- 503 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
906 – LA İLAHE
Onur BİLGE
“Madde ve mana... Madde nedir, mana nedir?
“Taç marifet tacıdır, sanma gayri tac ola
Taklit ile tok olan, hakikatte aç ola...” demiş erenlerden biri...”
“Sen tok ol da o yeter sana! Bildiğinle kasıla kasıla caka sat! Hep herkesten farklı ve hep herkesten çok bil! Çok bilen çok yanılır ama bunu unutma! Bana “Taklitçi!” dedin. Teessüf ederim sana!”
“Çok bilen kim! Ben bilmem, Allah bilir!”
“Sen de hakikat ehlisin. Hakikate vakıf ama onu gizleyen, saklayan, söylemeyen, onunla büyüyen kişi... Ufala bizi! Yakışır sana! Allah büyüktür! Sırrını senin gibi ekabirden kişilere verir, bize dağıtmaz. Sen de sıkı sakla! Verirsen sende azalır, benim de senden farkım kalmaz. O zaman bana hava atamazsın. İmtihan edemezsin. Bilgini böbürlenmek için maya olarak kullan, kabar da kabar! Kabına sığma, dışarıya taş!”
“Haşa! Öyle bir niyetim yok!”
“Hava atma yahu! Biliyorsan söyle! Kim bilir ne saçma bir şey diyeceksindir! Şimdi ben sana sorsam “Yanlış nedir?” Ne diyeceksin? Bin tane cevabı var. Neyin yanlış olduğuna bağlı... Sorun yarım...”
“Kul olarak ben saçmalayabilirim ama diyen ben değilim. Cevabını kendil bul ki, imanın tescil görsün!”
“Sorunu tam sor! “İnkâr nedir?” diye bir sorunun tek cevabı vardır. Yalanlamadır.”
“O halde kemale erdir!”
“Allah’ı inkar mı?”
“Herhalde konumuz islam ve Allah...”
“Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmeme... O’nunla birlikte her şeyin varlığını...”
“Her neyse... Yorma kendini! Dedim ya, Kaptan’a sor! Ben bilsem sana sormazdım.”
“Sormam. O çok yaşlı... Onu imtihan edemem... Sen her şeyi bilirsin! Bilmesen de bilirsin sen! Çok bilirsin hem de! Ukala şey!”
“Daha iyi ya, madem yaşlı, kemale ermiş, mürşidi kâmil... Mutlaka halefi vardır. O bilmezse o bilir. İkisi de bilmiyorsa mürit bile değiller demektir!”
“Onları kıskanırken çatla emi!”
“Kıskanmam için keşke bir sebep olsa da kıskansam! Neyini kıskanacağım ki! Bir eğiticinin ve öğreticinin en büyük görevi, önce inkârın ne olduğunu belletmektir. Bunu sana öğretmeyen adamın kıskanılacak bir yanı olsa da kıskansam! Çok mürşit gördük! Marifet mürşitlik değil, kul olabilmektir! Neyse... Rabbim cümlemizi, cevabını bulamayacağımız sorularla sorgulamasın İnşallah!”
“Allah’ın adıyla başlanan duanın sonuna İnşallah getirilmez! Sen de bunu öğren benden!”
“Kalın sağlık ve sağlıcakla! Cenabı Allah’ın rahmeti, merhameti, selam, selamet ve bütün güzellikleri cümlemizin üzerine olsun!”
“Boşuna vakit harcattırdın bana! Ehadiyetten bahsediyorduk. Konumuz yarım kaldı. Hiç faydalı olmadın!”
“Eyvah! Ne büyük cürüm işlemişim! Bağışlayın beni! O mübarek sohbetinizden de özür dilerim!”
“Sen kendini beğenmişin birisin! Herkesi aşağılayarak büyüklük taslıyorsun! Şeytan da öyledir!”
“Öyleyimdir!”
“Yeryüzündeki en büyük mürşit sensin! Gerisi aptal yığını... Hepsi çöpe, sen en başa...”
“Ben mi? Hâşa!..”
“Dilin söylüyor onu! “Ben en hakirim!” diye riyadasın!”
“Ben adam olmayı beceremedim ki mürşit olayım! Lakin mürşit geçinenlere de elbette sorum olur!"
“Ruhun var ya o kibirli varlığın... O bar bar bağırıyor! Az daha Allah’tan da Resul’ünden de çok bileceksin! Rehber şahsiyetlerle yarışın var! Onları aşarak en büyük olma arzun... İşte bu, senin şeytan tarafın... Kibir yüklü...”
“Ben elbette şeytanım! Senin gibi melek değilim! Utanasın diye sorunun cevabını veriyorum! Zira işi öyle bir mecraya soktun ki bağışlanır yanı kalmadı! Bunda kabahat benim! “Sana ne be adam! Elin adamına soru sormak neyine! Hem de ne söyleyeceğini ya da söyleyemeyeceğini bile bile...”
“Yine o dört şeyi sıralayacaksın...”
“Bu çok iyi bildiğin ama bir türlü içine sindiremediğinden çuvalladığın sorunun cevabını veriyorum! Sakın bunun ardından tekrar konuşma! Konuyu kapat! Çünkü ben artık eve döneceğim! Yoksa şuracıkta öleceğim!”
“Sadece “Madde!” deme yeter!”
“Madem biliyorsun o dört hecenin ne olduğunu, kâhinsin! O halde açıklamaktan vazgeçtim!”
“Haydi git bakalım! Havan batsın!.. Allah sana tevazu versin! Âmin! Güle güle! Selametle...”
“Haydi, cümleten Allahaısmarladık! ”
“La havle vela kuvvete... Senin dört hece: La ilahe... La ilahe...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 906