28
Yorum
18
Beğeni
0,0
Puan
1266
Okunma
Akşamüstü iki dirhem bir çekirdek giyinip, tespih gibi sıraya dizilmiş halde hazırlanmış bekliyordu tüm mahalleli. Beni görünce koluma giriyor Ankaralı Necati’nin ninesi.
- Beni bu hanım kız götürsün.
Tek ayağı aksayarak tanımadığım bir adam geliyor yanımıza, selamlaşıyor Necati ağabeyle.
-Vay! Tontirik Hamdi. Düğüne gidiyoruz yahu, ne bu yüzünden düşen bin parça, bütün mahalleli bir araya gelsek toplayamayız vallahi?
Tontirik Hamdi erkek kardeşinden bahsediyor; onun ev sahibine birikmiş kira borcunu ödeyemediği için oturduğu evden çıkarılacaklarından. “Kendim dımdızlak kaldım ama son bir atım param vardı onu da kardeşime yolladım” diyor büyük ağabey olmanın gururuyla. Necati biraz üzgünce; içi kıyılıyor birden. Daha birkaç gün önce kardeşini kavunlu dondurma yerken gördüğünü söylüyor güney sahillerinde. Tontirik Hamdi bunu duyunca iki elini birden alnında şaklatıyor, ah ben ne yaptım dercesine.
Necati’nin daha önce çağırdığı taksi geliyor, gidiş parasını peşin ödüyor, nineyle birlikte biniyoruz taksiye. Diğer mahalle eşrafı gibi kendisi de yayan gelecek iki sokak ötedeki düğüne.
Düğün oldukça eğlenceli geçiyor; davullar, zurnalar, oynayanlar, zıplayanlar… Mahallenin delisi Garip, davetli olmasa da halay başını kimseye kaptırmıyor. Cebinden çıkardığı kirli mendile adeta dans ettirip bütün bakışları üzerine çekiyor. Halay müziği bittikten sonra emrivaki bir tavırla “size bir şiir okuyacağım” diyerek herkesi şaşkına çeviriyor. Elinde titreyen mikrofonu ağzına yiyecekmiş gibi yaklaştırıp, tükürükler saçarak şu şiiri okuyor.
Hastaydı kelimelerim
Düzelmezdi, iyileşmezdi
Tedavülden kalkmış bir para gibi
Değersizdi, geçmezdi.
“Bu kadar kendinin farkında olan bir deli” dedi Necati’nin ninesi. Düğün sahibi mikrofonu hızla çekerek aldı elinden Garibin. Garip, o ortamda yer bulmuştu ya… Sözleri dinlenmese de söylemek istediklerini bağıra bağıra haykırmıştı ya… Mutluydu, tıpkı bir çocuk gibi sevine sevine iki ayağının üzerinde zıplayarak uzaklaştı oradan.
Düğün devam ederken nine, başının ağrıdığı gerekçesiyle “eve gidelim artık” dedi. Nineyle bu sefer farklı bir taksiye bindik. Arabanın içinde tatlı tatlı gülümsüyor nine. Belli ki çok hoşuna gitmişti düğün. Keyfine diyecek yoktu. Aklımdan geçenleri okur gibi eğildi kulağıma ” kız bu şoför ne iyi çıktı. Baksana, bizi ne de güzel gezdiriyor.” Haklıydı nine, bakalım Necati ağabey ne diyecekti bu işe. Gelirken beş dakika süren yolculuğumuz, yirmi beş dakika kadar sürmüştü geri döndüğümüzde.
Eve vardığımda düşünüyordum. Bu gün de oldukça hareketli geçmişti. Fotoğraf meselesinden sonra bisiklet kiralamıştık Hasan amcadan. Zaten ne zaman yaramazlık yapsam bisiklet kiralardım, saati 1 liradan. Sanki bisiklete her bindiğimde çevirdikçe pedallarını suçluluk duygum hafiflerdi ve hiç yakalanmayacakmışım gibi hissederdim. İki teker üzerinde doyasıya özgürlüktü yaşadığım şey. Kaçmak… Birçok şeyi arkamda bırakırcasına en çok da kendimden kaçmak… Bana unuttururdu bisiklet; geçici de olsa ağrılarımı, acılarımı, unuturdum yaramazlıklarımı. Bir de yüzmeyi severdim en çok… Suyun bana iyi gelen bir tarafı vardı. Güneşli gündüzlerde sakin ve durgunluğuyla rahatlarken akşam karanlığında ve serinliğinde yerini bambaşka bir duyguya bırakırdı. Bu evi de işte bazen denize benzetirdim. Gece olduğunda dalga dalga kötü anılarımı yüzüme çarpan ve sıkabildiği kadar boğazımı sıkıp beni boğan bir denize…
Yazı özlemiştim. Babamı da özlemiştim. Yaz mevsimi gibiydi babam. Hep özletirdi kendini. Kalmamıştı burada. Beni bırakıp dönmüştü. Burası da benim evim sayılırmış. Öyle ya yastık bile alışmış bana. Benim yastığımı yadırgadığım kadar yastığım beni yadırgamıyor. Hemencecik ısınıyor, başımı okşuyor sanki sıcak bir anne eli gibi. Annem yaşıyor olsaydı belki başka çocukların anneleri gibi bana terlik fırlatırdı. Çabuk git Süleyman amcadan özür dile hatanı telafi et derdi.
Ne ilginçti… Mahalleyi sevdiğim kadar bu evi, bu odayı, bu yastığı, bu yorganı sevmiyordum. Üstüme üstüme geliyordu çünkü bu ev. Her an duvarlar yıkılacakmış da altında kalacakmışım gibi. Bisiklette ve sokak oyunlarında bulduğum o tatlı huzuru bu evde bulamıyordum. Sevmememe rağmen burası beni koruyordu her türlü tehlikeden. Karnımı doyuruyordu. Nankörlüktü belki de benim bu yaptığım. Aslında ait olmadığım bir yeri benimmiş gibi özümsemeyişim.., O çok sevdiğim Hasan amcanın bisikletleri, sürekli zinciri atan eski püskü bisikletler, beni yadırgar gibiydi. Bulduğu ilk fırsatta tüm kaçış planlarımı alt üst ederek beni yarı yolda bırakırdı. Buna rağmen tutkunuydum o bisikletlerin.
Birden mahallemizin en havalı çocuğu Gürkan’ın karşımızda yüzünü buruşturup silkeleyişi geldi aklıma. Ne kadar da komik görünüyordu. Tıpkı bir kum adama benziyordu. Küçük bir kum adam... Hiç üzülmedim onun yokuş aşağı freni patlak bisikletle yeni yapılan inşaatın önündeki kum yığınlarına uçtuğunu görünce. Eh, bizi tehdit eder miydi üstelik de şantaj yaparak… Başımıza mahalle kabadayısı kesilmiş, cebimizdeki harçlıklara göz koymuştu. Allah’ın sopası yoktu ki… Bulmuştu işte cezasını. İki inşaat işçisi Gürkan’ın sağına soluna bakıyordu yara bere var mı diye. Sağlam görünüyordu. Ve hatta eğilerek boynundan düşen fotoğraf makinesini arıyordu. Bizi tehdit ettiği o meşhur, mavi, küçük, plastik, miki fareli fotoğraf makinesini.
EbRuAsya//