Yarım Asır
Mühürlü bakışlardan bana yansıyan buruk bir hüzün; bir de, tükenmez bir vefa vardı.
Günlüklere kazınmaya henüz çok yabancıydı menekşe dilli annemin sözcükleri.
Şarap kızılı ve kelepçeliydi.
Duymasınlar, derdi, sakın! Cendermey to cene bene! (Jandarmalar seni alır götürür!)
-Peki niye anne?
-Sorma kızım, sorma yine!
-Dilimi konuşmak kötü bir şey mi anne?
-Hayır, kızım, değil, halla halla!
-Jandarma neden sevmiyor bizim dili?
-Onun dili değil diyedir, kızım.
-Ama anne! onun dili niye yasak değil?
Çocuk aklımla tabuları sorgulamıştım…
Erguvan yüzlü annemin derindi iç çekişleri:
-Sen büyü bi, o zaman anlarsın, kızım.
-Ama anne, neden bekliyeyim ki o kadar? Ben şimdi bilmek istiyorum. Bilmekte mi yasak, anne?
-Bunu şimdi bilme kızım, o kadar işte!
İçimde şahlanırdı çocuk sesim: ”İtirazım var, itirazım! Yalvarırım, lanetli yasakları bahçedeki bok kuyusuna gömün...”
Elimde kurşun kalemim ve sabırsız kıvranan çizgili defterimdi en candan yoldaşım.
Onlar, emekleyen çelimsiz satırlarıma teselli veren masum aşklarımdı.
Şimdi meraktayım: hangi ateşte küle döndünüz?
Hele o üstüne titredigim boyalı kalemlerim...
”Minyatür dünyamın ışıyan güneşi ve yordamsız ellerimde sevincimdiniz, bilin!”
Kaşları çatılırdı o ipek sesli annemin. ”Sana da, ne defter ne de kalem dayanıyor”, derdi.
***
Altı gözlü müstakil evimizin duvarları taştandı. Kışın soğuk günlerinde, sırtım dönük olurdu kuzineye. Ve en sıcak köşesine büzüşen bendim.
Ah, kokusunu ne çok severdim odunun; çatırdarken harlı ateşiyle…
Kedimiz Péto’nun homurtusuna sığınırdım; hırçınlığım uslansın diye.
Biz büyüdükçe beyhude duvarların arasında, tenimize vururdu musallat bir lanet:
Yasak, yasak!
Hep duyduğum o Y a s a k
Yasaktı ilenen sesim ve kederim.
O vakitler kırgın dilimden utandım! Ve gizlediğim satırlarım, rafa kaldırılmış bahtiyar bir avuntuydu. Ruhum şaşkın…
***
İki yüzlü bir yanılsama mıydı mavi gökyüzü? Halbuki, henüz on gibiydi yaşım. Işıldayan o bakire yıldızlara dokunmak
Ah, ne çok isterdim...
Gecenin karanlığıyla sevişirdi cırcır böcekleri ve ben, tahta çeperli balkonumuzdan onların dünyasına yol alırdım…
Gün geçtikçe, dokunulmamış orman kadar sığdı merakım. Günbegün hüznün anlamını tadardım.
Fakat, her şeye rağmen incidendi ihanetsiz kikirdemelerim: Onlar benliğimde ve hiç usanmadan bana asılı kalandır... Öyle minnetdarım ki!
***
Kederli ninnilerine sığınırdım annemin. Dursun dedemin masal labirentinde Ceylanlar vardı; hani o yırtıcı pençelerden kaçan.
Ateş vardı yakıp kavuran ve içinde gizlenilen mağaralar vardı. Ama beni en çok kaygılandıran, gizemli ciddiyetiydi babamın. O, beni derinden düşündürüyordu. Ve pek iyi anlayamadığım o ağu saçan ya-sak-lar.
Ki, mezar taşları kadar suskun ve kapkara bir baht olup hortlayandı düşlerimde, çiçekli eteklerimde...
Gözlerimin ürkek buğusunda kök salan adsız bir keder birikiyordu. Unutulmayan ip uçları arıyordum etrafımda; dolanan maskeli çehrelerde.
Riyakardı duyduğum melankoli; ip üstündeki bir cambaz gibi, hem yaşayan, hem de yalan olan...
Çocuklar duymasın, aman!
Pir Sultan Abdal, protesto
Ve “dar ağacı”, ne demek?
Nemli nezarethanelerde çekilen bıyıklar...
Dövülür mü kocaman babalar?
“Ser verdi, ama sır vermedi” ler.
Kabus muydu bütun bunlar? Hadi söyleyin bana n’olur?
***
O zamanlar, koyun yünündendi bütün yataklar. Gül desenli döşeğim, yastığım… Öyle sıcaktı ki yer yatağım!
Gramafona dönerdi kulaklarım. Tutulmuş nefesimde hüznün dehşeti ve gözlerim göz yaşlarındaydı annemin.
O, suskun hıçkırığında yakarırken, algımda boğulan bendim...
”Meso, to cene bene!” (Gitme, seni götürürler!)
Ve yine sonu gelmeyen fısıldaşmalar; kavuşmuş kollarıyla iki büklüm o kocaman insanlar.
Bir böcek kadar küçülmüş, seyrindeyim…
“Aman, çocuklar bilmesinler; bırak önce büyüsünler! Okusunlar da, öyle anlasınlar...” Ne demekti bütün bunlar?
-Sen yine de dikkat et. Sakın ha, mitinglere gitmesinler, diyor babam.
-Heya, cene bene kısene... (Evet, götürür öldürürler...), diyor gözleri yaşlı annem.
İste, ben böyle büyüdüm dört dağın vadisinde. 70-lerin kan kokan günlerinde yani.
Travmalardır belki sözcüklere dönüşen ve dünyanın ikiyüzlülüğünü öğreten...
Bundandır ki sevincim derinden yaralı… Dersim acı, dilim lal olalı.
***
Artık ömrümün boyu yarım asır! Yasaklarda boğulan zaman durduraksız. Ve seke seke ilerliyoruz ”kardeşçesine”.
Zaman arsız ve büsbütün insafsız! Bundandır ki, belleğim de olabildiğince yorgun.
Bu okuduğunuz, devraldığım mirasın gizemli özetidir. Ve bir o kadar da kadimdir tortusu.
Suluyorum, suluyorum nicedir...
Heidi Korkmaz, Eylül 2013 Tar
YORUMLAR
Anlatımın güzelliğine hayran kaldım.
Yazının derinliği ise başka güzellikte.
Sevgiler.
Tüya
Çok teşekkür ederim.
Saygı ve selgilerimle.
Hızımı alamadım...
Sıfatları öyle uyumlu bırakmışsınız ki, ılık bir rüzgar gibi, usumuzu seviyor...
Çok saygımla.
Tüya
Saygı ve sevgilerimle.
Deli gömleği giydirilmiş, koca bir halk...
Deli gömleği giymez kızlar ...
Deli deli küpeli, sevdim ezelden beri...
Hadi gel de çıkar bu gömleği egnimden...
Karakolda ayna var ayna var...
Çok saygımla.
Tüya
Aslında kimin deli olduğunu çok iyi biliyoruz, da... sadece bilmiyor gibi davranıyoruz...
Elimiz mahkum, n'aparsın...
Baki selam ve saygılarımla...