- 693 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
817 – TUL-İ EMEL
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Onur BİLGE
Sadullah Bey, büyük oğlunun kendisine sunduğu teklife takılıp kalmıştı. Biraz da kızmıştı. Çünkü elinde nakit para kalmamış. Oğlu da iflasa aldırmadan mal mülk edinmeye çalışıyor, onu zorluyormuş. Dedeye dert yanıyor. O da dilinin döndüğünce bir şeyler söylüyor. Bazen akıl veriyor.
“Benim Eskişehir’in en mutena semtinde eski, bahçeli, tek kat bir evim ve bir arsam var. “Arsayı satalım da oraya dört kat villa yapalım!” diyor. Ben de dedim ki: “Ben tahtalıköye taşınacağım. Şimdilik böyle idare edin.” “Küçük hesaplarla uğraşıyorsun baba! Önünde deli gibi fırsatın var, gözün görmüyor! Tahtalıköye taşınmak öyle kolay olsaydı, babaannem taşınırdı senden önce. Nereden baksan daha otuz sene ömrün var. Ben sana bakarım, merak etme!” dedi. Ben de: “Uzaktan dürbünle bakarsın!” dedim.”
“Sana hiç yakışmıyor. Ölümden bahsetme! Günü gelince elbet hepimiz öleceğiz ama ne zaman sıra gelir, Allah bilir.”
“Kurulu düzenimiz, işimiz bozuldu. “Kuru maaşa bakıyorum. Ne olacak benim halim? Kimse bana bir kuruş vermiyor. Her şeyi kendim yapıyorum.” diyor. Bak bak bak! Daha bana bir kravat bile hediye etmedi.”
“Bunları konuşuruz. Her şeyden önce senin, bakımlarını üstlendiğin kişiler, onlara karşı sorumlulukların var. Sen onlara kol kanat geriyorsun ya yeter! Bizim için tul-i emel peşinde koşma zamanı çoktan geçmiş.”
“Çok ısrar etti. Ben de ona: “Bildiğin gibi yap! Bana sorma! Benim bu dünyada, saray dikecek kadar vaktim kalmadı. Senin yaşındayken kiralarda sürünüyorduk. Eli yüzü temiz, iki odalı bir apartman dairesi istediydim, sen minicikken. Olmadı. Sonradan servet sahibi oldum ama iş işten geçti. Dünyada gözüm, malda mülkte isteğim kalmadı. Siz yapın, yaptırın. Ne yaparsanız yapın! Zaten size kalacak.” dedim.”
“Onların sana ihtiyaçları var. Hiç bir taahhüdün olmasın! Bence biraz zamana bırakın! Ona da öyle söyle!”
“Bana: “Bu kadar karamsar düşünmeye gerek yok. Kimin ne kadar vakti kaldığını Allah bilir ama bu dünyaya geldiysek ona buna hizmet etmek için gelmedik! Kendimizin hizmetçisi oluruz.” dedi. Benden bir şey isteyecek olmasa, aramaz. Her aradığında benden bitecek bir işi vardır. “Olmaz!” dersem, kavga... Dünyanın en kötüsü ben olurum! Para varsa ver, çek git! Hayatlarına hiç karışma! “Bizdeki şansın yarısı başkasında olsa, neler yapar! İflas ettik ya... Millet bizim üstümüze çıkmaya çalışıyor ama kimseye o fırsatı verecek değilim! Sen düşün. Benden sana açık teklif... “Yapalım!” dersen, gider gelir, o işi hallederim. O arsanın parası hem eve yeter hem de iş kurmaya.” diyor. Zor geldi el işinde çalışmak. Patronken işçi vaziyetine düştü. Ağır geldi paşama!”
“Benim bir ağabeyim vardı Antalya’da. “Haydi bir duvar yık da yeniden yapalım!” derdi bana. Ben de sana diyorum.”
“Azrail, kart atmış, Geleceğim der. Evlat: “Hani benim geleceğim!” der. Sadullah: “Huzura nasıl geleceğim?” der. Allah’ın huzurunu kast ettim.”
“Taktın Azrail’e! Azrail senden benden ayrı mı! Her an bizimle... Hani O’nu seviyordun ya... “Kişi sevdiğiyle beraber...” diyordu ya sevgili Resulümüz.”
“Hiç bir nesne ondan ayrı değil. Daha önce de söyledim. Azrail, İrade-i Hak’tır. O’nun iradesi bizden ayrı değil! Bildiğin şeyler... Bütün sıkıntımız bu sözleri duyup da görememek... Herkesin ensesinde zaten... Haydi ben bir duvar yıkayım da sen ör bakalım! Sen bana "Eşhedü"nün ne demek olduğunu söyle!”
“Şehadet etmek... Şahitlik... “Şahidim!” demek. Şuhut... Hazır bulunarak tanık olma, müşahede etme, görme...”
“Kime, neye, nesine, nerede, hangi halde, hangi gözle?”
“Kalp gözüyle... Her alınan ilimden çıkarılan son emin karar...”
“Tevhidi anlamadan bunların cevabı yok. Kararı kim verecek? Allahtan başka kendine şahitlik yapacak bir varlık yok! Nedenini söyleyeyim... Çünkü O’nu ondan başka tam anlamıyla bilen ve gören olmamıştır, olamaz da... Ancak fena ender fena olana, kendi Beka’sıyla tecelli ettiği zaman kul o tecelliyi Beka ender Beka kıvamına getirdiği zaman iş değişir ama o insan da değişir. Tevhit çok zor! Şeriatın kuralları belli... Tarikatta mürşit birkaç ders verir onları ifa edince iş biter. Tevhitte namütenahi tecellilerin tümüyle muhatapsın. Cenini anlarsın, kıyameti yaşarsın, ölmeden ölümle, yani Azrail’le tanışırsın, haşir ve neşri burada yaşarsın, cenneti, cehennemi, sıratı burada görürsün. Senin o sözlerin doğru ama bir yere kadar... O doğrunun bittiği yerde başka doğrular başlar, o biter başkası...”
“Kur’an’ın hiçbir ayeti bir yere kadar doğru değildir, yüzde yüz Allah sözüdür!
“Hiçbir şey bildiğimiz gibi değil... Kur’an dört ilim üstüne inmiştir. Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat ilmi... Kur’an üç çeşittir. Lafzı Kur’an... Bildiğimiz Arapça yazılı olan... Suveri Kur’an... Tafsilatı Muhammedi denilen şu gördüğümüz evredeki görünen ve görülmeyen varlıklar... Üçüncüsü Mâni Kur’an... Buraya kadar saydıklarımızın hakikatte ifade ettiği manalardır. Özün özü... Ayrıca muhkem ve müteşabih ayetler... Şunu demek istiyorum... Aynı ayette birbirine zıt kavramlar var. Bu zıtlık haşa hata ve yanlışlıktan değil, herkesin makam ve mevkilerine göre yeniden yorumlanan sırların o kişiye açılımıdır. Mesela dün Hızır’la Musa kıssasında söz ile özün kısaca bir yorumunu yaptım. Yarın o değişebilir. Yalnız unutulmaması gereken, her değişimin insanı Allah’a bir öncekinden daha çok yaklaştırmasıdır. Allah cümlemizi bu seyri sülukta ayakları kayanlardan etmesin."
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 817