- 317 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ÇOCUK YAŞTA GELİN OLMAK
* ÇOCUK YAŞTA GELİN OLMAK *
“Sakın ana, ben henüz ufağım, bu yaşlı adama verme beni”
Mustafa annesinin doğurduğu, hayatta ancak sekizinin yaşadığı on beş çocuktan, ailesinin beşinci çocuğu idi. Anne baba, dört kız ve dört erkek çocuk, on kişilik bu aile hep birlikte bir dağ köyünde yaşamaktaydılar. Mustafa küçük yaştayken, başşehir Lefkoşa’da en küçük amcasının ve genablasının (yengesinin) çocukları olmadığından, o yörenin anlatımıyla ‘can evladı’ (evlatlık) verildi. Ortaokul ve lise eğitimini tamamlayınca, tıp eğitimini de tamamlamıştı İstanbul’da. Yaz tatili nedeniyle Girneli olan nişanlısı Gülten’inin isteği üzerine Avusturya’daydılar. Tatilin ilk haftasında “1974 Kıbrıs Çıkarması” yapılınca stajını burada tamamlamayı uygun görüp doktorluk görevine de burada başlamıştı. Kıbrıslı olduğu ve İngiliz Okulu’nu (The English School) bitirdiği için ileri derecede İngilizcesi yanında, Almanca dil kurslarına gidince Türkçe ’den sonra her iki dili de rahatça konuşabilmenin üstünlüğü ile Viyana şehrinde sürdürüyordu doktorluk görevini Mustafa eşiyle uyumlu bir yaşam ortamında.
1980 yılının başları, iş yoğunluğunun hafiflediği bir sırada, odasında kahvesini yudumlarken ısrarcı bir biçimde acı acı iki kez üst üste sabit telefon çaldı uzun uzun. Kıbrıs’taki ablası Semiha’dan geliyordu bu telefon. İlkokul öğretmenliği yapan Semiha ablasının telefondaki ezgin sesi, tüm hücrelerine ateşler zerk ettirdi bir anda. “Mustafa sana üzücü bir haberim var, annemizi kaybettik, ne yazık ki zehir içerek intihar etti. Öbür gün cenazesi kaldırılacak”. Telefonda hıçkırıklara gömülen ablası Semiha bu üzünç olay üzerine onu annesine karşı son görevini yapması için acilen memleketi Kıbrıs’a çağırıyordu…
Kıbrıs’ı, kardeşlerini ve akrabalarını özlemişti elbette ama annesinin bu acı durumu da ruhunu allak bullak etmişti. Eşi Gülten de onu yalnız bırakmayıp birlikte gelerek acısına ortak olmaktaydı. Cenaze, mezarlık, mevlit okuma, dualar sona erince ertesi günü Semiha ablasıyla rahat, sessiz bir yerde buluşmaları için sözleşti. Kiraladığı arabaya ablasını alarak deniz kenarındaki kapalı bir kafeteryada uzun uzun sohbet ettiler, yaşamında annesine fazla yer verememenin derin hüznüyle…
Büyürken, kardeşlerinden, annesinden, babasından uzakta bir yaşam sürdürdüğü için derinlemesine aile konuları hakkında etraflı, fazla bir bilgisi yoktu. Öğrenim yılları da araya girince amcasının, yengesinin sıcaklığında öz ailesiyle ilgili geniş bilgilerden uzak kalmıştı. En büyükleri olduğu için ablası Semiha ile sohbet ederek bu eksikliğini giderecekti. Babası ile annesinin yaşamlarında bir uyumsuzluk mu vardı? Güzelim yaşamına niçin son vererek intihar etmeyi seçmişti annesi, son kurtuluş yolu olarak, başka seçeneği hiç mi kalmamıştı?... Köyden 5-6 yaşlarında ayrıldığı için anne babasının yaşam biçimlerini hiç etraflı düşünmemişti. Kent yaşamı ona köy yaşamından çok iyi, cazip gelse de ruh dünyasında kapalı, paylaşımsız bir adacığı vardı belli ki, kardeşlerinden, ailesinden uzakta yaşamını sürdürürken …
*****
“Babamız köylük yerde yirmi yaşlarda evlenmiş ve ilk eşi veremden öldüğü için ikinci evliliğini Ayşe Hanım’la yapmış. İlk eşinden Teoman adında bir üvey ağabeyimiz var o da Avustralya’ya yerleşmiş. İkinci eşi Ayşe Hanım’ın çocuğu olmadığı ve dayak da yediği için (kısır karı diye diye çok dövüyormuş kadını) on yıl üzerine boşanmışlar. Derken annemiz Sevim ile henüz çocuk yaştayken evlendiler, tam on iki yaşındayken annemiz. Düşünebiliyor musun Mustafa annemiz on iki, babamız otuz beş yaşında arada tam yirmi üç yaş farkıyla oluyor bu evlilik! 1940 yıllarında o günün şartlarında kültürün çok az olduğu köy ortamında; örfler, töreler, adetler, görenekler ve fakirlik de bir yandan bu evlilikteki yarını, çocukların büyüyüp yaşayacağı aile ortamını, bir çiftin evlilikteki uyumunu” …Diye uzun uzun anlatmaya devam etti Semiha ablası.
“Kuzu ve oğlak otlatıyormuş annemiz ‘harmanlar’ denen yörede ve kendi kendine de ayak taşı (seksek) oynuyormuş. Uzunca boylu, ailesinin tek kızı, güzel giyimli, saç örgüleri belden aşağı, güzeller güzeli esmerce bir kız. “Sen kimin kızısın kimlerdensin” diye seslenmiş babamız yüzünü iyice görebilmek için. Annemiz oyun oynadığı için iyice kızaran yanaklarıyla, iri siyah gözleriyle utangaç bir şekilde başını kaldırıp bakmış. Hiç cevap vermeden korku içerisinde ‘anne, anne’ diye diye koşarak uzaklaşmış anında oradan. Derken, babamız aracılar koymuş, annemizin babası yani Mustafa dede, uygun görmemiş bu evliliği. Babamız Ekrem Efendi rahat durur mu hiç? Uzaktan uzağa kızı izliyormuş, iki kaşının ortasına yakın, alnındaki beni kastederek ‘ben o seher yıldızına ‘talibim diyormuş. Köyde herkes öğrenmişti Dul Ekrem’in Sevim’le evlenmek istediğini. Sevim annemiz tek kız, kardeşleri ise biri yedi diğeri henüz iki yaşındaymışlar, yani dayılarımız. Bu olanlar karşısında sus pus içinde annesine sığınıp; “Sakın ana, ben henüz ufağım, bu yaşlı adama verme beni” diyerek ağlıyormuş. Bir gün Mustafa dedemizin yolunu kesmiş çeşme başında babamız ve sert sert çıkışarak: “Bana bak Mustafa Usta ya bu kızı gönlünce bana verirsin, ya da kaçırırım kızını rezil ederim sizi, köylük yerde adı çıkınca o zaman, kime vereceksin bu kızı, bir düşün bakalım”. Demiş. Aldı mı dedemizi derin derin bir düşünce. Zeliha Nine zaten vermek istemiyor; ’kız henüz daha küçüktür’ diye de söyleniyormuş. “Ne ekmek yoğurma ne çamaşır yıkama ne koca bakma bilir, hiçbir iş gelmez elinden”.
Ha, bana sorarsan, babamız zaten çiftçi olduğu için ona da köy işlerinden anlayan ve yaşına göre de olgun bir kadın ile ancak evlenmesi uygun olurdu. Ekrem Efendi söz dinlemedi haliyle, aracıları da araya koyarak çocuk yaşta evlendirdiler annemizle. Daha ilk geceden, gerdek gecesinden başlamıştı annemizin acılarla dolu yaşam çilesi. Yaşı küçük olduğu ve henüz daha ‘aybaşı’ (Regl) olmadığı için, belki bilinçsizce davranış, bilgisizlik de vardı bu ilk gece konusundaki durumda. Çocuk yaşta babasından büyük kart bir adamla evlenmek, olacak iş miydi ailelerin yaptıkları? Ürküp korkması da mümkün, rızasız, zorlanarak bilinmeyen birçok nedenden ağır bir kanama geçirmiş ve o akşam doktora zor yetiştirmişler. Bir başka durum ise, bu evliliğin ağır yükünü de Zeliha nenemiz çekiyordu. Ev işleri becerilerini kazanana kadar, her gün gidip annemize yardımcı oluyordu. Üstelik de annemizin bu toy, acemi durumuna hiç yardımcı olmuyormuş, anlayışlı hiç değilmiş babamız! Çok şeyleri bahane ettiğinden dayak sırtından eksik olmuyordu annemizin. Ekmekleri taş fırında pişirirken az yansalar dahi değnekle dayak atardı babamız. Çamaşır için zaten o zamanlar makine yok, su taşınacak sokak çeşmesinden, kazanda ısıtılacak ve kirli çamaşırlar, taş plaka üzerinde kalıp sabunla ovularak tokuçla (tokaç) yıkanacak. Tarla, bağ bahçe işleri ile ilgili becerisi zaten hiç yoktu küçük yaşıyla” …
‘Mustafa bir yandan kahvesini yudumlarken bir yandan da o tarihlerdeki bilgiden, asri görgüden yoksun insan yaşamlarını düşündü. Süre gelen töreler, adetler ve kalıplaşmış ilgisizlikler, bilgiden, medeniyetten çok uzak toplumların sorunlarını düşündü. Oyun çağındaki bir kız çocuğunun, oyundan alınıp, gelinlik giydirilip düğün dernekle evlendirilmesi! Evliliği kavrayacak yaşta değilken zorla evlendirilen çocuklar, çocuk gelinler. Kıbrıs’ta para karşılığı evlendirme, berdel, kuma gibi hoş olmayan durumlar yoktu ama annesi Sevim de rızası olmadan, zorla çok erken yaşta evlendirilmişti. Bir an küçük yaşta zorla evlendirilen kadın adaylarını, ‘çocuk yaşta gelin olmak’ gerçeğini usunda canlandırdı. Akıl kârı değildi bu yaşanan olaylar, çok ürkütücü bir durumdu, o kadar sorumluluğu küçücük bedenine, ruhuna yüklemek henüz yetişkinliğe ermemiş bir kız çocuğunun! Bir kız çocuğunun büyüme, gelişme ve genç kızlık haklarını elinden alırken, çocukluk çağını ve gelişimdeki bedenini de iç etmiş oluyor büyüklerin bilinçsiz, cahilce kararları. Derin çok önemli toplumsal bir yara ve önlem alınması gereken bir sorundur elbette bu durumlar. Hele hele de tıp yönünden incelendiğinde, farklı bakış açısıyla, usun almadığı çağ dışı, akıl dışı çok acı olaylar, diye iç geçirdi!’...
*****
“Biz kardeşler büyüyünce, bu dayak atma durumuna engel oluyorduk ama babamız, bu sefer de yaşlılık sendromuyla yükleniyordu annemize ve ilk tartışmadan sonra hayda yine dayak. Çekilecek bir adam değildi kısacası babamız. Bir güz mevsiminde üzümler sergide serili, aralarından kuruyan üzümleri seçip seçip toplamaktaydık. Beklenmedik çok kuvvetli bir yağmur, sular seller alıp götürdü sergideki üzümleri. Babamız çıldırdı deli oldu adeta; deli deli hareketler, bağırma, çığlık küfür derken kabak annemizin başına patladı. Tam da yemek sırası, ben sofrayı hazırlıyordum ağır bir dayak annemize çekmez mi? Annemiz zaten neredeyse tüm yılı morluklarla geçiriyordu. Annemizin canına tak demiş olacak ki, avluda dut ağacının dibindeki büyükçe bir şişeyi kaptığı gibi kafasında paramparça etti. Sen o zaman yüksek öğretim için İstanbul’daydın sanırım bu olaydan haberin olmamıştır. Doktora götürdüler babamızı dikişler atıldı, bu olay gereği mahkemelik oldular sonra davadan vazgeçildi…
Bu olaydan sonra daha sakin bir yaşam sürmeye başladı annemiz ve babamız, ama arada dayanamayıp annemize sopa attığı oluyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen bu dayak atma alışkanlığını sürdürüyordu huysuzluğundan. Biz tabi ki çoluk çocuğa karıştık zamanla, ama yine de babamıza uyarılarda bulunuyorduk ‘kadına dayak atılmaz’ konusunu sık sık gündeme getirerek. Bunalımlı bir yaşam kısacası, babamın dengesiz davranışları son olarak tuz biber ekti ailemize, ocağımıza incir dikti sonunda. Annemiz soğuktan üşütmüş ateşi çıkmış ve hasta yatağında uyurken babamız kahveden eve gelince evde pişirilmiş hiç yemek yokmuş yenecek. Başladı mı bir kavga, küfürleşmeler dayak derken annemiz avludaki üzüm asmasına atılan zehirden alıp içmiş ve sonra da doktora yetiştirilemeden ömür bıraktı. Bu intihar olayını nasıl atlatacağız bilemem kardeşim sen söyle, zaten hep travmalarla geçti çocukluğumuz. Şükrediyorum ki eşim Kâzım çok uyumlu ve anlayışlı bir eş çıktı şansıma” …
*****
Mustafa eşiyle yan yana, uçaktaki koltuğuna yerleşti, üç dört saatlik Viyana yolculuğu boyunca film şeridi gibi geçmişte yaşanılan yanlışları canlandırmaya çalışıp durdu usunda. Beklenmeyen bu intihar olayını ve gelişmelerin şokunu henüz atlatamamıştı. Ailesiyle ilgili bilmediği ne çok şey varmış diye düşündü. Annesinin çektiği onca acı çileyi yeniden düşünerek duygudaşlık yaptı. Yaşadığı ağır travmalara kadın sonunda dayanamayıp yaşamına son verdi diye iç geçirdi. “Çocuk yaşta gelin olmak”, çocuk yaşta zorla evlendirilmek kadar şansız bir durum olamazdı yarının kadın adayları için. Yanlış evlilikler, yanlış seçimler, bilgisizce alınan kararlar, örfler, töreler, adetler, kültürsüzlük, gelişmemiş toplumlarda yaşamları esir edilmiş kadınlarımız, çocukluğunu hiç yaşamamış çocuk gelinler. Evet evet, bilinçsizce yapılan bu evlilikler ki çoğu acı sonla bitmiştir. Bu duruma el konulsun, en aza indirilsin, hatta hiç yaşanmasın bu çağ dışı olaylar. Mustafa’nın annesi gibi daha bilinmeyen ne çok, çocuk yaşta gelin olan; *SEVİM ÖYKÜSÜ* gibi yaşanmışlıklar vardır elbette. Zorla daha küçücük yaşlarda engel olunamayan, yaşlı yaşlı adamlara uygun görülen “Çocuk Gelinler” …
Pazartesi sabahı yeniden göreve başlarken, Avrupa ülkelerinde, toplumsal cinsiyet eşitliğini, kadınlarla ilgili konularda ve uygulamalardaki bakış açısını düşündü. Birçok konularda kadınlar için fırsat eşitliğini, kadının gelişmiş kişiliğini ve bilinçli yaşam şeklini, kadın girişimcilerini, ekonomiye katkılarını ve de özgürlükçü düşünceyle nelerin üstesinden geldiklerini düşünüp durdu. Anı sandığında acısıyla yer eden bu olayı naftalinlerken: “Vay benim canım anneciğim, vay benim canım anneciğim,” diyerek birkaç kez tekrarlayıp durdu Dr. Mustafa…
Gülşen Şenderin
…*/*/*/*/*/
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.