- 294 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Taş ve Öfke
Taş ve Öfke
“Taş ve Öfke” Yazar Ahmet Şevki Şakalar’ın, Temmuz 2020’de Kitapyurdu Yayınları aracılığıyla okurla buluşturduğu eseri. Seksen sayfa hacmindeki eserde yirmi fikir yazısı yer almaktadır. ‘Taş ve Öfke’den önce iki hikâye kitabı neşreden yazarın bu üçüncü kitabıdır.
“Taş ve Öfke” ismiyle müsemma, daha çok bu günümüzü sorgulayan, iğneyi daha çok kendimize batırmamızı imleyen, sesli bir anlatımla keyifleri kaçırırcasına ele alınmış yazılardan müteşekkildir. Etki söz edimi yüksek, vurgulu bir anlatım hâkimdir. Kitabın kapak görseli, kitabın ismi; kitabın içeriğiyle tam olarak birbirini tamamlamaktadır. “Kazın ayağı öyle değil” diyerek bir girizgâhta bulunuyor yazar ve diyeceklerini, içindekileri bir bir sıralıyor. Çuvaldız batırılan cenahtan daha çok iğneyi batırılan cenah üzerinde duruluyor. İnsanın kendisini ve kendinden olanı sorguladığı, siğaya çektiği bir sorgu alanı gibi. Bunların içerisinde, mütedeyyin, muhafazakâr kesim baştadır. Bunların çıkmazları, gençlerinin, çocuklarının, eşlerinin çırpınışları ele alınıyor adeta. Günümüzde yaşanan “Haz’zın kucağında/ hız’ın tuzağında olabildiğince kirlenmiş” Olarak nitelenen bu çırpınışlar resmedilmiş bir yerde. Pişmanlık sarmayınca insanın içini, tövbe etmenin bir anlamı olmuyor anlayışıyla vahamet dile getiriliyor. Müslümanlığın en kolayı olan buğzetmenin sanki bütün Müslümanlara tanınmış bir hak gibi kullanılmasını eleştiriyor. Ve bu insanların kimi bahanelerini, eleştirilerinin başucuna oturtuyor.
Konu bütünlüğü içerisinde, yer yer üzüldüğüm, heyecan duyduğum, bilgilendiğim güzel, sesli bir kitap okudum. Gerçekleri haykıran ve okurun rahatını kaçıran bir kitap. Bunu da alenen kitabında dillendiriyor. “…yine görünüvereceğim en cici zamanlarınızda. Naniklik yapacağım gözünüzün içine baka baka” (sayfa 55) Cümleleriyle bunu ilan ediyor adeta. Ağlamaya kalksan komik, gülmeye kalksan trajik denebilecek ironik yaklaşımları da barındırıyor bir taraftan.
Yazar, diyeceklerini eğip bükmez. Söz mukozalarından kaçınır. Kem küm etmez. Köpüğü alınmış bir haykırış saflığındadır. Sözünü esirgemez. Yazdıklarını süslemeden, kırılan kırılsın, dökülsen dökülsün edasında keskin konuşur. En dokunaklı, en sesli yazılarından biri olan, “Daralırvakitlervetaştoplarçocuklar” bunların en önündedir. Taşın, tanka galebe çalmasını umut eder. Burada zulme uğrayan Müslümanları şu şekilde betimler. “Sığınacağımız başka bir yer, banka hesaplarımızla ömrümüzün sonuna kadar ihya olacağımız savaşsız ülkelerimiz ve boğuşacağımız petrollerimiz yok. Sadece taşlarımız var; bin bir renkli ve şekilli Ebrehe’lerin kâbusu taşlarımız. Ya burada yaşayacağız kardeşçe ya da burada öleceğiz” (sayfa 46)
Yazarın ifadesiyle “yeşilimsi pozlar”a eleştirilerini yapar. Yazar, ekonomik bağımsızlık budalalarına -kanaat ekonomisi- teziyle gelir. Ekonomik bağımsızlık budalalarının aradığı kadrolu-sözleşmeli-ücretli kriterlerinden bahseder. “Sırtını devlete dayamış olanlar, çocuk yarıştırıcılar, metroseksüeller, briyantinli saçlar, statü kaportalılar, kimliksiz, sadece tüket patentli çarkın ürünü çocuklar, trend-marka düşkünleri, tarz sahipleri, behimî bir galebe hırsı, “Allah’ın nimetlerinden faydalanmak lazım diyen yeşil konformistler” gibi nitelemelerle konuyu genişletir. Başka bir yerde giyimiyle kompozisyonu yakalamış eşarplı ablalarımızda eleştiriden nasibini alır. İşin özünü, yapılması gerekenleri bu örnekler üzerinden ele alır. Bu kadar zulmü televizyonların karşısında, ‘içimiz kanıyor, moralimiz bozuluyor’ diyen kanalı zaplayanları eleştirerek, ‘kahroluyoruz, ağlıyoruz’ feryadıyla, alternatifiyle çıkar ve sözlerini esirgemez. Kimi ihtiyarları da eleştiri çarkına alır ve “ihtiyarlıktaki telafi ibadetlerinin prim yapmayacağını bilmek ne acı” Der ve ayrıca “isyandan korkup “keşke”yle meşrulaştırdığımız kaybettiklerimizle telaşlı adımlarla aranmamızdır şu anki yaşadığımız” Diyerek başka bir bakış açısıyla konuyu daha da derinleştirir.
Yazar, Müslümanlar açısından örnek değerlerin isimlerine, fikirlerine ve sözlerine yer verir. “Peygamberimiz Hz. Muhammed, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Ebuzer, Selahattin Eyyubî, Aliya İzzetbegoviç, Yaman Dede, Ali Ulvi Kurucu, Ahmet Yasin, Necip Fazıl, Cahit Zarifoğlu, Abdurrahim Karakoç” gibi birçok değerimizi anarak, alıntılar yaparak konuları işler. Yazar bir taraftan yazılarını, “Çocuklarımız var, Afedersiniz, atları bağlayın, içimize dönüyoruz” gibi tekrarlar, vurgular üzerinden tahkim eder. Burada daha vurgulu bir anlatım kendini gösterir, bir çerçeve oluşturulur ve bir nevi nakarat görevi görür. Anlattığı konudaki yinelemeyi pekiştirilir daha çok.
Yazar, birden çok anlamlılığı da kelimelerle okura verir. “gel(e)meyeceğim, sat(tırıl)anlar, inandı(rıl)dığı, edil(emey)en, çekti(rildiği)n” gibi örnekleyebilirim. Yer yer ütopik yaklaşımlar sergiler yazar. “Siyasiler konuşmasa, kitap okusalar boyuna, şeffaf sandıklarda şeffaf kalplerini oylasak camdan ellerimizle” (sayfa 15) Ne güzel olurdu değil mi?
İkincil olarak, çuvaldızın batırıldığı cihette kimler var, neler var bir bakalım. “…Ve iki yüz yıllık kaktüs/ hamburger medeniyeti” Bu kadar adresi belli tanımlamayla beraber, taş atılanlar olarak balabanca bir portre çizmemiz yeterli olacaktır. Bu konu örneklemelerle işlenir. Mesela “gereğinden fazla tüketilen her lokma, Somali’den, Gazze’den ve sahipsiz coğrafyalardan çalınandır” (sayfa 54) Diyerek adres verilir adeta.
“Umutları kıyılara vurmuş mülteciler, Doğu Türkistan, bombalar altındaki Müslüman coğrafyalar, Afrika, Mavi Marmara, Mısır olayları” daha çok yakın tarihimizin henüz küllenmemiş sıkıntıları yazılarda yerini almış. Bu çizilen olumsuz portrelerle birlikte çıkış yolları yok değildir. Yani, yazar tamamen umutsuz değildir elbet. Mesela, Filistin özelinde bütün Müslüman coğrafyalara “biz öldürüle öldürüle çoğalan ve çoğalacak bir neslin çocuklarıyız” cevabını verir. Müslüman’ın ruhunun, kalibresinin yüksekliğine değinerek cesaretli olunmasını arzular. Düşmana, zulmedene atılan her bir taşın şerare taşıdığını betimler. “İçe dönmek için durmak, kendini dinlemek, yavaşlamak” gibi bir düzine önerilerini de sıralar yazar. “Çok hızlı gidiyoruz, ruhumuz arkada kaldı” Diyen Kızılderili’nin sözünü dahi hatırlatır başka bir yerde. Durağanlığı, edilgenliği terk edip harekete geçmeyi, hareketli olmayı önde tutar. Zulme uğramış olan Afrika’nın, Filistin’in ve bütün mazlum coğrafya çocuklarının, enselerine şaklatılanların karşılığı elbette ki verilecektir. Bu çocuklar bir gün bu dünyamızı düzeltecekler ve güzelleştireceklerdir.
Filhakika, iğneyi kendimize öncelikli olarak batırmamız gereken bizlerin büyük bir dilemmanın içerisinde olduğumuz gerçeğinden hareketle özümüze, aslımıza dönmek gibi bir mecburiyetimiz vardır. Ruh ve mana mefhumuna yabancı bir nesil istemiyoruz. Eğer kendi gerçeklerimizi unutursak başkalarının empozeleriyle oyalanacağımız demektir. Biz Müslümanların sorunlarının teşhisini yapıp uygun bir metodoloji içerisinde istikamet almamızın şifrelerini gösteriyor bir yerde. Tavşanlı şapkadan nurtopu gibi cici demokrasiler çıkaran emperyalistlerle, kapitalistlerle savaşlarımız hep devam edecektir. Hümanist demeççiler hep aldatma üzerine kurgulandılar. İyi ile kötü arasında hep savaş olmuştur ve olacaktır. “Civcivler sonbaharda sayılır” sonuçta. Bundan önce olduğu gibi bundan sonra da hep Allah’ın (c.c.) dediği olacak. Havf ve recâ arasındaki Müslüman elbette ki galebe gelecektir. Âmin diyerek, yazarın son duasıyla yazıyı sonlandıralım. “Güz bitse de, seher vaktinde uyanık, borçsuz, yatsı namazını kılmış olarak ölsek. Ve tabutumuzu dört inanmış adam taşısa…” (sayfa 17)
İlkay Coşkun
15.02.2022
Yolcu Dergisi
sayı 105, ilkbahar 2022
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.