Şilan'ın Dilemması
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“Ya, anne ya! Ben bıktım sizden; gerçekten bıktım artık!” diye sitem ediyor Şilan. Yüzünü ve dudaklarını öyle bir buruşturmuş ki, sanki eskiyip bir kenara atılmış çuvaldır. Öfkesinden, elindeki telefonu koltuğun üstüne fırlatıyor. Tam hışımla çıkarken odadan, “pat” diye bir ses duyuyor. Telefonun sesidir bu. Söylene söylene ve yine aynı hışımla geri dönüyor. Ve yine aynı hışımla eğilip telefonu yerden alıyor.
“Ha ağzına sıçtığım; kırıl! Kırıl ki, beni kimse bir daha aramasın... Her sıkıştıklarında; her sıçamadıklarında benim başıma çullanmasınlar bir daha! Kırııl! Bin parçaya bölün iyisimi...! Oh, bundan sonra bok telefon edersiniz bana. Canıma değsin!” diye söylenirken, bir yandan da telefonu parmaklıyor. Onun zarar görmediğini anlayınca susuyor. Omuzları düşüyor ve telefonunu yandaki sehpanın üstüne bırakıyor usulca. Sakinleşmiştir!
Şilan’ın annesi, “kızım yine ne oldu?” diye sesleniyor mutfaktan. Sesinin tonu yalvarırcasınadır... Şilan, mutfakta börek yapmakla uğraşan annesinin yanına gidiyor. Kızgınlıktan adımları bir asker adımları gibi serttir. Sırtı annesine dönük, sandalyede poposunu kaydırarak oturuyor. Elleri ceplerinde ve masanın üzerindeki yağlanmış tepsiye bakıyor biteviye.
Annesi, büyümüş gözleriyle tedirgin bir edayla bakıyor ona. Ellerinde de yufka...
-Kızım, kimdi telefon eden, ne oldu? Anlatsana!
Şilan, öfkesinden hiç düşünmeden “kim olacak! Yine senin annendir: gel beni çarşıya götür, bana “amerikan bezi” lazım, diyor. Ya, anne bıktım şu Nene’den; vallahi bıktım! Sanki benim işim gücüm yok, hiç derdim yok... Hep onla mı uğraşcam ha!” Derin derin soluyor. İç çekiyor: “Lütfen anne ya; sen al götür çarşısına!”
Annesi çaresizce bakıyor ona: “Yavrum, ben nasıl gideyim şu bacakla! Ağrımasa hemen giderdim. Biliyorsun!”
Elbette ki Şilan bilincindedir bunun. Düşünüyor: (Yumuşamıştır artık ses tonu) “Ama bıktırıyor beni, anne ya! Tutturmuş hemen gel, bugün gidelim, diyor bana.”
-E, kızım git sen de, ki rahat bıraksın bizi. Yoksa günde on defa arar; başının etini yer iyice. Bilmez misin?
- Ya, bu Nene kafayı resmen yemiş, anne ya! (annesine dönerek konuşuyor) Şimdi yorganları mı yok Allah aşkına? Odur yığmış tonlarca yatak, yorgan; evin içi onlardan geçilmiyor! Şimdi ne yapacak bu kadar yorganı, aklım almıyor, vallahi almıyor! Olmasa, anlarım yani! Sanki evinde her gün onlarca misafir ağırlıyor da, yatak yetiştiremiyor! Evinde kalınca doğru dürüst yastık bile vermiyor bize ya...
En iyilerini saklıyor; artık kime saklıyorsa...Sanki mezara götürecek...
Geçen gece istediğim yastığı vermedi bana, biliyor musun? Ya anne, bu kadar cimrilik olur mu? Kendimi salak gibi hissettim o böyle yaptıkça! Hasta bu kadın, vallahi, hasta! Yaşlandıkça daha bi çekilmez oluyor anne ya! Biz ne yapıcaaz? Üfff!
Şilan’ın sandalye üzerindeki varlığı daha da kayıyor aşağıya. Öfkeden boynu tutulmuş gibi habire ovuyor eliyle; mütemadiyen yumuyor gözlerini.
- Kızım, yaştandır tabii ki. Biliyoruz zaten! Laf anlatamıyoruz işte: Geçen gün de, yeni koltuk alma meselesi yüzünden tartışmadık mı... Neyse kızım, büyütmeyelim bunu. Git kendisiyle, alsın! Ne muradı varsa görsün. Biz de kurtulalım çenesinden.
Şilan, annesiyle dertleştikten sonra, biraz rahatlamış olarak, hazırlanıp çıkıyor evden. Neyse ki, telefonu kırılmadı. Yoksa ne yapıp edip, o cimri anneanesine ödettirecekti...
Şilan, yaklaşık iki kilometre uzaklıktaki anneannesinin evine yürüyerek gediyor. Oraya gelene kadar, dinlediği müzik öfkesini çoktan silip süpürmüştür.
Anneannesi, Şilan’ı büyük bir coşku ve güleryüzle karşılıyor. Şilan da, tüm kızgınlığını unutmuştur bu arada. Sarılıyorlar her zamanki gibi. Şilan, sevincinden heyecanlanan Nene’sinin hazırlanmasında yardımcı oluyor ve hiç zaman kaybetmeden çıkıyorlar evden.
Şilan’ın anneannesinin evi çarşı merkezine yakındır. Yaşlı bir kaplumbağa gibi, ağır ağır yürümektedir. Kaplumbağa hızıyla butikten butiğe; sohbet ede ede gireceklerdir. Şilan’ın eli mahkum; Nene’si ne derse onu yapacaktır. Üstelik, utana utana! Ama, en çok da, onun, fiyat tartışmalarına girmesinden endişelenmekte. Yirmisindeyken utandırılmak, kimin hoşuna gider ki?
Her yeni bir butiğe girmeden önce “Nene, kurban olayım; sakın milletle kavga etme! Niye pahallı, deme! Beni de rezil etme, tamam!” dese de pek güvenmemektedir anneannesine. “ He he, yavrum! Fiyat neyse odur artık! Demem korkma! Benim demem bişey mi değiştirir?” diyerek yatıtırıyor torununu.
Girdiği butiklerde istediği kalitede amerikan bezi bulamıyorlar. Daha doğrusu söylenen fiyatı çok buluyor Nene. Pazarlık yapması da faydasızdır. Bu arada, satıcılara lafını da esirgemeden sokuşturmuştur çoktan. Şilan zaten şu ana kadar çoktan “bin kat yerin dibine” girmiştir. O, her butik çalışanıyla tartışmaya girdiğinde, Şilan eliyle onun elini bastırıp “yeter, sus, tartışma!” diye fısıldamışsa da fayda etmemiştir. Onun, çalışanları aşağılar bir tavırla, pazarlık etmesini engellemek, nerdeyse mümkün değildir.
Bir ara Şilan “Nene bak, çıkar giderim ha! Sus, laf söyleme adama... Yeter, dedim sana!” demişse de, o pek oralı olmamıştır. Nitekim, Şilan da, utancından, her seferinde espriler yaparak, havayı yumuşatmak zorunda kalmıştır.
Fakat, amerikan bezi bulma sevdasıyla girdikleri bütün butiklerden eli boş çıkarlar.
Tam eve dönemeye karar vermişken, Nene birden fikrini değiştirir ve illa Uzun Muro’ya (Murat) gidelim der. Şilan, orada amerika bezi ololabileceğinden emin değildir, ama Nene’sinin istediği gibi yapar. Farklı nedenlerden çok yorulmuş olmalarına rağmen iki sokak ötedeki Uzun Muro’ya da gelirler.
Uzun Muro’nun mekanında, yorgunluğunu gizleyemez kadın. Bunu fark eden Uzun Muro, onun bir sandalyeye oturmasında yardımcı olur. Eskiden beri çok iyi tanıştıklarından, sohbete girerler. Uzun Muro, su ve çay ikram ederse de dokunmaz kadın hiç birine. Şehrin en eski esnaflarından olan bu uzun boylu adamın artık kamburu çıkmış ve saçları tebeşir beyazıdır. Gençliğinde, sıkça bir şeyler satın almıştır bu adamdan. Fakat son yıllarda ayağını basmamıştır oraya; çünkü, onun “pahallı” ve “üç kağıtçı” olduğuna dair dedikodular dolanmaktadır ortalıkta.
Tecrübelerinden yola çıkarak, Uzun Muro”nun sahtekar olduğuna, o da çoktan karar vermiştir. Ama bugün eli mahkum kadının; amerikan bezini bulmak zorundadır!
Uzun Muro, çok saygılı ve samimi davranıyor. Şilan da, Nene’siyle yanyana oturuyorlar. Nene, bir yandan konuşuyor; bir yandan da torununun sağ elini başparmağıyla usulca okşuyor dizinin üstünde. Şilan, cankulağıyla dinliyor anneannesinin adamla sohbetlerini. Sonunsa laf, amerikan bezine geliyor...
Az önce espri yaparak konuşan sevecen Uzun Muro, birden ciddileşiverir:
-Teyze, hele sen önce bana borcunu öde: (Ayağa kalmış ve bir eli bıyığında gezinirken sırıtmaktadır.)
-Ne borcudur o?
- Hatırlıyor musun teyze? Dur bi düşüneyim! (Bir gözünü kısıp tavana bakıyor Uzun Muro) Tam bindokuzyüz... senesiydi. Sen benden kumaş aldın, beş metremiydi, neydi! Paran yetmedi. Dedin, sonra getiririm... Ama getirmedin:
-Halla halla! Ben niye hatırlamıyorum ki? Peki borcum ne kadardı ki? (Kaşları çatık ve sol elinin parmaklarıyla çenesinden sarkan derileri sıkıp duruyor.)
Uzun Muro yine gözleri tavandadır. Bir eli pantolonunun cebinde; bir eli de yine bıyığında...
-Teyze o zamanın parasıyla yirmi liraydı.
-Aman oğlum, allah korusun; ben hiç hatırlamıyorum kumaş mumaş... (başörtüsünü düzeltirken düşünüyor önüne bakarak) Valla oğlum, ben senden hiç kumaş almadım! Yaşlıyım, ama hafızamda kusur yoktur. Neyse hadi öyle olsun! (Kalkıyor yerinden.) Vereyim sana yirmi liranı. Haram yiyenin yeri cehennemdir... Biliyorsun değil mi? (Kinayeli ve bastırarak söylüyor bu sözü.)
Sırıtarak bir kahkaha savuruyor Uzun Muro:
“Ama teyze, yirmi olur mu? Faizini de hesaplayacaksın” deyince, kadın fıttırıyor! Kapıya yöneliyor... Şilan’ın korktuğu, tam da şu andır...
-Senin sahtekar olduğunu dünya alem biliyor: Ben duymadım mı sanıyorsun? Ama bu kadarı da fazla ha! Sana borcum olmadığı halde veriyorum yirmi lira. Alıyorsan al! Almıyorsan da canın cehenneme. Bir daha senin bu haram yerine ayak basarsam... Dönüp dönüp laf sokuşturuyor habire. Şilan, elini sıkı sıkı tutmuş onun ve “Nene bağırma! Nene sus, ayıptır! Bak, her kes bize bakıyor!” demesi de bir fayda vermiyor.
Nene’si resmen Şilan’ı peşinden sürüklüyor. Şilan her ne kadar, “Nene sakin ol! Nene sus, ayıptır; bağırma, dur, diye devam etse de, Nene’si fırtına gibidir artık. Ateş püskürüyor öfkesinden; uğradığı hakaretten, durmadan beddua ediyor Uzun Muro’ya.
Şilan, beçare ve panik olmuş bir halde Nene’sini izliyor. Onu kolundan çekiştirip sakin olması için yalvarıyor.
Sonunda çıkıyorlar butikten. Şilan dönüp “kusura bakma amca, yaşlı Nene’mi, hoş gör” diyor Uzun Muro’ya. O da, “teyze yanlış anlama...!” dese de Nene’nin kimseyi dinlemeye hiç niyeti yoktur şu an. Şilan, utancından yüzünün ateş içinde yandığını hissediyor. Yapabilse kaçıp saklanacak bir yerlere, ama nafile.
Butiğin dış tarafında oturan yaşlı bir dilenciye yaklaşıyor Nene’si. Elindeki yirmi lirayı uzatıyor ona. Öfkeli sesiyle, “al bunu! Sana helaaal hoş olsun, kardeşim. Bu sahtekar, (eliyle Uzun Muro’yu gösteriyor) ona borcum var, diyor. Verdim almadı. Al, senin olsun! Allah da biliyor ki, ben kusursuzum!” Şaşkın dilenci, elinde görünce onca parayı, seviçten gözleri gülüyor: “Allah... “ diyor adam, ama sözünü bitiremiyor adam; çünkü o, söylene söylene yürüyor. Şilan, zar zor yetişiyor ona ve yolda yürürlerken, utancından yüzünü göğsüne gömüyor.
Uzun Muro, dilini yutmuş gibi bakıyor onların peşinden. Kıpırdamıyor kapı eşiğinde. Müşterisinin yaptığını şaşkınlıkla görmüştür. Yan tarafta oturan dilenciye bakıyor sonra. Kafasından ne geçti bilinmez, ama Şilan’a göre, o, rezil rusva olmuştur. Bu arada kendisi de rezil olmuştur anneannesi sayesinde. Çevrede ki esnaflar da hem duymuş, hem de anlamışlardır meseleyi. Kimileri kinayeli gülmüş; kimileri de utançla kafa sallamıştır Uzun Muro’nun düştüğü duruma.
Evin yolunda, bir daha asla kolundan tuttuğu bu annneannesiyle alışverişe çıkmayacağına karar verir genç kız: “Nene, sen beni rezil ettin! Bu artık son defadır; senle çarşıya çıkmıyacam bir daha. Haberin olsun... Tamam mı? Bir daha, kızım gel! Bana bu lazım! Bana şu lazım deme! Tamam mı, deme!” diyerek öfkeli öfkeli onun adımlarına ayak uydurmaya çalışır.
İkisinin de elleri boş. İkisi de adamakkıllı yorgun düşmüştür. Yaşlı kadından ara ara bir inilti duyuluyor. Adımları eskisinden daha ağır ve yavaştır yürürken. Şilan’ın da, anneannesinin de bütün kelimeleri tükenmiştir sanki. Suspusturlar.
“Allahım, bu nasıl bir kadındır? Ben de mi böyle olucam yaşlanınca?” diyor Şilan. İçinden...
Peki, Şilan’ın anneannesinin düşünce ve hisleri nasıldır?
Heidi Korkmaz, 2021 Sthlm
YORUMLAR
Merhabalar, Sevgili Tüya;
Anneanne acaba ne düşünüyor diyerek, okuyucuya da alan açıp, ayrıca bir düğüm attığınız hoş bir son ile bitmiş.
Neden, bilemiyorum ama bu yazıyı okurken, zihnimde kurşuni bir hava canlandı. Yer yer Şilan arkada kalıyor, yer yer Nene arkada kalıyor yürürlerken de... Hadi hava da şu an ki kadar soğuk olmasın ama ince de mont giyilsin bari... Yollar da birazcık bozuk olsun mu?
"Nereye gidiyoruz böyle, eve hep eve"
diyor ya Hesse Doğu Yolculuğunda. E bu hikaye de topraklarımızın doğusunda geçsin tam da şu an acı içerisinde olan...
Sayın Tüya, anti-militarist bir kültürde büyüdüm ben, "büyüdüm artık" dediğim zamanlardan sonra ise insanlık barışını arzulayan, özleyen insanlar etrafımda iken de olgunlaştım diyebilirim rahatça.
Şu anda mı, altımda gerçekten TSK kantininden alınmış, military botlar var. Çok karizmatik. Kot pantolonu üstünden salıyorum ayrı güzel oluyor, kargo pantolonu içine sokuyorum ayrı karizmatik. Bu botları biraz parası olan askerler alırmış kantinden. İçi daha rahat ve gore-tex, standart dağıtılanlardan farklı olarak. Bir gram da su geçirmedi, karda, yağmurda, çamurda köpeklerle, yüksek yüksek binaların arasında da denedim... Bir tane daha sipariş vereceğim. Saklayacağım gelecek yıllar için.
Bu da Fırat'ın dilemması olsun madem.
Teşekkürler...
Tüya
Evet, bilirim; dilemmaların coğrafyası çeşitlidir. Boğuşkan kimileyin ve çetrefillidir...
Gün gelir, hiç yapmadığı ya da "yap(a)mam" dediği şeyleri yapar insan. Çok açıktır ki her daim dediğimiz gibi yaşayamıyoruz!
Ben de anti militarist biri olarak, uzun yıllar önce o botlardan giydim. Militerler için yapılan, dize kadar gelen, hiç üşütmeyen yeşil yün çorap ve yeşil parkalar giyindim. Sıcak tuttular. Gerçi parkalar en çok Deniz Gezmiş'i anımsattığı içindi. Yani bazan, var olan o kırmızı çizgiyi, silivermek ya da üzerinden atlayıp karşıdaki havayı soluma ihtiyacı duyar insan. Bütün tabulara ve doğma inançlara inat. Hatta o "tu kaka" olanın, o yeni keşf edilenin faydalarını dahi görür...
Fırat'ın enteresan dillemması zenginlik kattı öyküye. Çok teşekkür ederim, sevgili Konsante.
Saygı ve selam ile.
Ps: özür dilerim, adınızı kıssa tuttuğum için.
Güne eşlik eden kaleminizi tebrik ederim tüm tüm içtenliğimle.
Sevgilerimle dost yazarım
Tüya
Sevgiler, saygılar.
Tüya
Sevgi ve selamlarımla.
Tümüyle insan....
İnsanın gidiş öyküsü...
Çok kapsamlı...
Kapsayıcı zaman yolculuğu...
Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında...
Öyküde yaşadım ve dedim babaannem yaşasaydı...
Çok saygımla.
Tüya
Hissettirebildiğime mutlu oldum.
Aynen öyle; ne içindeyiz zamanın, ne de büsbütün dışında...
Ben hiç babaannemi yaşıyamadım, ama anneannen vardı; tıpkı bir çiçek, bir melekti... (öyküdeki değil)
Paradoksal olan, yaşarken onlar, bu denli özlenebileceklerini düşünemiyor insan. Keşke olsalardı...
Çok teşekkür ediyorum değer katan, onore eden yorumunuz için.
Baki selamlar, saygılar, sevgiler.