyordu.
Başlangıçta yaşama şansı verilmeyen Pakize Hanımın bir hafta kadar sonra solunum cihazından tamamen çıkarılması umutları yeşertmişti. Artık ağızdan beslenebiliyordu.
Yoğun Bakım ünitesinden çıkış haberi beklenirken, daha iki gün geçmeden, öğleye doğru Berrin Hanımı arayan Doktor endişeleri yeniden büyütmüş, umutları karartmıştı;
--- Merhaba Berrin Hanım.
Ben Lynar Hastanesinden Becker.
--- Merhaba Bayan Becker... Buyrun.
--- Anneniz... Annenizin durumu kötüleşti.
Görmek isterseniz... gelebilirsiniz.
Doktor hanımın ses tonundan üzgün öldüğü hissediliyordu. Telefonu kapatmadan önce;
"Test yaptırmayı da unutmayın lütfen"
ikaz etmeyi de gerekli görmüştü.
Berrin Hanım o an düşünmese de, yanında konuşmaya tanık olan Metin Bey bu ani iznin ne anlama geldiğini anlamıştı.
Acele ile hazırlanırken Metin Bey eşine Esin Hanımı aramasını önerdi.
Esin Hanım Berrin Hanımın çocukluk arkadaşı, can dostuydu. Metin Bey, teselliye ihtiyaç duyacağı en zor zamanında Esin Hanımın da eşinin yanında bulunmasının faydası olacağını düşünmüştü.
Durumun ciddiyetini hisseden Esin Hanım, telefonu kapatır kapatmaz yola koyulmuştu. Lakin, on dakika kadar sonra gelen telefonla, trafiğin olağanüstü yoğun olduğunu, kısa sürede gelemeyeceğini öğrenmişlerdi.
Beklemeleri zaman kaybetmelerine sebep olacaktı. Esin Hanımın ikazını da dikkate alarak metro ile gitmeye karar verdiler.
Tüm gayretlerine rağmen, Berrin Hanımın gerekli görülen testi yaptırması ve sonucun alınması zaman kaybına sebep olmuş, vakit hayli ilerlemişti. Hastaneye yirmi dakikalık mesafe kala Berrin Hanıma gelen telefon sesi az sonra kopacak fırtınanın habercisiydi sanki.
Arayan doktordu. Söylenenleri işitmese de, Metin Bey eşinin hıçkırıklarından ve yanağından süzülen yaşlardan aldığı haberin mahiyetini anlamıştı. An, annesine düşkün bir evlat için en zor andı.
Pakize Hanımın yüreği acılara daha fazla dayanamamış, çocuklarıyla son bir kez görüşemeden... konuşamadan... vedalaşamadan yaşam mücadelesini kaybetmişti.
O kadar acele etmelerine rağmen vaktinde yetişememenin, son anlarında annesinin yanında bulunamayışının ızdırabı büyük... çok büyüktü.
Eşinin elini tutması, Berrin Hanımın acısını dindirecek gibi değildi. Karşı koltukta oturan Alman yolcular olağanüstü birşeylerin olduğunu farketmiş, sormaya cesaret edemiyorlardı.
Berrin Hanımın ağlamaktan kısa sürede kan çanağına dönen gözleri durakta araca binen yaşlıca bir Türk kadınının dikkatini çekmişti. Tereddüt dahi etmeden hafifçe öne eğilerek;
--- Ne oldu kızım, neden ağlıyorsun?
--- Annem... Annemi kaybettim.
--- Başınız sağ olsun... Allah rahmet eylesin.
Geriye yaslanırken ölümü özümsemiş bir edayla devam etti;
--- Her gelen gidici yavrum.
Hepimiz o yolun yolcusuyuz. Allah iman Kur’an’dan ayırmasın.
Dilinden dökülenler yürek yangınını söndüremese de acıyı az da olsa dindirir nitelikteydi. İki durak sonra inerken de yeniden;
"Allah rahmet eylesin... Mekânı cennet olsun" demiş, "Allah sabır versin kızım"
diye de eklemişti.
Diğer çocukların da son bir kez annelerini görebilmeleri için, vefat olayının vakit geçirmeden haber verilmesi gerekiyordu. Berrin Hanım telefonunu çıkararak gözyaşları içinde Metin Beye uzattı;
--- Zerrin’i ara... ben konuşamayacağım.
Telefonun diğer ucundan Zerrin Hanımın sesi duyulduğunda Metin Beyin de dudakları titriyor, konuşamıyordu.
--- Abla... Ablacığım...
Kısa bir sessizlikten sonra Metin Bey sadece iki - üç kısa cümle kurabilmişti.
--- Benim Zerrin.
Başınız sağ olsun. Anneyi kaybettik.
Yetişemedik maalesef. Az sonra hastanede oluruz. Müsait olunca ablan seni arayacak.
Maskelerini takıp hastaneye girdiklerinde görevlinin ilk sorusu aktüel test belgesinin olup olmadığıydı. Berrin Hanım istenen belgeyi eşinin aşı kâğıdıyla birlikte uzatırken geliş sebebini de kısaca belirtti. Doktorla yaptığı görüşmeden sonra görevli memur kapıyı açarken, gitmeleri gereken istasyonu da tarif etmişti.
Metin Beyler, son zamanlarda adını sık sık duydukları yoğun bakım bölümüne ilk kez giriyorlardı. Tarif edildiği gibi, dar bir koridordan ilerleyerek asansörle birinci kata çıktılar. Burası "İntensivstation" denen yoğun bakım altındaki hastaların bulunduğu kattı. Sağlı sollu tek kişilik yoğun bakım odalarında hastalar yakın gözetim altında ve akciğerdeki enfeksiyon sebebiyle solunum cihazlarına bağlı haldeydiler. Doktorlar ve hemşireler hastalarla bire bir ilgileniyordu.
Sessizliğin hakim olduğu katta dar bir koridorun sonundaki salonda doktor ve hemşireler görev başındaydı. Telefonla görüştüğü doktor hanım Berrin Hanıma doğru yaklaşırken oldukça üzgün görünüyordu. Her gün artan ölüm vakalarına rağmen duyguları dumura uğramamış, sevdiklerini kaybedenlerin hislerini samimiyetle paylaşabiliyorlardı. Şefkatle omuzunu okşarken, yumuşak bir ses tonuyla da Berrin Hanıma iki adım ötedeki odayı işaret etti;
--- Arzu ederseniz annenizi görebilirsiniz.
Doktor Hanım sessizce görevinin başına dönerken, Berrin Hanım da eşiyle odaya doğru yaklaşmıştı. Cam kapının az ötesinde dokuz-on metrekarelik bir odada Pakize Hanım yatağında sırtüstü yatıyordu. Uyur gibiydi adeta.
Berrin Hanımın bakışları annesine odaklanmış, metanetini olabildiğince muhafaza etmeye çalışsa da, yüreğini yakan acının kordan damlalarının yanağından süzülmesine engel olamıyordu.
Bu acının içinde son anlarında yanında olamayışının hüznü de vardı... veda edemeyişinin elemi de. Dilinden dökülenler hep aynı kelimeler, aynı cümlelerdi;
--- Annemmm... Anneciğim...
Affet beni ne olursun... Yetişemedim...
Bıraksalar bulunduğu yerden hiç ayrılmayacak gibiydi. Oysa aynı anda fazla kişinin yoğun bakım bölümünde yığılmasına müsade edilmiyor, az sonra gelecek olan ağabeyinin de annesini son kez görebilmesi ayrılmalarını gerektiriyordu.
Etrafına bakındı. Sekreter konuşmaya müsait görünüyordu. Usulca yanına yaklaştı;
--- Doktorla görüşebilir miyim?
--- Tabi. Hemen haber vereyim.
Çok geçmeden doktor hanım yine gelmişti;
--- Buyrun, nasıl yardımcı olabilirim?
--- Annem vefat ederken çok acı çekti mi acaba?
--- Hayır... Son nefesini verirken yanındaydım. Ağrı kesici verdiğimiz için vefat ederken uyuyordu zaten. Dün geceden itibaren nefes alış verişi yavaşlamaya başlamıştı. Nihayet siz gelmeden az önce sessizce aramızdan ayrıldı.
--- Az sonra kardeşlerim de gelecek. Onlar da annemi görebilirler mi?
--- Anneniz iki saat kadar daha odasında kalacak. Daha sonra...
Doktor Hanım yarım kalan cümlesini iki yana açılan kolları ve yere düşen bakışlarıyla tamamlamıştı.
Sonrasını anlatmaya gerek yoktu ki. Morga kaldırılacak, rutin işlemlerin tamamlanmasından sonra defin işlemleri için yetkili bir kişiye teslim edilecekti.
Bu ortamda her hastanede bu doktor kadar anlayışlı birini bulmak kolay değildi. Pakize Hanım odasından alınana kadar gelen yakınları arzu ederlerse son bir kez görebileceklerdi. Teselli namına küçük de olsa böyle bir jest, kendilerinden esirgenmeyen bu imkân takdiri hak eden bir davranıştı.
--- Annemi son bir kez görebilmemize müsadeniz ve ilginiz için çok teşekkür ederim Bayan Becker.
--- Rica ederim.
--- İyi günler.
--- Size de.
İki adım attıktan sonra yine geriye döndü Berrin Hanım. Salonu aydınlatan ışıklar görüşü zorlaştırıyordu. İki elini kapının camına yapıştırıp arasından bir süre daha annesine baktı... baktı. Titreyen dudaklarından dökülen dualar, açılan avuçlarına Rahmandan rahmet dilerken, hasret daha şimdiden anbean büyümeye başlamıştı.
Alt kata indiklerinde hıçkırık ve gözyaşı yerini derin bir sükûnete bırakmıştı. Metin Beyin telkinleriyle lavaboya giden Berrin Hanım yüzünü yıkayarak geri döndüğünde, çehresinde acının, gözlerinde kızarıklığın izleri duruyordu.
Hastaneye yakın mesafede ikâmet eden Zerrin Hanım da annesini son kez görebilmek için eşi Vedat Beyin eve gelmesini bekliyordu. Defin ile ilgili konuşulması ve halledilmesi gereken işler olduğunu hatırlatarak, tüm kardeşlerin evinde biraraya gelmesi teklifini Berrin Hanım da uygun görmüştü.
İki duraklık mesafedeki kardeşine yürüyerek gitmeyi tercih etmeleri Berrin Hanıma iyi gelmiş, az da olsa rahatlamıştı.
Zerrin Hanım kapıyı açar açmaz, hüzünle açılan kollar birbirine kenetlenmiş, omuzlar gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Uzun süren sessizliği bozan tek cümle Metin Beyin selamı olmuştu. Evin tek delikanlısı Deniz anneannesini kaybetmenin üzüntüsüyle kanepenin ucuna ilişmiş, oturuyordu.
Kaybedecek fazla vakit yoktu.
Zerrin Hanım eşi Vedat Beyle hastaneye giderken, ağabeyleri Kenan Bey de her an varmak üzereydi.
Metin Bey eda ettiği akşam namazının ardından biraz da Kur’an okuyup, ayrılmak için ayaklandığında Berrin Hanım şaşırmıştı;
--- Nereye gidiyorsun?
--- Eve.
--- Beklesen de sonra birlikte gitsek?
--- Siz kendi aranızda konuşup, karar verirsiniz. Kalmama gerek yok. Döneceğin zaman Ahmet gelir seni alır.
Metin Bey, ziyaret sonrasında küçük bir dairede toplanacak kalabalığın içinde olmak istemiyordu. Her gün Coronadan binlerce ölüme rağmen, tehditin ciddiyetini hâlâ kavrayamayan insanlar vardı. Oysa, özellikle dar mekanlarda biraraya gelenler bunun bedelini çoğu kez canlarıyla ödüyordu. Eşinin bu acısı arasında bu tür konulara girmenin anlamı yoktu. Faydası da olmayacaktı muhtemelen. Sebep belirtmeden ayrılmak en uygun hareket tarzı olacaktı.
Gece geç vakitte Berrin Hanımı can dostum dediği Esin Hanım getirmişti. Metin Bey tahmininde yanılmamıştı. Kardeşlerin haricinde yakın dostları da eve akın etmiş, konuşmaların ardından Kur’an okunmuş... dualar edilmişti.
Üç gün sonra cenaze morgdan alınmış, yıkanıp kefenlendikten sonra Şehitlik Camiine getirilmişti.
Bu Cami; mülkiyeti Türkiye hazinesine tescilli, klasik Osmanlı-Türk Mimarisi tarzında bir eserdi. Vatanına geri dönme hayali yarım kalan gurbetçilerin son durağıydı. Yan yana dizilmiş musalla taşları üzerindeki dört naaş, bu son yolculukta Pakize Hanımın yalnız olmadığını gösteriyordu.
Kılınan namazın ardından tabutlar omuzlanırken, Pakize Hanım da, birkaç saat sonra hareket edecek uçağın kargo kısmına nakledilmek üzere araca taşınmıştı.
Behzat Beyin yanı sıra kız kardeşi Zerrin Hanım ve eşi de aynı uçakla Türkiye’ye gitmeye karar vermişlerdi. Çok arzu etmesine rağmen, pandemi ortamı ve yüksek tansiyon sebebiyle Metin Bey eşinin Türkiye’ye gitmesini arzu etmiyordu. Eşini ikna etmesi hiç de kolay olmamıştı.
...
On yedi sene bakımını yapmış olmasına rağmen, annesine gerektiği gibi hizmet edemediği düşüncesiyle pişmanlık yaşayan eşinin bitip tükenmek bilmeyen keşkeleri annesini hatırlayan Metin Beyi derin düşüncelere salmıştı. Halledilmeyi bekleyen işler, çözümü bekleyen sorunlar olsa da bir süreliğine ertelenebilirdi... Ertelenmeliydi. Anne kaybının acısını yaşayan eşinin, annesini tekrar görme arzusunu anlayışla karşılyacağına inanıyordu.
Düşüncesini paylaştığında Berrin Hanım en ufak bir itirazda ya da sitemde bulunmamıştı...
Son ölçümler de Berrin Hanımın tansiyonunda az da olsa düzelme olduğunu gösteriyordu. Bunda Metin Beyin eşinin ilaçlarını düzenli almasında gösterdiği itinanın da rolü vardı muhtemelen. Sonbahar gelip havalar soğumadan gitmenin tam zamanıydı...
...
Berrin Hanım akşam eve döndüğünde oldukça neşesiz görünüyordu. Metin Bey eşini tanıdığından, holdeki masanın yanındaki sandalyeye çöküşünden bunun iş yorgunluğundan kaynaklanmadığını hissetmişti. Karşısındaki sandalyenin kenarına iğreti şekilde oturdu. Bakışlardaki sorunun cevabı çok geçmeden belli olmuştu;
--- Yusuf’u hastaneye yatırmışlar.
Metin Bey hayretler içindeydi. Aniden hastaneye yatmayı gerektirecek ne olabilirdi ki?
Sayısız sorunun cevap beklediğiği o kısa süreli sessizliği yine Berrin Hanımın sesi bozdu;
--- İki haftadır ishali vardı. Üstelik her defasında kanlı. Ev doktoru hastaneye yönlendirmiş. Bugün kolonoskopi ve diğer tetkikler tamamlanmış. Ülseraktif kolit denen bir bağırsak rahatsızlığı tesbit edilmiş. Hemen hastaneye yatırmışlar.
Berrin Hanımın ses tonunda mahcubiyet, Metin Beyin bakışlarında kızgınlık ve haklı çıkmanın üzüntüsü vardı. Kim bilir kaç kez, "Bu hayat tarzı hastalığa davetiye çıkarmaktır. Madem müdahele etmemi istemiyorsun, gereğini sen yap ve konuş bunlarla. Uçuruma doğru koşuyorlar... haberin olsun..." dediği günleri anımsadı.
--- Az sonra giysi ve gerekli birkaç parça eşyasını götüreceğim.
Günler ilerledikçe durum daha da vahim bir hal almaya başlamıştı. En ufak bir düzelme olmadığı gibi, kanlı ishal ve kilo kaybı hâlâ devam etmekteydi. Üstelik, gıda alımında gerekli hassasiyet de gösterilmiyordu. Bu arada eski ve sert yastık evden götürülen yastıkla değiştirilmiş, hergün özel dükkânlardan tedarik edilen organik ve uygun gıdalar ve özel hazırlanıp termoslarla taşınan yemeklerle hastanenin eksikleri kapatılmaya çalışılıyordu.
Bir Pazar günü Yusuf’tan gelen telefon bardağı taşıran son damla olmuştu. Hemşireler verebilecekleri gazsız içecek kalmadığını belirtince iş yine başa düşmüş, Metin Bey açık bir market bularak aldığı suları süratle hastaneye yetiştirmişti.
Zamanla doktorlara ve hemşirelere en ufak bir güven kalmamıştı. Yönetime yapılan yazılı şikâyetler, değişik mercilere müracaatlar da sonuç vermeyince, faydası olur ümidiyle, tüm gayretler Yusuf’un bulunduğu hastaneden başka bir hastaneye nakline odaklanmıştı.
Bu arada, yardımı olabileceği düşünülen kim varsa haberdar ediliyordu. Bunlardan biri de Metin Beyin Türkiye’den tanıdığı Tamamlayıcı Tıp Uzmanı dostu Erbil Beydi. Eşi Berrin Hanımın da ısrarıyla aradıklarında aldıkları cevap, Metin Beyin kabuk bağlayan yarasını kanatır cinstendi;
--- Değerli Abim... Üstadım. Geleneksel Tıp insana bütüncül olarak bakar. Vücutta her organın temsil ettiği bir kişi vardır. Bilinçaltı, anne karnına düştükten itibaren ölünceye kadar doğru yanlış bilgiyi bilmeden kaydeder. Vücutta mide annedir mesela. Bağırsak babadır! Bağırsakla ilgili problemlerde babayla olan boyuta bakmak lâzım. Yani biz rahatsızlıklara hep bu pencereden bakarak değerlendirmeye çalışırız. İnşallah Rabbim Şâfî ismi hakkı için acil şifâlar verir bu kardeşimize. İnşallah Rabbim Şâfî ismi ile elimizde tecelli eder de yüreğine dokunur, duasını alırız.
Yusuf’un suratına kapıyı kapadığı günü hatırlamıştı Metin Bey. Yaşananlardan haberi olmayan bir kişinin binlerce kilometre öteden söylediği cümleler içini acıtmıştı.
Bir an için eşi ile gözgöze geldi. Telefonda söylenenleri işiten Berrin Hanım da bu isabetli teşhisten dolayı şaşkın bir o kadar da üzgündü. Ağzından dökülen ilk cümle sebebi farklı yerde gördüğünü gösteriyordu;
--- Anlatılanlara göre suçlu senmişsin demek!
Yusuf sağlık problemleriyle uğraşırken Berrin Hanımla bu musibete sebep hadise üzerine derinlemesine konuşmanın anlamı yoktu. Hem, zaten acil yapılması gereken daha bir sürü iş vardı...
...
Hergün olduğu gibi, eşi organik gıdalardan tedarik için evden çıkarken Berrin Hanım hiç olmadığı kadar üzgün ve telaşlıydı. Son haftalarda üst üste gelen olumsuzluklardan bunalan Metin Bey, bir olağanüstülük sezmiş, kötü bir haber alma ihtimalinden dolayı eşine sebebini sormaya korkmuştu.
Hislerinde yanılmamıştı Metin Bey. Tedavi süresince verilen ilaçların, uygulanan yöntemlerin, müdahelelerin olumlu netice vermemesi üzerine, doktorlar kalın bağırsağı alma aşamasına gelmişlerdi.
Böyle bir ameliyatı Yusuf’un psikolojik olarak kaldırması çok zor olacaktı. Berrin Hanımın yüreği yanıyor, acı içinde kıvranıyordu.
Çaresizlik kötü bir şeydi. Başta yüksek tansiyon olmak üzere art arda gelen sağlık sorunları varken bu yaşananlar iyice yormuştu. Takatı tükenmiş, dayanacak gücü kalmamıştı artık...
...
Hergünkü gibi, Berrin Hanım özenle yaptığı yemekleri sefertaslarına koymuş, sırtında çantasıyla hastanenin yolunu tutmuştu. İçinde bulunduğu ruh halinden olsa gerek, gölgede otuz sekiz-otuz dokuz derecelere ulaşan sıcaklığın farkında bile değildi. Telefonla, yaklaştığı haberini alan Yusuf, açlıktan kazınan midesinin gürültüsünü dindirecek olmanın da sevinciyle alt kata inerek annesini alt katta karşılamaya hazırlanıyordu.
Berrin Hanım on dakika kadar sonra hastaneye vardığında kapıya doğru ilerlerken gözleriyle de etrafı tarıyordu. Kararlaştırdıkları gibi, yavrusu kendisini alt katta karşılayacak, birlikte hastane bahçesindeki bir banka oturacaklardı.
Oysa alt katta olmadığı gibi, odasında da yoktu Yusuf. Endişe içinde sağa sola koşuştururken indiği alt katın tuvaletinden inilti sesleri duydu. Kulak kabartınca gelen sesin oğluna ait olduğunu anlamıştı. Süratle kapıyı açtığında Yusuf dizlerinin üzerine çökmüş, midesini boşaltıyordu. Yüzü kireç gibi bembeyazdı. Bir yandan avcuna aldığı su ile Yusuf’un yüzünü yıkarken bir yandan da bağırıyordu;
--- Hemşiree... Hemşire!
Çok geçmeden gelen hemşireler hemen ilk müdahelede bulunup, odasına götürürlerken Yusuf da kendisine gelmiş, nisbeten rahatlamış görünüyordu.
Kısa sürede elli üç kiloya kadar düşen oğlunun çehresine bakarken içi sızlıyordu Berrin Hanımın. Sırtında kaburgaları sayılıyordu artık. Acısını oğluna hissettirmemek için bakışlarını kaçırmaya çalışıyor, gözyaşlarını tenha köşelere saklıyordu.
Yusuf’un bu halde yemek yiyemeyeceği anlaşılmıştı. Serumla gıda takviyesi yapılmış, halsizliğin de etkisiyle gözleri kapanmıştı. Alnına öpücük kondurup yanından ayrılırken Berrin Hanımın yanağından gözyaşları süzülüyordu.
Sağlık durumu ile ilgili son durumu öğrenmek için koridorda odasına doğru ilerlerken, doktor da kapıda belirmişti. Berrin Hanım daha söze başlamadan doktordan işittiği sitemler, hastane yönetimine yapılan şikâyetlerin kendisine ulaştığını gösteriyordu. Sorulara verilen özenli cevaplar, ilgi ve yeni düzenlemelerden mücadelenin boşa gitmediği anlaşılıyordu.
İki gün geçmeden Yusuf daha güzel odaya alınmıştı. Hemşireler daha gayretli, yemekler hastalığına uygun nitelikteydi.
Haftalar sonra nihayet ilaçlar etkisini göstermeye başlamış, kanlı ishal kesilmişti. Doktorla yapılan son telefon görüşmesinde anlatılanlara bakılırsa iki gün sonra Yusuf’un hastaneden çıkma ihtimali belirmişti.
Beklenmedik bu haber Berrin Hanımı çok şaşırtmış, çok mutlu etmişti. Uzun zaman sonra yüreğinde ilk kez bu kadar büyük huzur hissediyordu. Alışverişte olan eşinin dönüşünü beklemeden aramış, mutluluğunu paylaşmışlardı. Bu arada muhtemel bir bağırsak ameliyatından ilk kez haberdar olan Metin Beyin sevinci tarif edilecek gibi değildi.
Ağzından çıkan bir cümle sabır sınırlarının zorlandığına delil niteliğindeydi;
--- İyi ki haber vermedin Hanım.
Zaman su gibi akmış, iki gün de geçmişti. Az nefes almak için çıktığı balkonda boş gözlerle ufka bakarken çalan telefonla irkildi. Zaten son haftalarda gelen her telefon endişesini artırıyor, yüksek olan tansiyonunda yeni zirvelere sebep oluyordu. Arayan Yusuf’tu. Sesinde endişe ve üzüntü seziliyordu;
--- Anneciğim... Anneciğim, beni başka bir hastaneye götürüyorlar.
Berrin Hanım hayretler içindeydi. Telaşını olabildiğince gizleyerek oğlunu sakinleştirmeye çalıştı;
--- Endişe etme yavrum. Ben hemen doktoru arayıp görüşürüm.
--- Şu anda sedyedeyim anneciğim. Ambulansa götürüyorlar.
--- Hemen arayacağım oğlum... Sakin ol. Merak etme.
Telefonu kapar kapamaz doktoru arayan Berrin Hanımın yüreği sıkışmış, içi daralmıştı. Şansına çok geçmeden doktora ulaşabilmişti;
--- Merhaba Bay Willms.
Az önce oğlum aradı. Hastaneden çıkışını beklerken, başka bir hastaneye nakledilmek üzere olduğunu öğrendim. Sebebi nedir... Ne oluyor?
--- Bugün yapılan muayenede kan değerlerinde yeniden kötüleşme tesbit ettik. Bu arada durumu ağır olan yeni bir hasta geldi. Personel eksikliğinden dolayı Yusuf’un tedavisinin burada zor olacağını düşünerek Benjamin Franklin’e naklini uygun gördük. Endişe etmeyin. İmkânları daha geniş olduğundan orada daha iyi tedavi edeceklerdir.
Mevcut durumu kabullenmekten ve dua etmekten başka yapacak birşey yoktu. Zaten bu arada ambulans hareket etmiş, Yusuf yeni hastaneye varmak üzereydi.
Berrin Hanım Yusuf’un nakledildiği hastaneyle ilgili araştırmalar yaparken, bir yandan da sağlık sigortasının yetkili birimiyle temasa geçmişti. Öğrendikleri ve edindiği bilgiler hastanenin donanımlı ve uzman hekimlerden oluştuğunu gösteriyordu. Aceleyle hazırlanarak çok geçmeden hastanenin yolunu tutmuştu. Bir an önce oğlunun yanına vararak endişelerini gidermenin telaşı içindeydi.
İlerleyen günlerde doktorlarla yapılan görüşmelerde işittikleri, personelin ilgisi ve tedavinin başarılı seyri endişeleri gidermeye başlamıştı. Öyle ki, bir hafta kadar sonra nihayet özlenen ve beklenen o gün gelmiş, son muayeneden sonra Yusuf’un eve dönmesine karar verilmişti.
Eve dönüş mutluluğu o denli büyüktü ki, annesinin gelip yardımcı olmasını beklemeden Yusuf’u valiziyle hastane kapısının önüne koyma insafsızlığını önemsememişlerdi bile.
Çıkma ihtimali belirdiği günden itibaren gerekli hazırlıklar yapılmış, Yusuf’un dairesi temizlenmiş, alışverişler tamamlanmıştı. Tüm gıdalarda organik olmasına azami dikkat edilmişti.
İlk günlerde Berrin Hanım vaktinin büyük kısmını oğlunun yanında geçiriyor, moral ve gıda takviyesiyle Yusuf’u yeni hayat düzenine alıştırmaya çalışıyordu. Bu gayrete, alınan ilaçların iştah açıcı etkisi de eklenince dört hafta gibi kısa bir süre içinde kaybedilen kilolar alınmış, Yusuf tehlike sınırından uzaklaşmıştı. Mücadeleci bir ruhu vardı. Değişik yemek çeşitlerinin yanı sıra yoğurt yapmayı bile öğrenmişti.
Fırtınalı günlerin ardından bahar gelmiş, güneş doğmuş gibiydi. Yusuf’taki bu gayret, bu azim, bu beceri ve sağlığındaki bu düzelme herkese derin bir oh çektirmişti. Haftalar sonra çehrelere tebessüm, lokmalara tat gelmişti. Gözlerdeki yaşların yerini dil ve dudaklardaki şükür sağanakları almıştı...
...
Metin Bey annesinden hiç bu kadar ayrı kalmamıştı. Yusuf’un sağlığındaki olumlu gelişmeler ertelenen seyahatin vaktinin geldiğini gösteriyordu.
O gün Berrin Hanım eşinin ısrarlarına rağmen havaalanına kadar gelmişti. Kısa süre sonra geri dönecek olmasının rahatlığı içindeydi. Yol boyunca süren sohbet sırasında Yunus’un sağlığına özen göstermeye başladığını öğrenmek Metin Beyi çok mutlu etmişti. Berrin Hanım kendisini de çok sevindiren bu haberi sona saklamıştı;
--- Biliyorsun Metin, Yunus son aylarda hayli kilo almıştı. Kendisini çok rahatsız eden bu durumdan kurtulmaya karar vermiş.
Benimle iddiaya girdi. Bir ayda on beş kilo verecekmiş.
Metin Bey pek sevinmiş görünmüyordu. Söyledikleri hayretini ifade ederken, hissettikleri kızgınlık boyutundaydı;
--- Böyle kilo verilmez ki!
Bir ay içinde on beş kilo yerine, bunu üç dört aya yaymak çok daha sağlıklı... çok daha mantıklı.
Yunus’un mizacını ikimiz de çok iyi biliyoruz. Başarısızlıklardan çabuk etkilenen, psikolojisi bozulan bir çocuk. Çıtayı bu kadar yüksek tutar da altında kalırsa özgüveni çok çabuk örselenir.
Kendisine on beş kiloyu hedef seçen bazı insanlar için on dört kilo başarısızlık olarak görülebilir. Oysa bir ay için üç kilo hedef koyan için beş kilo büyük başarı ve mutluluk sebebidir. Uzun süreye yaymak hem başarı ihtimalini artırır, hem de kalıcı olmasını sağlar. Ayrıca kilo verirken eziyet çekmemiş olur.
Berrin Hanım dinlemede kalmıştı. Aynı problemle mücadelesinde yaşadıkları eşinin söylediklerini teyit eder nitelikteydi.
Kısa süreli sessizlik sırasında Metin Bey bu söylediklerinin de önemsenmeyeceğini düşünüyordu. Düşünmekten öte... biliyordu. Koyulan hedefe varabilmek için gereken irade olması gerektiği gibi değildi maalesef.
Çaresizliği dilinden fısıltı halinde dökülen üç kelimeden rahatlıkla farkedilebiliyordu;
--- Ben sizi anlamıyorum.
Yol üzeri bu tür konularla vedayı tatsızlaştırmanın anlamı yoktu. Havaalanına girerlerken yine Türkiye’ye yerleşme konusunda düğümlenmişti.
Metin Bey, Pakize Hanımın vefatından sonra kesin dönüşün daha kolay olacağını düşünüyordu. Acele bir karara zorlamasa da, cümlesinin sonunda yine aynı soru vardı. Türkiye’ye yerleşmeyi çok arzu etse de Berrin Hanımın cevabında da yine aynı endişeler ve kararlılık hissediliyordu;
--- Çocuklar... Çocuklarımız. Özellikle de Yusuf. Kendisini çok yalnız hisseder.
Bırakamam ki... Ayrıca;
Kardeşlerim... arkadaşlarım...
Hepsi burada.
Yapılan son çağrı İstanbul yolcularının bir an önce çıkış kapısına gitmesi gerektiğini ikaz ediyordu.
Metin Bey, turnikelerden geçip gözden kaybolurken, eşi ile birlikte Türkiye’ye dönüşün daha da zorlaştığını anlamanın üzüntüsü içindeydi...
...
Uçak alana indiğinde daha o gün annesini görebileceğini umuyordu. Havaalanından çıkar çıkmaz kurumu arayarak hemşireyle görüşmüş, yakın zamanda Coronadan bir yaşlının vefatı sebebiyle hasta ve yaşlı yakınlarına bir süreliğine ziyaret yasağı konduğunu öğrenmişti.
Beklemekten başka yapacak bir şey yoktu.
Kış mevsiminin de etkisiyle, Yalova’ya vardığında hava iyiden iyiye kararmış, hayli acıkmıştı. Lokantalar açık olmasına rağmen Metin Bey kalabalıklardan ve kapalı mekanlardan uzak durmaya çalışıyordu.
Bir dükkândan acil ihtiyaçlarını tedarik ederek yakındaki durağa yöneldi. Son minübüs hareket ettiğinde yağmur da hafiften çiselemeye başlamıştı. Açık olmasına rağmen, Tabiat Cafe’de inmek yerine eve gitmeyi tercih etmişti. İlk dikkati çeken ortalıkta hiç köpeğin olmamasıydı. Derin bir sessizlik vardı.
Bir dairenin kirada olması Metin Beyin işini kolaylaştırmıştı. Binanın girişinden itibaren her taraf tertemiz ve bakımlı görünüyordu. Üst kata çıkarken sırayla doğalgazın ve suyun vanalarını açmış, elektrik şalterinin düğmesini indirmişti. İçeriye girdiğinde her şey giderken bırakıldığı gibi derli toplu, tertemizdi. Yapılması gereken sadece odaları havalandırmaktı.
Tüm kapı ve pencereler açılmış, valizdekiler boşaltılmıştı. Kabaca bir temizlikten sonra masa ve bir sandalyeyi de balkona çıkarıp mutfağa yöneldi. Bir yandan kahvaltı türü bir şeyler hazırlarken, aklına gelen eksikleri de not defterine yazıyordu. Ramazan başlamadan önce tüm ihtiyaçları tedarik etmekte fayda vardı.
Çok geçmeden atıştırmalık birkaç lokma yiyecekle çayı da hazırdı. Çok acıktığında demlemek yerine poşet çayla idare ederdi. Tepsiyi masaya koyup balkonda yerini almıştı ki, gökyüzünün ara ara şiddetlenen homurtusunu kulakları sağır edercesine çakan şimşekler takip etmiş, sepken sağanağa dönüşmüştü. Az ötedeki dağların dorukları karanlıkta daha dumanlı daha bir heybetli görünüyordu.
Çayını yudumlarken liste de tamamlanmış görünüyordu...
Ailesinden ayrı geçirdiği ilk Ramazandı Metin Beyin. Önceki senelere kıyasla durgun ve içine kapanıktı. Birkaç komşu ve tanıdıkların ısrarlı davetlerine rağmen iftarlarını evde yapmayı tercih ediyor, Tabiat Cafe’ye dahi nadiren gidiyordu.
Haftalar geçiyor, hasta ve yaşlı yakınlarına huzurevlerini ziyaret için getirilen yasak kaldırılacak gibi görünmüyordu. Metin Bey arada bir doktor ve hemşireleri arayarak hiç olmazsa bayramda annesini görebilmenin yollarını arıyordu. Aldığı onca olumsuz cevaplardan sonra umudu da tükenmişti.
Açık televizyonun başında, programı izlemekten ziyade yine düşüncelere dalmıştı. Her gün dinlediği pandemi haberleri daha dramatik bir hal almıştı. Mutasyona uğrayan virüsler şekilden şekile girdikçe yeni isimler alıyordu. Delta’dan bir süre sonra da dünyanın Omikron adında bir misafiri daha olmuştu.
Yine sevimsiz... yine sevilmeyen...
Umursar gibi bir hâli de yoktu zaten.
Bazı ülkelerde yetersiz kalan hastaneler tercih sırasına göre hasta tedavisine başlamışlardı..
Kalan çaydan son yudumu alırken telefon çalmıştı. Arayan kurumdan hemşire Hacer Hanımdı. Metin Beyin annesine olan düşkünlüğünü biliyor, görüşemeyişinin kendisini ne kadar üzdüğünü tahmin edebiliyordu. Kendince bir çare düşünmüş, faydası olacağını umuyordu;
--- Merhaba Metin Bey. Az önce gerekli bazı muayene ve tahliller için annenizi yarın Devlet Hastanesine götüreceklerini öğrendim. Burada ziyaretçiye izin verilmese de hastanede görebilme imkânınız olabilir belki. Haber vereyim dedim.
Umudunun tükendiği bir anda önüne serilen böyle bir fırsat Metin Beyi çok sevindirmişti. Dokunmaya izin vermeseler de, kısa süreliğine de olsa annesini görebilecekti.
--- Teşekkür ederim Hacer Hanım. Söylemeniz iyi oldu.
--- Randevu hangi saate alınmış?
--- Saat dokuzda... ama yarım saat önceden orada olurlar.
--- Peki. Yarın gider, görme fırsatı bulurum inşallah.
Nesi varmış?
--- Son zamanlarda iştahsız. Geceleri de pek uyumuyor.
Biraz da kilo kaybetti. Bayram tatili araya girmeden kan tahlili yapacaklar galiba.
Art arda sorular gelince Hacer Hanım Metin Beyin endişelendiğini anlamıştı.
--- İsterseniz görüntülü arayıp annenizi göstereyim Metin Bey. Henüz uyumadı.
--- Mümkünse çok iyi olur.
Hacer Hanım telefonu kapayarak görüntülü aramıştı. Zülbiye Hanım oldukça zayıflamış, avurtları çökmüştü. Çukurlarına çekilen gözleri çehresini hayli değiştirmişti. Aylar önceki ışıltılı bakışlardan zerre eser kalmamıştı. Kilo kaybı hiç de öyle azımsanacak gibi değildi.
--- En son tartıldığında kaç kiloydu?
--- Kırk üç kiloydu Metin Bey, ama endişe etmeyin. Takviye mamalarla beslemeye başladık. Yakında inşallah kendisini toparlar.
Metin Bey her zamanki gibi, seslenerek annesine tebessüm ettirmeye çalışsa da bu kez başaramamıştı. Mimikler donuk, bakışları solgundu. Yorgundan öte, bitkin görünüyordu. Hâli, Ankara’daki bakımevinden ayrıldıkları günü hatırlatıyordu. Tükenmiş gibiydi.
--- İlginiz ve yardımlarınız için teşekkür ederim Hacer Hanım. Yarın hastanede görüşürüz inşallah. Hayırlı akşamlar.
--- Hayırlı akşamlar Metin Bey.
Annesinin aşırı kilo kaybı ve bitkinliği Metin Beyi derinden etkilemişti. İnsan neden çekinirse ona çekiliyor, ona yakalanıyordu. Aynen söylendiği gibi, en büyük arzular en zor imtihana tabiydi. Kaçtıkça kovalayan üzüntüler yüreğini yormuştu. Eridiğini gördükçe Metin Bey de annesi ile birlikte eriyordu. Avcunda kalan son tesellisi uzaktan da olsa annesini görebilme ihtimaliydi. Beterin beteri vardı. Bu kez de hortumla beslenmek zorunda olmadığına şükrediyordu.
Gayriihtiyari çevirdiği kanaldaki belgesel dikkatini çekmişti. Ağacın gövdesinden yukarı doğru sürünen koca bir yılan, kuş yuvasını gözüne kestirmişti. Tehlikenin farkına varan ağaçkakanlar yavrularını korumak için çırpınıyor, çığlık atarken bir yandan da sivri gagalarıyla yılanı yolundan vazgeçirmeye çalışıyordu. Her dalış daha etkili, daha kararlıydı. Çabalar olumlu sonuç vermişti. Özellikle başına aldığı darbelerden sonra yılan pes etmiş, yön değiştirmişti.
Can tatlıydı ve her nefes bir mücadele gerektiriyordu. Bitkiler dahi bünyelerindeki salgılarla, kokularla bu savaşın içindeydi.
Zafer kazananlar ancak direnenler içinden çıkıyordu.
Bu kuş gibi!
Zülbiye Hanım da böyle çabalamış, böyle çırpınmıştı. Dört evladını sadece yokluğun, yoksulluğun değil; yetmişli yılların, kardeş kavgalarının, azan terörün pençesinden de koruyup gözetirken kim bilir ne zorluklara göğüs germiş, ne acıları yüreğine gömmüştü.
Gurbette ekmek parası peşinde debelenen eşinden ayrı geçen on koca sene! Sökülen eski çorapların ömrü iğne iplikle uzatılırken, sayısız eksikleri sevgi tamamlamıştı.
Herkesin annesi değerliydi de Zülbiye Hanım oğlunun nazarında eşsizdi.
Katıksız kalan ekmeğin arasına kesme şeker koyduğunda da böyleydi, okulda beslenme çantasından kuru ekmek ve elma çıkarken de. Elli küsür sene sonra o günleri hatırlarken, yaşanan o yoksulluğun üzüntüsünü hissetmemek! Ne güzel! Ne büyük başarı! Tek istisnası vardı anılarında. Talebeyken teneffüslerde kantin önündeki kalabalıklardan sucuklu tostlara sayısız el iştahla uzanırken yutkunmayı hazmetmişti de, giydiği ucuz kumaştan pijamamsı o mavi spor giysisini, üstü bezden lastik spor ayakkabı gücüne gitmişti. Ağrına gitmişti. Hem de her defasında...
Yine de lafını etmemiş, sesini çıkarmamıştı.
Geç yatmış olmasına rağmen daha saat çalmadan telaş ile uyanmıştı Metin Bey. Gözleri nemli, yastık ıslaktı. Hâlâ annesini ağlarken gördüğü rüyanın etkisindeydi. Kurtulmak için uzattığı eli bir türlü kavrayamıyor... yardım edemiyordu.
Hayal meyal hatırladığı kâbusun bir uçurum kenarındaki sonu hafızasına kazınmıştı. Çığlık sesi kulaklarından gitmiyordu. İyi gelir düşüncesiyle bir bardak su içti. Balkona geçti. Ilık bir hava vardı.
Ezan okunmaya başladığında uykusu tamamen dağılmıştı. Bugün namazdan sonra uyumaya çalışmak beyhude gayret olacaktı. Rüyada gördüğü gerçekmiş gibi, tarifsiz bir hüzün içindeydi.
Kahvaltıdan artan zamanı birkaç dize ile doldurmuş, gördüğü rüyanın etkisiyle şekillenen duygular kâğıtta kafiyeye bürünmüş, şiirden ziyade ağıt gibi görünüyordu.
Her ihtimale karşı evden erken çıkmış, maskesini de takmıştı. Durağa yaklaştığında minibüs sokağın köşesini dönmek üzereydi.
Kısa mesafeyi koşar adımlarla alarak araca bindi. Devlet hastanesine gidecek minibüsün kalkmasına yirmi dakika kadar vardı. Atıştırmalık bir şeyleri annesi severdi. Kendisi görüşemese de, hemşireye emanet edebilirdi belki. Pandemi süresince büyük özveriyle çalışan doktor ve personel için de bayramda ağızları tatlandıracak bir ikramda bulunmak gerekirdi.
Etrafa bakındı. Karşı caddedeki manavdaki meyveler taze görünüyordu. Siparişleri verip hemen bitişikteki pastaneden de Huzurevi personeli için kuru pasta ve çikolata tedarik etmişti.
Acelesi olduğunu anlayan manav fiyat etiketlemeye ara verip siparişleri hazırlarken, Metin Bey de bitişikteki pastaneden gerekenleri tedarik ediyordu. Döndüğünde poşet hazırdı.
Manav kendisine uzatılan paranın üstünü denkleştirmek için kasaya yöneldiğinde, Metin Bey meyve poşetini almış, süratle oradan ayrılmıştı bile.
Paranın üstünü hazırlarken işittiği firen sesi ve gürültüyle irkildi. Bağırtılar arasında hızla kapıya koşan manav, kaza sonrası dağılan meyveleri görünce durumu hemen anlamıştı.
Uzanan elinde hâlâ ödemek için hazırladığı para üstü, vücudu kaskatı kesilmiş... donakalmıştı.
Aceleyle parasının üstünü almadan ayrılan az önceki müşterisi çarpan bir aracın önüne savrulmuş; pastalar ve poşetindeki meyveler etrafa dağılmıştı.
Bir süre sonra koşuşturup baktığında Metin Beyin ağzındaki maske kana bulanmış, başından da kan geliyordu. Ağır bir darbe aldığı anlaşılıyordu. Henüz daha kendindeydi.
Manav şaşkın ve üzgün şekilde dükkânına dönerken şoku henüz daha atlatamamıştı.
Ambulans da çok geçmeden gelmiş, acil ilk yardım sonrası siren sesleri arasında hastaneye doğru yol almıştı.
Bu arada, Zülbiye Hanımı hastaneye getiren hemşireler randevu sırasını beklerken, elim kazadan habersiz olan Hacer Hanım hâlâ etrafına bakınıyordu. Muayene öngörülen saatin sonrasına sarkmasına rağmen Metin Beyden bir haber yoktu. Bu süre içinde üç kez telefon etmiş, cevap alamamıştı. Doktor odasına girerlerken son bir kez etrafına bakındı... Yine yoktu.
Siren sesleri arasında hastaneye giren ambulans acil kapısına yanaştığında, Zülbiye Hanımın işlemleri de tamamlanmış, tekerlekli sandalyesinde servis aracına götürülüyordu. Sedye ambulanstan indirilirken duyulan çığlık Hacer hanıma aitti.
Kalabalıkta bir an için gördüğü kanlı çehresine rağmen Metin Beyi hemen tanımış, gecikmenin sebebini anlamıştı. Metin Bey de az aralanan kirpikler arasından çığlığın geldiği yönde Hacer Hanımı tanımış, annesini görmüştü.
"Nihayet gördüm" der, gülümser gibiydi.
Hacer Hanımın istemdışı çığlığıyla irkilen Merve hemşire çığlığın sebebini öğrenince hemen Zülbiye Hanımın önüne geçmiş, görüşünü perdelemişti. Oysa artık görse dahi çocuklarını tanıyacak durumda değildi Zülbiye Hanım. Az ötede can vermekte olan kişinin yavrusu olduğunu bilmediği gibi.
Görevliler sedyeyle Hacer Hanımın önünden geçerken Metin Beyin gözleri kapanmış... kendinden geçmişti. Servis aracının şoförü Halil Bey de hadiseden haberdar olmuş, hepsi büyük üzüntü içindeydiler. Bu hengâmede Merve Hanım görevlilerin arkasından içeri dalmış, çok geçmeden acı haberle geri dönmüştü.
Metin Beyi kurtaramamışlardı.
Kimlik araştırılırken cüzdanın arasından düşen kâğıt doktorun dikkatini çekmişti. Eğilip yerden aldı. Metin Beyin bir gün önce yazdığı şiirdi. Sırrını son kez paylaştığı kalemin mürekkebi yine hüzün rengindeydi;
Bir hüzünden diğerine üç adım yok bu aralar
Neşem gelmiyor yerine; hiç tadım yok bu aralar
Gam katına çıka ine, yoruldu sol bölgem yine
Sürgün yerim gölgem yine; suretim yok bu aralar
Ne var ki bunda şaşacak! Kaderle kim uğraşacak!
Bahtım ile yarışacak, kıratım yok bu aralar
Ne zaman bir bora esse, ayan ettim hep herkese
Sır saklamak sanat ise; sanatım yok bu aralar
Gönlümdeki fay kırıldı, haddi aştım Hayy kırıldı
Ok inledi, yay kırıldı; pusatım yok bu aralar
Ufkumdaki en son durak, zor geliyor her basamak
Çıkıyorum ağır aksak; süratim yok bu aralar
Hakk, onmaz dert yük etmeye, naçar insan yok etmeye
Kalan ömrü tüketmeye; takatim yok bu aralar
Zehir olsa tatmam demem, kahır olsa gütmem demem
Ecel gelse gitmem demem; inadım yok bu aralar
Gâh bendeyim benden içe, gâh kayıbım tenden içe
Sattım ben’i benden hiç’e; sıfatım yok bu aralar
Tevekkülü usa yazdım, derdim çoktu kısa yazdım
Figanımı susa yazdım; feryadım yok bu aralar.
Feryat kesilmiş... Figan susmuştu.
Araç Kuruma geri dönerken Hacer Hanımın yüreğindeki acı yanağından süzüldükçe, avcunda sımsıkı tuttuğu Zülbiye Hanımın ellerinin teninde aleve dönüşüyordu...
YORUMLAR
Bir hayat hikâyesinin en güzel sunum şekli olsa gerek. Hocam kitaplarım yardım amaçlıdır diyorsunuz. Kitaplarınızın internette satışı var. Hatta siparişini verecektim. Malum İstanbul'da kar nedeniyle kuryelere yasak geldi. Biraz erteledim. Anavatandan gurbettekilere selamlar saygılar.
Şentürk Dursun
Mecit Aktürk
Selam ve saygılar...