- 270 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
ÜNİVERSİTE ANILARIM -5 DAYIM GİDİYOR
ÜNİVERSİTE ANILARIM -5
DAYIM GİDİYOR
Sabah uyandığımda büyük pişmanlıklarla uyanmıştım. Ben o parayı neden bir geziye harcadım ki.
Simdi telafi etmek için kendimi cezalandıracaktım. O parayı yerine koyuncaya dek yemek paramdan tasarruf edecektim. Öyle de yaptım. Günlerce yemek yemedim yurtta. Bize verilen kart kadarını harcadım. Bir çorba bir çeyrek ekmek yetiyordu bana. Yemekhaneye gidip yemek kuyruğuna giriyorduk. Kartımızla ancak bir çeyrek ekmek ve bir kase çorba alabiliyorduk. Yeterdi bana. O kuyrukta en az yarım saat bekliyorduk bize sıra gelsin diye. Nasıl güzel kokular yayılırdı oradan. Yutkunurdum. "Yüzük parası tamam olsun hele, ben de kendime bir ziyafet çekeceğim" derdim.
Yemekhanede çalışan o kadar çok kişi vardı ki...
Bir gün onlara bakarken, "Acaba söylesem bana da arka tarafta bulaşık yıkatır ücret verirler mi? Yemek param çıkmış olur" dedim kendi kendime. İki kez yeltendim ama onuruma yenik düştüm. "Arka tarafta kimbilir nasıl insanlar var. Başıma iş açmayayım. Aç değilim, açıkta değilim" deyip bu fikrimden vazgeçtim. Babam olsaydı bizim için her türlü fedakârlığı yapardı biliyorum. Bize hiç zor durumda olduğunu belli etmez ceketini bile bizim için satardı. Ama yoktu! Gerçi şimdi de annem canını dişine takmış bizim için aynı gayreti,hatta daha fazlasını göstermek için çırpınıp duruyordu.
Söz veriyordum kendi kendime,okulumu bitireyim ilk işim annemi rahata erdirmek olacaktı.
On beş günde bir haftasonları Etimesgut’ a Necati dayımı ziyarete gidiyordum. Bana her gidişimde para veriyor "Buna bana sigara al dayım olur mu" diyordu. Ben de giderken onun sigaralarını alıyordum. Gittiğimde beni bekliyor olurdu. Garnizonun bahçesinde oturur saatlerce konuşurduk. Hep Döne yengemi anlatırdı. Ben hayran hayran onu dinlerdim. Sonra bir kendine bir bana tost yaptırır çay getirir oturur yerdik. Dayım, bu dünyada benim sığınabildiğim, konuşabildiğim tek insandı. Ama ona bile çektiğim zorlukları anlatmamıştım. Ben 17 yaşımda idim. Dayım ise benden beş yaş büyüktü. Bana o gün bir süpriz yapmış, geçen yıl bayramda okulumuzun gösterisinde çekildiğimiz resimi getirmişti. Nasıl sevindim. Ben o resimi çekildiğimizi bile unutmuştum. Orada bizi görenler nişanlı sanıyorlardı. Gülüyorduk. Bilmiyorlardı ki o benim hem abim, hem dayımdı.
Dayım, ayrılık saati yaklaşınca beni çıkış kapısına kadar geçirip "Dayı kurban onbeş gün sonra bir daha gel olur mu" diyordu.
Gelmez miyim, benim gidip gezecek nerem var ki?
Vedalaşıp otobüse binip yurda dönüyordum.
Bolu Abant gezimizin üzerinden biraz zaman geçmişti ki , odamızdaki ablalar:
"Bu hafta sonu piknik yapacağız. Hiçbir şey almaya gerek yok. Gezi organizasyonundan artan para ile piknik düzenleniyor ona göre" dediler.
Mızıkçılık yapma şansım kalmamıştı. Herkes katılıyordu nasılsa. Bu kez Dürdane de katıldı aramıza.
Piknikte yine aynı ekip vardı. Mangallar yapıldı. Toplu olarak masa etrafında oturuyor ordan burdan konuşuyorduk. Değişik ve hoş bir gündü. Ondan sonraki günlerde o piknikte başlayan dostlukları evliliğe kadar taşıyanlar bile oldu. Ben daha birinci sınıfta idim ve bu tür arkadaşlıklar için çok erkendi. Benim tek hedefim okulumu bitirmek ve alnımın akı ile diplomamı alıp öğretmen olabilmekti.
Osmaniyeli bir kaymakam adayı ile hemşehri olmamız hasebi ile orada konuşmuş sohbet etmiştik ama öylece kalmıştı. Benim düşünecek o kadar çok sıkıntılarım vardı ki farklı bir yükü yüklenemeyecektim. Uzun süreli arkadaşlık ve evlilik düşüncesi bana tersti. Annemi ,kardeşlerimi ve geleceğimi düşünmeliydim.
Dayım terhis olduğunda, o gün dayımla birlikte vakit geçirmek için sinemaya gittiğimizde arkadaşlığını reddettiğim kişiyi piknik grubundan arkadaşları ile görmüş, görmemezlikten gelmiştim.
Onlar da büyük ihtimalle dayım için farklı düşünmüşlerdir.
O gün dayımı Kilis’e yolculadıktan sonra epeyce ağladım. Kilis’ten sonra Kıbrıs ’ta askerliğini yapacaktı. Kendimi o kadar yalnız hissediyordum ki. Dayımı on beş günde bir olsa da görmeye gidiyor kendime oyalanacak bir şey buluyordum. Dayım sanki benim babam gibiydi. Birdenbire boşlukta kalmıştım.
Okulda,İzmir Tire’den dünyalar güzeli bir arkadaşımla aynı sınıfta idik. Babası berberdi. Nimet masmavi iri gözlü beyaz tenli tam bir İzmir güzeliydi. Becerikliydi de. Sınıfta hiç birbirimizdem ayrılmıyor yan yana oturuyorduk. Aynı yurtta farklı odalarda kalıyorduk. Derslerde adeta birbirimizi tamamlıyorduk. Dört yıl boyunca da birbirimizden asla ayrılmayacaktık. Nereye gidersek beraber gidiyor,beraber oturup beraber kalkıyorduk.
Nimet benim tutunacak dalım olmuştu artık. Annemin bana gönderdiği pembe ipi örerken bana destek olmuş o zamanın en revaçta olan modeli olan "Türkan Soray’ın kirpiğini" bana öğretmişti.
Ben düz örgü dışında hiçbir şey bilmiyordum. Babamı kaybettikten sonra hep para kazanmak için çabalamıştım ama şimdi kendime kışlık kazaklar örebilirdim artık. Akşamları dersimiz yoksa yurdun kantininde oturuyor son ses açtıkları kasetçalardan ya Zeki Müren ’in "kahır mektubunu’’ ya da Bülent Ersoy’un ’’İşte bu bizim hikâyemiz’’ i dinliyorduk. Bazen tv izliyorduk. Ellerimizden örgülerimizi bırakmıyorduk asla.
Dersimiz varsa etüt odasına gidiyorduk. Aydınger kağıtlarına rapido kalemler ile onlarca çizim yapıp dosya hazırlıyorduk.
Nimet ile arkadaşlığı, dostluğu, samimiyeti , paylaşmayı ve birbirimize güvenmeyi öğreniyorduk.
Tülay Sarıcabağlı Şimşek
06.02.2022
Dinar / Afyonkarahisar