- 722 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
GÖZLERİN KAN AĞLIYOR ÇOCUK!
“Bu çocuğun gözleri çok güzel…”
“Kendi sevimli, gözleri güzel olmaz mı?”
“Doğru, hem de bir kımık, baksan, ela mı gözleri?”
“Öyle, eladır, Hamik’in gözleri.”
“Hamiko çocuk… anası kurban!...”
Asıl adımı çoktan unutmuştum. Hangi sivri zekalı bulmuşsa, bulmuş işte, köy yeridir, illa ki şanına yakışır bir lakap bulurlar. Asıl adın ortandan yok olur, askere gitmek için nüfus müdürlüğünden kafa kağıdını alana kadar. Askere git, gel ya da haberin olmadan erken yaşta evliliğe zorlanmışsan işte o zaman asıl adın geri gelir bulur seni. Bize de Hamiko yakıştırması yapılmıştı. Anne ve babamdan başka köyde yediden yetmişe, herkes bu adla çağırmışlardı. Ta ki yatılı okula gidene kadar.
Hangi yılın yazı, yılların adını bilmiyordum. Okul çağım gelmiş, ama köyde okul yok. Daha ilkokula başlamamıştım. O günlerde zaman kavramını fazla bilmesem de yaylaya çıkalı yaklaşık bir ay olmuş, diyorlardı.
Her şey bir sabah yataktan kalkarken olmuştu, göz kapaklarım birbirine yapışmış, açılmamıştı. Anneme seslendiğimi hatırlıyorum, korku ve endişe ile ağlayarak. Bir leçek parçasını ılık suya batırarak gözlerime sürdü, açılmasına açıldı, ama annemin hayretle;
“Aman Allah’ım… ne olmuş senin gözlerine böyle?” Korkmuştum, ne olduğunu bilmiyordum.
"Gözlerin kan ağlıyor çocuk!..."
Sonraki günlerde iltihaplı akıntılar başlamıştı. Göz kapaklarım şişmiş, kan gölüne dönmüştü. Güneş ışığı, yaylanın yamaçlarını süsleyen alıç dikenleri gibi gözlerime batıyordu. Diğer yandan şiddetli ağrılar başlamıştı, bilhassa sağ gözüm.
Ot biçme zamanıdır. Haziran ortası, sarı sıcaklara daha vakit olsa da, ortalık sıcaktan geçilmiyor. Babam ve iki abim ırgatlarla beraber ot biçtikleri için köyde kalmışlardı. Ancak babam, akşamları Demirkır kısrağa biner, yaylaya gelirdi. Irgatların günlük ekmeklerini, küplere doldurulan yoğurt, ayran ve tencere tepeleme dolu tereyağlı bulgur pilavını büyükçe bir heybenin gözlerine yerleştirirlerdi akşamdan. Kolibaba tepesi kızarmadan tekrar yola koyulur, köye geri dönerdi.
Köyde bütün çocukların gözleri çapak bağlamıştı, kan batıyor, kaşınıyordu. O dönemlerde köylülerin hayatlarında hastane ve doktor yoktu. Hastane duvarlarını görmemiş insanlar çocukların göz hastalıklarını ne bilsinler. Yatılı okula gidinceye kadar trahom nedir bilmezdim.
Gözlerimin kanlı, kırık halini görenler tozlu topraklı yerlerde oynadığım için kızmışlardı. Önce tozdur deyip kendi haline bıraktılar, gün geçtikçe daha da kötüleştiğini görünce, annem telaşa düştü. İyileştirmek için kocakarı ilaçlarına başvurdular.
Gülşe kadına götürdü annem, gözlerime toz bibere benzer kırmızı renkli, “moda “ dedikleri bir toz koydular. İyileşmedi, daha da kötüye gitti. Yaprakları küçük dikenli, kengere benzeyen bir çeşit bitki vardır adını bilmediğim, yayla evimizin arka yamacında çokça biter, bir de köyün ortasında kalan mezarlık üzerinde.
Yapakları dikenli bitkinin etrafını açtılar, kökünü bıçakla kestiler, kalın kökünden beyaz, ince bir süt aktı. Annem her akşam bitkinin sütünü gözlerime damlattı. Acısı geçinceye kadar gözlerimi yakıyordu. Toz toprakta oynadığım için suçlu duruma düşmüştüm, ağlayıp sızlamak yasak olmuştu. Günler geçti başka ilaçlar denedilerse de olmadı, gözlerimin durumu daha da kötüye gitti. Bir süre sonra tamamen ışığa bakamaz olmuştum ve göz kapaklarını durmadan üst üste kırpmak zorunda kalmıştım. Köyün çocuklarına alay konusu durumuna düştüm, bir kere. Köy yeridir, yeter ki senin bir açığını, eksiğini görmeyiversinler, o saate lakabın hazır.
“Kör Hamiko” diye hitap ederek dalga geçmeye başlamışlardı. Çocukluk çağım bitinceye kadar adım Kör Hamiko kalmıştı. Bir çocuk için arkadaşları tarafından kör diye seslenmesi, anılması ve dalga geçilmesi gözlerimin acısından daha çok acı veriyordu.
Adil Dayının çocuklarının gözleri de aynı durumdaydı. Köyde başka çocukların da gözleri çapak bağlamıştı.
Aradan bir ay kadar geçtiği halde iyileşme olmamış, aksine kötüye gitmişti. Bir gün sağ gözümün iyi görmediğinin farkına vardım, üzerine buluta benzer beyaz, küçük bir leke gelip oturmuştu. Korku ve endişeyle anneme seslendim.
“Geçer. “Dedi.
Ne bilsin kadıncağız, hastane mi görmüş, doktor mu bilmiş bunca meşakkat içinde debelenirken. Kör olacağımı düşündükçe, dünyam kararmaya başladı, bir yandan yaylamızın sergilediği cömertliklerden, diğer yandan oyunlardan mahrum kalmıştım. Sanırım o yaz dokuz yaşına girecektim.
Otların biçilmesi, bağlanması ve kağnılarla taşınması fazla sürmedi, bir ay kadar bir zaman içinde bitmişti. Öküzler kısa adımlarla kağnı arabalarını taşırken, adamlar arkadan yürüdüler. Hepsinin sakalları uzamış, dudakları yalama olmuştu.
Hasat işlerine başlamadan yayladan köye indiler. Çocuklar ilk soluğu Murat suyunun kenarında almışlardı, içlerinde ben de vardım, ama suda yüzemiyor, kumlara uzanamıyordum. Yaşlı bir söğüdün gölgesinde köyün çocuklarını gıpta ile izlerken, arkadaşlarım bana;
“Kör… Kör… Kör.”
“Korkak… Suya giremez.”
“Korkak Hamiko… Kör Hamiko.”
“Suda yüzemez, Hamiko, korkak…” Gerçekten kör mü olacaktım, korkuyordum.
Diğer yandan yaz sıcakları bastırınca harmanlar düzlüğünden yükselen saman tozu köyün üzerini sarmıştı. Uzun süre köy toz bulutu içinde kalmıştı. Korkuyordum. Kör olma düşüncesi ile köyün sokaklarında dolaşmam, arkadaşlarımla oynamam gittikçe zorlaşıyordu.
Harmanlar kalkalı yine bir ay olmuştu, Muş hastanesine götürmediler, şehir çok uzak dediler, zaman çabuk gelip geçti. Güz bitti, kış geldi yine götürmediler, diğer yaz da geldi bir yaş daha büyüdüm, bir daha hiç götüren olmadı. Gözlerimde kalıcı göz kırpması armağan kalmıştı.
Ve hiç götürmediler, ben yatılı okula başlayıncaya kadar. Bir sağlık memuru:
“Bu çocuğun gözlerinde trahom var.” Teşhis konulmuştu, küçük bir şişede göz damlası… her gün gözlerime damlattılar. Bir öğretim yılı boyunca tedavi devam etti, nihayet gözlerim iyileşti.
O sağlık memuruna minnettar kaldım.
30 Kasım 2021
Mehmet AKIN
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.