- 700 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
853 - GECE ve GÜNDÜZ
Onur BİLGE
Bugün Sadullah Bey’le Define arasında değişik bir söyleşi vardı. Hem ilginç hem çok acıklı... O kadar ki "Keşke duymasaydım!.." dedirtti!
“Ağır ilaçlar alıyorsun ya... “Acaba uyuyacak mı?” diyorum. Bakıyorum, uyanıksın!” diye başlattı sohbeti dede. Sadullah Bey de sanki ona bakıyormuş! Anlattı da anlattı...
“Uyur gezer... Keşke uyanık olabilsem! Belki sürüye sayarlardı. Sürüler dirilerden olur ya... Uyuyan insan ölüdür. Efendimize: "Ya Resüllullah, bize biraz ölümden haber ver.” demişler. “Siz bana uykudan haber verin, ben de size ölümden haber vereyim!” demiş.
Aslında her nefes ölüp diriliyor, haşir ve neşiri yaşıyoruz da ikisi art arda o kadar hızlı oluyor ki çoğumuz yaşadığımızı zannediyoruz. Halbuki yarı ölüm, yarı dirim...
Hani dün bir ayetten bahsetmiştim ya... Geceyle gündüzün birbirini kovalaması ile ilgili... Onun bir mânâsı da bu işte! Kesretin ve Vahdetin birbirini kovalaması gibi... Zıtlar çoğu zaman birbirini kovalayarak tamamlıyor.”
“Çok doğru...”
“O zaman sana bir soru... Hangimiz hangimizi kovalıyoruz? Sen mi beni, ben mi seni?”
“Birbirimizi... İki yarım bir bütün ediyoruz işte!”
“İşte burada riya olmaz!”
“Başta sen beni epey kovaladın. Yoruldum, yakalandım.”
“Bilinen yanı bu! Ya bilinmeyen yanı? Gece ve gündüzün birbirini kovalamasındaki hikmetler, beşer diliyle yazmakla saymakla biter mi!”
“Neden ağlamış, bu ayet indiğinde?”
“Allah: "Ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep, bir o kadar daha olsa, Allah’ın sözleri bitmez!" diyor ya ayette... Ruh ve nefsin, iyiyle kötünün, Celal’le Cemal’in bir birini kovalaması ve bunu fark edememe tuzağına düşecek ümmetin hali... Bizler, bizden sonrakiler, bu dünya ve öbür âlemde olacaklar... Allah’tan ancak ilim sahipleri korkar ya... Peygamber titremez mi! Ağlamaz mı!
Düşün! Sen biliyorsun, karşındaki bilmiyor. Belki bilen bilmediği için masum veya mazurdur. Hal böyleyken biz dönüp kendimizi ıslah edeceğimize başkalarına düzen vermeye kalkışıyoruz, yapamadığımız şeyleri yapmışçasına sergiliyoruz: Bu, Allah’ı üzer de Peygamberini ağlatmaz mı!
Kumandanın bir eri şikayet etmesi aczinden değil mi! Peygamber nasıl şikayet etsin! “Dicle kenarında bir kuzuyu bir kurt yerse, onu Ömer’den sorarlar!” diyen bir Halife bu denli hassas olur da bir peygamber, nasıl içlenip ağlamaz!”
“Gecenin karanlığı cehaletin, gündüzün aydınlığı gerçek bilginin kaynağı olan İslamiyet’in sembolü olunca, o geldiğinde karanlık çekilmek zorunda kalınca, zaman zaman bunun tamamen tersi gerçekleştirilmeye çalışıldığında nasıl huzur bulabilirdi ki!
Son zamanlarda yaşadığım olaylar karşısında başıma çöken karanlıkları Hamd güneşiyle dağıtmaktan başka ne yapabilirdim! Aksi isyana girerdi. Allah ve resulü hoşnut olur muydu bundan!
Görüntü hiç de iç açıcı değil ama aslı o kadar ferahlık verici ki! "Anlayanlar için hikmetler var!" denmiş. Görünen, yalan dünyanın oyunlarından bir oyun, çirkin yüzlerinden bir yüz... Ardında gizli olanı görmeye çalışmak lazım! Esrar perdesi aralandığında, onun öyle olması gerektiği, iyi ki de öyle olduğu, karşılığında ahiret hayatı için neler kazanıldığı gün gibi ortaya çıkıveriyor. O zaman ateşten serinlik gelmeye başlıyor. Zindana nur doluyor. Hayatın Hay nedeniyle güzel, “Vay!..” nedeniyle çirkin olduğunu söylerim hep. Taksimata razı oluncaya kadar kuldan şikayetler yükselir Allah’a. Olanın olduğu gibi kabulü huzur verir insana.
Bir kuş yuva yapmış bizim evin balkonuna. Yavru ayaklanmış. Annesi ona uçmayı öğretecek. Sevinç ve heyecanla etrafında uçuşup duruyor. Gidiyor, bir şeyler bulup yiyor ve gelip kuş sütüyle yavrusunu besliyor. Seyretmesi hayli zevk verici bir olay... Babası da etrafından ayrılmıyor.
Kumrular, aile bağları çok kuvvetli olan kuşlar... Tek eşliler ve eşleri öldükten sonra başka eş edinmiyorlar. Sevgi Kuşları olarak anılıyorlar. Onun için birbirlerini çok seven çiftlerin samimiyetleri kumrulara benzetiliyor.
Yavrunun kanatları yeni yeni tüyleniyor. Annesi kanat çırparken o, belki de düşercesine inip konduğu balkon demirinde kanatlarını çok az kıpırdatarak onu taklit ediyordu. “Ben de senin gibi uçmak isterim ama henüz kanatlarım tam teşekkül etmedi. Kanatlarım kuvvetlendiğinde kim tutar beni! Bak! Henüz ne kadar küçük, zayıf ve güçsüzler!” diyordu hal diliyle. Yine de annesi gibi uçabilmek için nasıl da yekiniyordu!
Çok tehlikeli bir yerdeydi. Onu oradan alıp daha emin bir yere koymak isterdim ama ona dokunduğumda annesinin bir daha onu beslemeyeceğini düşündüğüm için ellemedim. Kumrular, kalabalıklarda yaşayabilen kuşlardandır. İnsanlardan çok sakınmazlar. Zamanla onlara alışabilirler. Yavrularıysa zaten savunmasızdır. Onun için kaçacak halleri de yoktur.
Dün gün boyu pencereden onları izledim. Zaman zaman balkona çıktığım da oldu mecburiyetten. Yavru rahatsız olmadı. Yabancılamadı beni. Olduğu yerde kaldı.
Geceleri uyuyamadığımı söylemiştim. Yine uykusuz sabahlamakta olduğum bir geceydi. Sabaha karşı, dört sularında sokakta bir gürültü koptu! Feryat figan!..
Beyazlar giymiş, ince uzun, genç bir kız, babası yaşında, orta boylu, tıknaz, dazlak bir adamla cebelleşiyordu. Kız gitmek istemiyor, adam onu sürükleyerek götürmeye çalışıyordu. Bu arada ikisi de avazları çıktığı kadar bağırıyorlardı.
Olanı biteni, yavru kuşun yanından usulca geçip balkondan aşağıya bakarken gördüm. Dayanamadım: “Ne yapıyorsun sen be!.. Bırak kızı! Ona vurmaya hakkın yok! Şimdi polis çağıracağım! Kadına şiddet ha!..” diye gürledim!
Benden cesaret alan kız, adamdan sol yanağına yediği şiddetli tokadın acısıyla ona öyle bir tekme attı ki ben de şaştım kaldım! Ona arka olmakla yanlış mı yapmıştım? Adam korkmuş olmalı ki kendisini savunamadı bile. Kız rasgele vurdu da vurdu! Bir ara ittirdi, adam yolun kenarına park edilmiş olan arabanın sol tarafına çarptı! Kaporta yamulmuştur mutlaka. Adam tekrar saldırıya geçmeye yeltendi. Kız ara sokağa saptı. “Ana caddeye çık! Oradan git! İlk önüne gelenden yardım iste! Karakola git!” diye bağırdım.
Bu arada içeriye girip telefonla polis çağırdım. Tekrar balkona çıkıp olayı takip etmeye devam ettim. Giyinip aşağıya inecek durumda değildim. Ağrı kesici almıştım. Ağrılarıma nasıl dayandığımı biliyorsun.
Kuşlar karanlıkta görmezler. Beni fark etmemiş olmalı. Fark etse bile benden zarar gelmediğini denedi, biliyordur. Olduğu yerde pinekleyip duruyordur ama ben, olayın vahametiyle o kadar meşguldüm ki onun orada olduğunu unuttum. İçeriye girerken ayağıma takılan kilimi alıp, hafifçe silkeleyerek katladım ve içeriye girdim. O sırada yün yumağı gibi bir şeyin “Pat!” diye aşağıya düştüğünü işittim ama kilimin üstünde hiçbir şey yoktu. Ne olduğunu düşünmedim bile!
Yavru kuşun orada olduğunu değil, varlığını bile unutmuş bir halde sabah namazını beklemeye başladım. Ezan okundu, Namazı kıldım ve yattım. Uyusam da uyumasam da namazdan sonra uzanırım.
Rüyamda yüksek bir binadayım. Dışa açılan bir kapısı var. Oradan aşağıya kendimi bırakıyorum, yavaş yavaş, rahatça iniyorum. Buna o kadar alışmışım ki hep o çıkışı o şekilde kullanmaya devam ediyorum. Son ineceğimde aşağıda birileri vardı. “Çekilin! Ben ineceğim. Size bir şey olmasın!” dedim. Çekildiler. Yine kendimi boşluğa bıraktım.
Öğleye doğru uyandığımda, yavru kuşun yerinde olmadığını, annesinin babasının onu vızır vızır aramakta olduklarını söylediler. “Uçmuş olabilir mi? Nereye gitmiştir acaba?” falan diyorlardı. Uçamazdı. İyi biliyordum. Henüz çok küçüktü.
“Gece balkona sen çıktın. Orada mıydı?” diye sordular. Çıkarken oradaydı... Sonra? Ben onu zinhar unuttum! Rüyamda kendini sürekli boşluğa bırakan bendim. Yoksa o mu bırakmıştı kendisini boşluğa? Nasıl olur? Ben ona zarar vermeden usulca çıkmıştım balkona. Fakat sonra... O ses!..
“Eyvah!.. Ben kilimi çırparken düşürmüş olmalıyım onu! Yapacak bir şey yok!” dedim ama bittim!.. Çok şirin bir canlının ölümüne sebep olmuştum. O yükseklikten düşen o kadar küçük bir yavrunun yaşaması imkânsızdı! Hem ben olayı anında fark etmemiştim. Belki anında hissetseydim... Fakat o ses geldi kulağıma tekrar aynı şekilde! “Pat!..” Her şey bitti!..
“Allah’ın Mümit sıfatı tecelli etti. Anne baba perişan! Anne, kursağı dolu, gagasını titretip duruyor. Deli gibi yavrusunu arıyor, beslemek için! Yavru yok! Balkonu gözleriyle tarıyor! Bana bakıyor: “Yavrum nerde? Onu gördün mü? Sen mi aldın? Ona nasıl kavuşabilirim? Haydi sen de ara! Yalvarırım bana yardım et!” dercesine bakıyor gözlerimin içine.
Elimden gelen bir şey yok! Ben katilim! İstemeyerek bir cana kıydım! Onun orada olduğunu, onu hepten unuttum! Bir yanlış hareket yaptım! Başka bir olay, onu unutturdu.
Gecenin karanlığı inerek günün aydınlığının, şafağın atmasıyla gecenin karanlığının çekilip gitmesi gibi sevinçli kumru yavrusu olayının, kederli kavga olayıyla sahneden çekilmesi neticesinde meydana gelen vahim olayın yasıyla mahvolmuşken balkona çıkıp aşağıya baktım. Gri bir kanat ve bazı kalıntılar vardı betonda. Anladım ki düşer düşmez can vermiş ve onu kedi yemiş.
Ne kadar üzüldüğümü tahmin edemezsin azizim! Fakat sonra düşündüm ki onun hayatı o kadarcıkmış. Takdir-i İlahi... Ecel gelmiş. Gün boyu orada oturdu, gece sabaha kadar da öyle... Onca zaman ne yoruldu ne düştü!
Ben de her gece balkona çıkan ya da her zaman kilim silkeleyen biri değilim. Onu bana yaptıran da onun canını aldıran da kedinin karnını doyuran da Allah! Annesi balkondaki çiçeği yer, ona rızık götürürdü. Onun ölüsü diğerinin gıdası oldu. Kedinin de bir şeyler yemesi gerekiyordu.
Hayat ve ölüm... Sağlıklı bir ana babadan taş gibi bir yumurta... Yumurtaya can! Yani bir hayat... Yaratılış tamamlanmadan ölüm! Onu dört gözle bekleyen aç bir kedi...
“Ya ben neyim? Bugün Hay sıfatıyla canlı, yarın Mümit sıfatıyla ölü... Karıncanın, tarla faresinin, yılanın çıyanın, mikro organizmaların ve bitkilerin besini...” dedim. Sesli düşünmüşüm.
“İçin acımadı mı!..” demezler mi bir de bana! Zaten mahvolmuşum! Şipşirin bir canlının ölmesine sebep olmuşum! Savunmaya geçtim, kendimden geçmişçesine:
“Siz piliç yemiyor musunuz! O da böyle çıkıyor yumurtadan. O da kanatlanmaya, palazlanmaya çalışıyor. Ya sonra? Sonra ölümü tadıyor! Siz de onu tadıyorsunuz ve ağzınızı şapırdatıyorsunuz. Tadı damağınızda kalıyor, değil mi! O anda kedi konumunda olduğunuzu biliyor musunuz? Aklınıza bile gelmiyor değil mi onun canlı hali? Ya can verme anı? Seri halde kesilirlerken, bir seri katili seyreder gibi seyretmeye dayanabilir misiniz o olayı?
Kedinin biri açlıktan ölüyor olsaydı ve ona verilecek hiçbir şey olmasaydı, kimse kıyıp da o yavruyu ona ikram etmezdi! Mukrim, öyle takdir etmiş. Rezzak sıfatıyla kuş sütüyle beslettirilen, yine aynı sıfatla kediye rızık olmuş. Ben yemedim ya!” diyerek kendimi teselli etmeye çalıştım. Başaramadım ama olsun! Zaman... Zaman en iyi en tesirli ilaçtır!
Hayat ve ölüm... Gündüz ve gece gibi birbirini tamamlıyor. Hayat “Hay!..” dedirttiriyor. Ölüm “Vay!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 853
YORUMLAR
Ben öyküleme konusunda kendime güvenirim. Lakin böyle bir hikayeyi bu kadar ustaca yazıya dökebileceğime emin değilim.
Edebiyat kokuyor her satır.
Mükemmel bir anlatım.
Ne yalan söyleyeyim - uzun zamandır bu kadar uzun bir yazıyı böyle bir sabırla okumadım.
Yazının içeriğindeki kader - takva gibi dini değerlerine hiç değinmek istemiyorum. Ben daha çok yalın ve etkili ifadeden etkilendim.
Fotoğraf bile gayet hoş olmuş.
Genel bir düzen var.
Emeğinize - yüreğinize sağlık.
Saygılar.