- 364 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Belki Tüm Borsalar Çöker Fakat İnsanın Haysiyeti Var
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın Adıyla
Sanma ey hâce ki senden zer ü sîm isterler
‘’Yevme lâ yenfe’u’’da kalb-i selîm isterler.
Bağdatlı Rûhî
‘’İnsan nedir?" sorusu yüzyıllardır insanoğlu tarafından soruluyor. Biz bu soruya kolayca ’eşref-i mahlukattır’ diye cevap verip işin içinden elbette sıyrılamayız. Evet, eşref-i mahlûkattır, fakat bu payeyi elde etmek için nasıl bir insan olmak gerekir? Bugün buna dünyanın dört bir cihetinden farklı cevaplar alabiliriz. Çünkü günümüz dünyasında doğru-yanlış, iyi-kötü mefhumları oldukça müphem bir vaziyette ve herkes doğrusunu bildiğini söylüyor. Yalana beyazlık, hırsıza şirinlik, arsıza özgürlük nispetinde bulunulan bir çağda, yolumuzu bulmak zorundayız. Müslümanlar olarak bizler, kabullerimizin yaşantımızdan bir hayli uzak olması sebebiyle soruyu da kabullerimizi de unutmuş durumdayız.
Bu vaziyet bizde ciddî olarak Tanzimat’la beraber aşamalarla günümüze kadar uzanır. Tanzimat döneminde otorite bir tercihte bulundu ve milletini bu yöne sevk etti. Bununla gücün ahlâkına râm olmaya başladık. Peki, neden böyle bir tercihte bulunduk? Bu tercihin hemen öncesinde düşündük ki bizi geri bırakan, kabüllerimizdir. Çünkü savaşlardan zaferlerle dönemez olmuştuk ve bir çare aranıyordu. Bugünden baktığımızda görüyoruz ki, çareyi kendimizi değiştirmekte gördük. Yaşantımızın değişmesi gayet tabiî olarak bizim insan tasavvurumuzu da değiştirdi, varılması gereken hedefi de. Artık biz, i’lây-ı kelimetullah’ı değil, tekniği ve medeniyeti gaye olarak kendimize kabul etmiştik. Gömülü olarak eski(miş) gayemiz mevcut olsa da artık buna Batıdan alacağımız araçlarla ancak ulaşabilirdik, öyleyse evvela bu araçları temin etmeliyiz nazarıyla yola devam ettik. Bunun için bazı kriterler sunuldu ve iştahla kabul ettik. Günün sonundaysa Müslüman Türkler artık medeniyet yolundaki toplumlar durağının mukimi olmuştu. Öyle ki evvel emirde refahı sağlamalıydık. Çünkü milletlerin refah seviyelerine göre istatistiklere girdiği bir çağın insanları olmuştuk. Bu süreçte fütüvvet ehli, kanaatkâr insan tavrının yerine hırs ile doğru ata oynayıp çok kazanmak arzusunda, haris bir tavır yerleşti. Bu, her şeyi birdenbire degiştiriverdi.
Müslüman zengin olsun, güçlü olsun dedik, zenginliği ve gücü kazandık, lakin Müslümanlığımızı kaybettik. Burada vardığımız eşik, toplumsal hayatımızın kıymet ölçülerini maddeleşmiş bir dünya görüşünden almaya başlaması oldu. Bu eşikte, yüzyıllar öncesinden İbn Haldun’un ifade ettiği bir yargı gelip, önümüzde durdu: Refah, tahriftir. Bu sözü ilk duyduğumuzda belki çok müspet hislere kapılmıyoruz çünkü bir gerçek var ki medeniyet kavramının hakikati hakkında belli başlı ön kabullere sahip kılındık. 19. Yüzyıldan itibaren ‘geriliğimizin’ sebeplerini tartışırken hep bir ‘batıya göre’lik zaviyesinden olaya baktık. Ne ki orada var bizde yok, biz eksiğiz. Hâlbuki insan olma haysiyetini taşıdığımız için kapitalist sisteme ayak uyduramıyorduk. Kapitalist sistem için biz, ne tam içine alabileceği kadar vicdansız ne de rakip göreceği kadar kuvvetliydik fakat karşısına çıkmaktan da asla yorulmuyorduk. Bu sebeple kapitalist dünya bizi tüm silahlarıyla kuşatarak, içinde daima küçüklük duyması gereken bir topluluk haline getirmeye çabaladı. Bu silahlarla yeni insan(!) tasavvurunun gerçekleşmesi için eskisinin kaldırılıp taklidin dozunun artırılmasına çabaladı. Toplumumuzun ruh köklerini oluşturan –her ne kadar çatışmalar yaşansa da- tekke-mektep-medrese zincirini bir hamlede parçalayıp (ne yazık ki bu zincirin tüm halkaları en zayıf halka olmuştu ve biz bir ihyâ beklerken imhâya maruz bırakıldık.) insanımızı büsbütün bir aşağılık kompleksine soktu. Bu aşağılık kompleksinin getirisi olarak, bize ait olandan fersah fersah uzaklaşmak mecburiyetini duyduk. Medeniyetin tedrisata bakan tarafında ise nice zamandır alabildiğine şaşkınız. Ruhsuz, köksüz ve ne olduğunu bilmediği bir hedefe yürüyen nesiller yetiştiriyoruz. Koyduğumuz hedefe müteallik fikrimiz uzunca bir zamandır ilerlemeye dair. Fakat nereye? Biz âlemi varoluşsal sebepleri bakımından ele alacak olursak âlemin bir mahlûk olarak varacağı son noktayı -ki bu, inancımıza göre kıyametin kopması demektir- hiçbir Müslümanın görmek istemeyeceğini kabul etmek zorundayız. Hâl böyle iken yediden yetmişe birçok Müslüman Türk ferdinin zihninde ilerleme fikri mevcut. Hâlbuki insanoğlu medeniyet namına ilerledikçe artan tek şey, zulüm. İnsanın kendi kendine zulmü. Sanki bizler ‘Tanrı’yı kıyamete zorlama’ sapıklığının birer neferi olarak güdüleniyoruz. Bu sebeple, ya bizler ilerleme hususunda tamamen sathi bir bilgiye sahibiz yahut biz artık kendimizi büsbütün terk ettik.
İlköğretimden itibaren zihinlerimize kazınan resmî bir prangayla yaşamaya çalışıyoruz: Çağdaşlaşmak! Peki bu hedef insanın ontolojik seyrinde tam olarak neye ve nereye karşılık geliyor? Bunun cevabını modern dünyanın kalıplarıyla verecek olursak, varlık bilgimize dair bin yıllık kodlarımızı terk etmek zorunda kalırız. Efendim, nedir bu bin yıllık kodlar? Esasen bu galat-ı meşhur olmuş bir ifadedir. Zira bizim insan olarak kodlarımız hamurumuza nefes üflenmesi ile bizde mevcuttur. Öyleyse nedir? Örneğin; büyüğün küçüğe, yaşlının gence, atlının yayaya ilk selamı vermesidir. Selâmın verilen tarzdan daha güzel bir surette alınmasıdır, balkonsuz fakat yüksek duvarlı, geniş avlulu evlerdir, merkezinin ticari alış-veriş değil uhrevi alış-veriş olduğu şehirdir, itidal ve kanaattır, ihtiras bataklığından beri olmaktır… Liste uzar gider. İşte bu bahsettiklerimiz bizim kodlarımızın netayicinden başka bir şey değildir. Biz tam olarak bunların istinat ettiği kodlarımızı kaybediyoruz. Ve bunu çağdaşlaşma namına yaptık, yapıyoruz. Eskinin muhabbetini özlüyoruz fakat yeninin refahı bizi daima celbediyor. Toprağı özlüyoruz fakat çok katlı binalara hevesleniyoruz. Sadece şehirlerimize baktığımızda bile herhangi bir Batı başkentinin banliyösü hüviyetinden başka bir şeyi haiz olmadığını görürüz. Yine de içimizden biri çıkıyor ve itiraz ediyor: ‘’Biz dünya mazlumlarının ümidiyiz!’’ İşte bizim çıkış noktamız da tam olarak bu cümlenin yankısıdır. Bu noktada çağdaşlık ve ilerleme mevzuunda soruyu başka bir yönden soralım: Teklifimiz ne? Yani bugünden istikbale ve yaşadığımız post-modern çağa teklifimiz nedir? Bu çağın sloganlarıyla ancak çağdaş olabiliyoruz. Bu sebeple çağların ötesinden bir sese sahip olmamız şart. Bu sesi tanıyoruz. Bu nefha bizim fıtratımızda mevcut. Fakat bunu önce bizim duymamız gerekiyor ve bunu duymak için birçok kalıptan sıyrılmamız elzem. Biz Müslümanlar olarak varlığı, bilgiyi, değeri, üretimi, tüketimi ve birçok kavramı yeniden ele almak ve çağı buna uydurmak zorundayız.
Bugünün Müslümanı dünyada hâlâ edilgen bir tavra sahiptir. Gayr-ı İslâmi kavramlarla İslâm’ı anlatmak, bizi, İslâm’ı çağa uydurmak zorunda bırakıyor. Öyleyse ilk meselemiz, âlimlerimizin bize iman ettiğimiz kelimeleri/kavramları öğretmesidir. Yani en başta gelen meselemiz, eğitimi ta baştan yeniden kurmaktır. Bugünkü ruhu ve maneviyatı yok sayan eğitim sistemimize temel teşkil eden dayanaklar yürürlükte oldukça ne kadar zenginleşsek de hakiki hüviyetimizi koruyanlar ‘’kısık sesler’’ olarak kalacaktır. Çocuklarımızı en başından düşmanın eline teslim edip, sonrasında beşer olmaktan insan olma şuuruna ermelerini beklemek sadece abesle iştigaldir. Bugün sadece iyi bir gelir ve iyi evlerde oturup, iyi arabalara binmek gayesini güden gençlerimizin yaşam standardına bakıp gurur duymak, yüzümüze vurulacak ağır bir tokattan başka bir şeye yaramayacaktır. İnsan olmanın kıymetini anlatmak için önce ontolojik bir şuura sahip olmak gerekir. Bunun içinse evdeki yaşantımızdan sokaktaki yürüyüşümüze, şehir planımızdan, tabiat algımıza kadar her meseleyi etraflıca tefekkür edip işe koyulmak zorundayız.
Bu minvalde şu meseleyi gözden kaçırmamamız gerekiyor: Bugünün Müslümanı refaha erdikçe kimliğinden uzaklaşmaktadır. Burada tekrar İbn Haldun’un söylediğine dönecek olursak tahrif salt bir bozulma olarak algılanmamalıdır. Tahrif burada bir başkalaşmayı ifade eder. Bir hâlden başka bir hâle geçiştir. Bu başkalaşma eğer şuursuz bir tavırla olursa o zaman bozulma meydana gelir. Bugün yaşadığımız da tam olarak budur. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren baktığımızda Anadolu, hâlâ insan hüviyetini koruyan bir iç kale mesabesindedir. Ne zaman ki modernitenin köşe bucağa getirdiği zenginlik tadıldı, işte o zaman orada bir bozulma başladı. İnsanoğlu taht kurup oturmaya meyyaldir. Zenginlikten vazgeçelim, hep beraber maddeten fakra düşelim tavsiyesini sunmuyoruz. Fakat nefsimize, ben ancak fakir-i mutlak ve aciz-i mutlak olanım demenin yollarına tekrar erelim diyoruz. Bugün ruhlarımızı tahakkümü altında tutan nefsin pençeleriyle zabt u rabt altında olduğumuzun farkına varmalıyız. Zindanda olduğunu bilmeyen, nereden nasıl kurtulur? Bize hâlimiz ve ilm-i hâlimiz unutturuldu. Dijital çağ denilen bu çağda neslimizin bütün letâifi daha doğumunda öldürülmeye çalışılıyor. Bu nefs saltanatını engellemekse ancak ilahi nizâmın teşekkül etmesiyle mümkündür.
Batılı bazı filozofların nice zamandır çığlık çığlığa aradığı ve adına ‘’üst insan’’ dediği şey bizim kâmil insan ile müşahhas kıldığımızdır. Batı hiçbir zaman bu ‘’üst insan’’ı hakiki anlamıyla gerçekleştirememiştir. Bizdeyse cemiyet mikyasında alel-umum bir olgudur. Tekkelerimizle, toprağımızla biz, ilahi çağrıya kulak vererek yüzyıllarca bunu bünyemizde mümkün kıldık. İşte bu, bir nizamın neticesidir. Bugün biz, her bir kurumumuzla bu nizamdan yoksunuz. İlahi nizamın tesis etmesi için diğerinin butlanı şarttır. İçimizdeki, âlemimizdeki putları yıkmadan, ruhumuzu nefsin tasallutundan kurtaramayız. Elbette bu tek boyutlu bir mesele değildir. İnsanı cemiyet kâmil hâle getirir. Cemiyetin bunu yapabilmesi için mükemmil olması gerekir. Cemiyetin kâmil ve mükemmil olması ise bağlı bulunduğu hukuka ve töreye göredir. Fakat fertler olarak her birimiz kendi putlarımızı yıkmakla işe başlarsak, en azından bu konuda dert sahibi olabilirsek, mühim bir aşamayı geçmiş oluruz. Çocukluğumda Filistin’de, Çeçenistan’da şehit olmayı arzular ve daima bunun için dua ederdim. Bugün baktığımda ise kalbimin karardığı ölçüde Filistin’in, Çeçenistan’ın yanına mazlum coğrafyaların eklendiğini görüyorum. Bizim ahsen-i takvim olarak yaratılmışlığımıza münasip yaşama derdimiz, bütün dünya mazlumların dertlerini de haizdir.
Sözlerimizin hülasası olarak deriz ki; insan elbette fıtratına dönecektir. Fakat bu bir âfetle, felaketle, sefaletle de olabilir, insanın şuurunun ve ödevinin farkına varmasıyla da olabilir.
Asra yemin eden Rabbül’alemîn, bizi istisna kıldıklarından eylesin. Âmîn.
Abdülkerim ÖZGAN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.