İLK BACA
İLK BACA
Yürü yürü bitmez yolların bizi taşıdığı yer, aşağısı dere yukarısı tepelerle çevriliydi. Yol boyunda sağa sola serpiştirilmiş altı ahır, üstü ev görünümünde küçük yapılardan oluşan beş on hanelik mahallelerin birleşmesinden meydana gelen bir köydü burası. Adı da çok hoşuma gitmişti. ‘’Dişbudak’’ Siz Anadolu’da hiç bu adla bir köy duydunuz mu? Ben duymadım…
Haritada başka yer yokmuşçasına kurada tayinimiz buraya çıkmıştı. İçimizdeki meslek aşkı dağ tepe tanımayacak kadar yüksekti. Okulda aldığımız eğitim sanki bu yurdu biz kurtaracakmışız gibi bir azim katmıştı her birimize. Onun için, içinde bulunduğumuz mekânın, doğa şartlarının önemi yoktu çoğumuzun gözünde. İçimizde buralara veya bu gibi yerlere niçin geldiğini kavrayamayanlar yok muydu? Elbette vardı. Çünkü hepimiz aynı eğitim ortamlarında yetiştirilmemiştik. Böyle olunca da sonuç gayet normaldi. Ama biz öncelikle kendimizden sorumluyduk.
Gittiğimiz bu köye, daha doğrusu mahalleye okul daha iki yıl önce yapılmıştı. Okulun açılışına gelen kaymakam fındık bahçelerinin arasında, okuldan başka hiçbir binanın olmadığı bu lojmanda ‘’kapıya silahlı iki de nöbetçi koysalar, ben burada bir gece bile yatamam’’ demiş. Hatta ‘’ben olsaydım okulun buraya yapılmasına izin vermezdim’’ diye de eklemiş. Köylüler saf gibi görünse de doğa onları cambaz, akıllı olmaya itmiş. Korkup da kaçmasınlar diye bu sözleri bize birkaç yıl sonra söylüyorlar. Ne yapsınlar onlar da haklı. Öğretmen korkup kaçsa, tayinini başka yere aldırsa, yerine yenisi gelinceye kadar bir yıl geçerdi aradan. Hem okullarını kendi olanakları ile yapmışlardı. Okula öğretmene bakışları da çok candan ve samimiydi. Yeter ki gelen öğretmen çocuklarına bir şeyler öğretsindi.
Öğretmenlerin geldiğini duyanlar okul yanına hücum etmeye başladılar. Etrafta kalabalık evler de yoktu ama ‘’bu kadar insan nerden çıktı’’ diye düşünmüştük bir an. Binbir zorlukla da olsa okulu bulduk ya! Yarın öğrencilerde gelirdi nasıl olsa. Gerisi kolaydı…
İrili ufaklı elli civarında öğrencinin kayıtlı olduğu tek derslikli okulda mecburen sabahçı öğlenci şeklinde çalışmaya başlıyoruz. İlk etapta bir köy incelenmesi dosyası hazırlamamamız gerekiyor. Öğretmenlik eğitimi aldığımız okulda öyle söylemişlerdi ve stajyerlik dosyalarımızda da ekli olması, hatta denetçilerin istemesi halinde gösterilmesi gerektiği de sıkı sıkı tembih edilişti bize…
Çevreyi daha yakından tanıdıkça iyice kaynaştık köylülerle. Velilerimizin çoğu bizimle yaşıttılar. Bundan da anlaşılıyordu ki, daha askere bile gitmeden en az iki çocuğu oluyordu çoğunun. Bu köyde çocuk yaşta evlilikler de gayet sıradan şeylerdi. Arada tek tük kırkına, ellisine dayanmış veliler de yok değildi. Onlar da çoğu ikinci eşlerinden olan çocuklardı. Sayıları çok olmasa da yine de toplumsal sorundu. Hem Cumhuriyetin yasalarına aykırı hem de yeni kuşağa iyi örnek değildi.
Köyün aydını olarak bunları önce tespit, sonra da bu tür şeylerin yanlışlığı konusunda kimseyi incitmeden ikna edilmesi gerekiyordu ki; bu hem çok zor hem de zaman alacak şeylerdi. Köylülerin okula, öğretmene bakışları gayet yerinde olsa da mahrem işlerine karıştırmak istemeyecekleri gün gibi aşikardı.
Zaman ilerledikçe, velileri, öğrencileri evlerinde ziyarete başladık. Benim açımdan birçok sosyal olaydan daha da önemli bir eksiklik vardı gittiğimiz evlerde. Baca yoktu. Arazi zaten eğimli olduğu için toprağa gelen kısmına iki üç taş veya bir sac ayak koymuşlar ateş orada yanıyor. Yemek orada pişiyor. Hatta soğuk havalarda çocuklar da orada yarıyordu. Tavan yok gibi varsa da bire bir ebadında bir boşluk bırakmışlar duman çıkabildiği kadar oradan çıkıyor, çıkamayan da duvarlara siniyordu. Duvarlar çoğu evde isten gri siyah arasında renklere dönüşmüştü. Ateşin yanması çıkan dumanın bir miktarının solunması da işin cabasıydı. Alışkın olduklarından hiç de dumandan rahatsız olmuyorlardı. Buna bir çözüm bulunmalıydı da ama nasıl?
Öğrenci babaları çoğu inşaat ustasıydılar. Yazın fındıkları topladıktan sonra büyükşehirlere çalışmaya giderlerdi. İçlerinde hiç de nasıl olsa gurbete gidiyoruz. Çoluk çocuğu da oraya taşıyalım diyen çıkmamıştı şimdiye kadar. Büyük şehrin ürkütücü ortamı, köydeki bir avuç fındık, ahırdaki birkaç baş inek onları bağlıyordu yaşadıkları yere… Kimse de yaşamından şikayetçi değil gibiydi. Taze gelinlerin asker yolu bekledikleri yetmiyormuş gibi çalışmaya giden kocalarının yolunu beklemek de sanki kaderlerine yazılmış bir yazgı gibiydi.
Gurbetten gelen giden ile gönderilen mektuplar, üç beş kuruş harçlıklar ve o paraya bir daha ne zaman geleceği belli olmayan zamana kadar idareli harcayarak yetirme kaygısı… Hayat bu mecrada akıp giderken mahallede tek tük kendisine betonarme yeni ev yaptıranlar veya kendisi yapanlar da oluyordu. Ama ev yeni de olsa baca yine yoktu. Öyle bir gelenek, görenek, kültür yerleşmemişti bu köye…
Okula göreve başlamamızın ikinci yılıydı. Aşağı mahallede Kayış Ahmet lakaplı çok saygılı bir velimizin yeni bir ev yaptırdığı haberini alır almaz dersler bittikten sonra ziyaret ettik. Çalışanlara ‘’kolay gelsin’’, Ahmet amcaya da ‘’hayırlı olsun, güle güle otur’’ dedikten sonra inşaatın içine doğru ilerledik. Ahmet amca altmışına yakın, hoşsohbet biriydi. Bu lakabı niçin kendilerine taktıkları konusunda bir bilgiye sahip değildik. Ahmet amca bi hayli geç evlendiği için çocukları daha okul çağındalardı. Küçüğü kız birinci sınıfa, oğlan da beşinci sınıfa gidiyorlardı.
Ahmet amcaya nazımızın geçeceğini düşünerek:
‘’Ahmet amca bu mutfağa bir baca yaptırsan olmaz mı? dedim. O nasıl bir şey der gibi şöyle bir yüzüme baktı. Hemen çalışan ustalardan birine dönerek:
‘’Mustafa, işini bırak buraya gel’’ diye seslendi. Mustafa usta yanımıza geldiğinde
‘’Bak öğretmen bir şeyler diyor. Öğretmene kulak ver’’ dedi. Mustafa hemen güler yüzlü bir ifade ile:
‘’Buyur öğretmenim’’ dedi.
‘’Mustafa, mutfakta bir baca olsa, şuraya doğru da bir mutfak tezgâhı yapsanız’’ diyorum. Sözüm biter bitmez Ahmet amca:
‘’Öğretmenin dediklerini duydun. Yapabilir misin?’’
‘’Elbette yaparım Ahmet emmi. Yeter ki sen iste’’ dedi. Hemen devreye girerek Ahmet amca burada baca olursa dumanı bacadan çıkar gider. Hadi sen neysen de küçücük çocukların ciğerlerini bu duman hasta eder. Diğer binalar ahşaptandı. Duman bir yerlerden kendisine yol bulup çıkıyordu. Burada nerden çıkacak? Hem bembeyaz duvar on gün sonra kararıp gidecek’’ der demez.
‘’Öğretmen buralar kır yer. Bizim göreneğimiz bu kadar. Sizin gibi dışarıdan gelen birisi bizim gözümüzü açarsa, biz daha çok şeyler yaparız’’ dedi. Bu arada geldiğimizi duyan evin hanımı yufkadan patatesli börek ve çay getirdi. O gün yediğim yemeğin tadını bugün bile hala unutmuş değilim. Sanırım Ahmet amca tarihi bir karar vermişti ve köyde evine baca yaptıran ilk kişi olmuştu. Aslında Kayış Ahmet o köye yeni bir bakış açısı getirmişti. Biz de köyün öğretmenleri olarak bunun gururunu yıllarca taşıdık…
Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen halen görüştüğümüz o mahalleliler kızımın düğününe de gelerek beni onurlandırmışlardı… Köyün diğer sosyal olaylarını çözmeye gücümüz yetmese de en azından baca işini çözmüştük… Artık o köyde her evde mutlaka bir baca var. Bacaları tüttürenlere selam olsun…
Salih KOÇ
13 Ekim 2021 / Erfelek - SİNOP
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.