Yaşlı Adam ve Yoldaşı
Bugün de erkenden uyandık, tıpkı diğer günlerde yaptığımız gibi. Sabah’ın henüz beşi. Her gün karanlıkta uyanmak canımı sıksa da, babama yardım ettiğimi bilmek beni mutlu ediyor. Tek göz evimizde odanın ortasına kurulu soba, dün akşamüzeri eve dönerken çöpün kenarında bulduğumuz tahta meyve kasasını çoktan yutmuş, geride kalan külleri önüne serilen gazetenin üzerine bırakmıştı.
Pencerenin kırık camından esen rüzgârla küller havaya uçuşuyor, bir süre sonra gözden kayboluyorlardı. Soğuk bir gece yerini soğuk bir sabaha; gecenin siyah rengi kendini kızıl çizgili bir maviye bırakıyordu. Bir köşede durmuş babamın uyanmasını bekliyordum.
Başına kadar sarıldığı tiftiklenmiş yün battaniye altında, bacaklarını karnına çekmiş yatıyordu. Babamı uyandırmak istedim fakat buna imkân yoktu. Gerçi ne bir çalar saate, ne de sabahın köründe ötecek arsız bir horoza gerek vardı. Babamın her sabah olduğu gibi yine öksürük nöbetleri başlar, canı çıkarcasına öksürmekten iki büklüm kalır ve bir süre sonra uyanırdı.
Yine başladık işte. Önce derin bir nefes ardından gelen kuvvetli öksürük silsilesi. Neyse ki bu sabah çok zor uzun sürmedi. Gıcırdayan yatağın yayları babamın uyandığını haber veriyordu. Dışarıdan bakan herkes yatağı yeni aldığımızı düşünebilirdi. Evdeki eskimiş her şeye inat; üzerinde tek pas izi bile bulunmayan bu yatağı da yine aynı çöpün kenarından alıp getirmişti.
İhtiyar, siyah kemik çerçeveli gözlüklerini yattığı yerden taş zemine uzanarak bulmaya çalıştı. Yerden aldığı gözlükleri, yaşlandıkça irileşen burnuna artık tam oturmuyor, bazen sarkık kulaklarından da kayıyordu. Gençliğinde kullandığı gözlüklermiş. Geçen gün sapı kırıldığında tamir etmeye uğraşırken kendi kendine söylenirken duymuştum.
- Daha ne kadar dayanacak ki zaten. 40 yıllık gözlük işte.
Ayağa kalkarken gıcırdayan yatak, ona yine alışık olduğu ‘’günaydın’’ şarkısını çalıyordu. Babam mahmur bir edayla dönüp bana baktı. Belki de bakmadı bilemiyorum. Bu küçücük odada nereye baksa zaten bana bakar gibi olurdu.
- Sonunda uyandın babacığım. Bu sabah çok fazla öksürmedin, daha iyisin değil mi?
Cevap vermemesine alışkındım ve nedenini soramıyordum. Zaten o benimle hep çok az konuşurdu. Hatta uzun zamandır ilk kez geçen akşam birlikte eve dönerken konuştu. O gün çok çalışmış ve şansımızın da yaver gitmesiyle birkaç günlük parayı bir günde kazanmıştık. Eve dönerken bana bakıp gülümsemiş:
- Bugün iyi iş çıkardık. Demişti.
O kısa an, bu somurtkan ihtiyarda gördüğüm tek mutluluk emaresiydi.
Kır saçlarının tezatlığında siyah bir bereyi çabucak başına geçirdi. Yıllar geçtikçe darazlanmış yüzü, odanın ekşi küf kokusuyla büzüştü. İhtiyar pencere pervasına eğilerek dışarı bakarken, camın çatlağından sıçrayan su yüzüne geliyordu. Derin bir iç çekip üzerine geçirdiği paltosuna sıkıca sarıldı. Sobaya elini uzattığında, pencere camı kadar soğuk olduğunu fark etti. Sobanın önüne serili gazetedeki küller, ihtiyarın adımlarıyla oluşan rüzgârda ortalığa saçılıyordu. Yatağının altına eğilip küçük kovayı kendine çekti. Elindeki bezi kovada iyice ıslattıktan sonra var gücüyle suyunu sıktı.
Beni her sabah bu ıslak bezle üşenmeden siler, kurular ve sonrasında sırtına alır birlikte işe giderdik.
Bazen bu ihtiyar adama kendimi taşıtırken eziyet ettiğimi düşünür, üzülürüm. Ama yürüyemiyorum ve babamla birlikte çalışmamız gerekiyor.
Çarşı, sabahın ilk ışıkları ile yavaş yavaş hareketleniyordu. Birbiri ardına açılan dükkân kepenklerinin gürültüsüne, cadde boyunca ilerleyen bir arabanın henüz yeni yeni ısınan motorundan gelen boğuk sesler eşlik ediyordu. Gece nöbetinden dönen birkaç köpek uykuya dalmadan önce, nöbetini devrettiğini bildirir gibi çarşının ortasında mecalsizce havlıyordu.
Yağmurun dinmesini beklediğimiz köşedeki dükkânın tentesi, bizi soğuktan olmasa da yağmurdan koruyordu. Dükkânın sahibi geldiğinde babam irkilerek geri çekilirken adamı başıyla selamladı. Adam kayıtsızca bize bakarken, bir yandan cebindeki anahtarlardan doğru olanını seçmeye çalışıyordu.
Babamın sırtında beklerken kulağına usulca seslendim:
- Ne kadar kaba bir adam böyle. İnsan bir günaydın der.
Adam dediğimi duymuş olacak ki, dükkânının kepengini kaldırırken duraksayıp bize döndü:
- Bütün gün burada durup başımı ağrıtma ihtiyar. Koca çarşıda bula bula benim dükkânı mı buldun yine?
Babam mahcubiyetle cevap vermek istedi. Fakat adam onun sözünü kesti.
- Hayır, bir kelime dahi duymak istemiyorum. Geçen defa da seni uyarmıştım. Sen ve sırtındaki zımbırtının gürültüsünden bütün gün başım ağrıdı.
İhtiyar kendini açıklamak istese de hiddete sarılı kelimelerin arasına girmeye cesaret edemiyordu. Dükkân sahibi sözünü bitirip içeri girdiğinde babam koluma dokunup:
- O zımbırtı değil, diyebildi.
Fısıltısını kendi bile zor duymuştu ama beni içten içe de olsa savunuyor oluşu içimde ılık bir esinti yaratmıştı. Babama sıkıca sarıldım. Beni duymamazlıktan gelse de, sevdiğini biliyordum.
Neyse ki yağmur dinmiş bu kaba saba adamın dükkânın tentesine artık ihtiyacımız kalmamıştı. Cadde boyunca biraz yürüyüp, çalışabileceğimiz en uygun yeri seçerek işe koyulduk. Karşı kaldırımdaki simitçi kâğıda sarılı bir simidi ve elinde fazladan bulunan tabureyi babama uzattı:
- Al ihtiyar, hava çok soğuk, kartonun üzerinde öylece oturma. Bütün gün buralardayım işin bittiğinde geri verirsin.
Dün geceden beri bir şey yemeyen babam, kendine uzatılan tabureden çok adamın elindeki simide bakıyordu. Yanımızdan giden simitçiyi minnettarlıkla selamlarken bana doğru dönerek:
- Önce bir kahvaltı edelim ha! Dedi.
Az önce tentesinden kovulduğumuz dükkânın sahibi de, yanımıza gelen simitçi de, biz de bu çarşıda rızkımız için bekliyorduk.
Caddenin kalabalığı iyiden iyiye artmıştı. İş yerlerine yetişmeye çalışan adamların ve topuklu ayakkabı giyen kadınların her adım da metronom gibi çıkan ritmik sesleri arasında, biz de kendi şarkımızı söylüyorduk. İhtiyar tabureye oturmuş kucağında beni tutarak söylediğim ezgilere eşlik ediyordu.
Bazen bir çocuk duraksayıp bize bakıyor, kolundan çekiştiren annesinin azarıyla gerisin geri bakmaya devam ederek yanımızdan ayrılıyordu. Bazen etrafımızdaki kalabalık öyle yoğunlaşıyordu ki arka sıralardan ayakların ucuyla yükselip bizi dinlemeye çalışanlar olduğunu görüyorduk.
Birkaç saat boyunca devam ettik. Cadde ki kalabalık biraz daha sakinleşip, yağmur tekrar serpiştirmeye başladığında işimize ara verdik. Babam yere koyduğu şapkasını alırken, içinde biriken bozuklukların ağırlığından memnun olmuşa benziyordu. İhtiyar beni sırtladığı gibi ayağa kalkıp yola koyuldu. Birkaç adım sonra sendeleyerek yere yığıldı. O yere kapaklanırken ben de yola fırlamıştım.
Az ileride yere yığılmış babamın yanına gitmeyi istiyordum fakat bu mümkün değildi. Çok geçmeden çevreden birkaç kişi başına toplandı.
- Ambulansı arayın çabuk! Dedi içlerinden birisi.
Köşedeki simitçi de koşup babamın yanına geldi. İhtiyarın başını kaldırmaya çalışıyor, yüzüne su serperek onu kendine getirmeye uğraşıyordu. Biraz sonra babamın boynuna dokunup geride bekleyen kalabalığa döndü:
- Ölmüş. Dedi.
Yolun ortasında öylece yatıp babamın hareketsiz bedeni izliyordum. Duyduğum tek kelime, olduğum yerde çırpınırken nefesimi kesmişti. Az önce birlikte şarkı söylediğimiz, beni sırtında taşıyan adam şimdi ölmüştü. Yolun ortasında öylece yatarken ne yapacağımı bilmiyordum. Olup bitene anlam vermeye çalışıyor, etrafımdan geçip giden arabaların beni ezecek olmasını dahi umursamıyordum.
Babamın etrafında ki kalabalıktan biri ile göz göze geldik. Ben kendimi dahi umursamaz iken beni önemseyen biri çıkmıştı sonunda. Hızla yanıma gelerek etrafına bakındı. İnsanlar yerde yatan ihtiyar ile meşgulken, o adam dışında kimse benimle ilgilenmiyordu. Adam birden eğilip beni kucakladığı gibi uzaklaşmaya başladı. Acıdan mı şaşkınlıktan mı bilmiyorum nutkum tutulmuştu. Hareket edemiyor, tek kelime konuşamıyordum. Adamın kucağında hızlı adımlarla ilerlerken yerde yatan babamdan git gide uzaklaşıyordum. Köşeyi döndüğümüzde istemsizce gözlerimi kapatıp derin bir uykuya daldım.
Keskin bir çan sesiyle irkilerek uyandım. Kapıya tutturulmuş çan içeri giren birilerini işaret ediyordu. Dışarıdaki soğuk hava olduğu gibi içeri dolmuştu. Çok geçmeden bir adam gelen müşterilerini selamlarken kapıyı hızlıca kapatmıştı.
- Buyurun efendim, hoş geldiniz. Siz biraz bakının lütfen, hemen geliyorum.
Adam ellerini ovuşturup yanıma doğru hızlı adımlarla geldi. Kâğıda bir şeyler karalayıp, üzerime yapıştırdı. Beni kucağına alırken nazik davranmaya gayret ediyordu. Dükkânın içinde ilerlerken etrafı seyretmeye başladım. Raflarda dizilmiş bronz ve pirinçten şamdanlar, gaz lambaları dükkânın ışıkları altında parıldıyordu. Cilalanmış masif mobilyalar yeni gibi görünse de geçmiş dönemin izlerini taşıdıkları çok belliydi. İçeride asılı irili ufaklı duvar saatlerinden gelen tik-tak sesleri birbirini takip ediyordu.
Çok geçmeden bir antika dükkânında olduğumu anladım. Adam beni vitrindeki tunçtan çerçeveli aynanın yanına bıraktı. Aynaya baktığımda az önce üzerime yapıştırılan kâğıdı fark ettim.
‘ Satılık Akardiyon. En az 40 yıllık’ yazıyordu.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.