- 625 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
808 – KANDİL GECESİ
Onur BİLGE
Kadir Gecesi hazırlığı içindeydik. Herkes elinden geldiği kadar Kur’an okuyor, zikir yapıyordu. O gece için Viranecilerin de bir takım planları vardı. Bakalım hangisi uygulanacaktı. Biz aramızda bunları konuşurken o iki kafadar bizi izliyordu.
“Mübarek geceler ihya edilmeli. Onlar bizim için kutsal ve değerlidir. Bunda şüphe yok. Ancak onlarda farklı olarak neler yapılır ki? Diğer geceler bomboş mu geçirilir? Yani kısaca... Başkalarını bilmem ama bilinçli bir Müslüman, çalışkan ve münevver bir âbid için kandil gecelerinin her hangi bir geceden farkı var mı?” diye sordu Define’ye Sadullah Bey. O da sanki bunu bekliyormuş gibi bir başladı:
“Bence yok! Sabah uyanınca bunu düşündüm. Her gün miraç bana, her gece kandil... Öyle geliyor. Yanlış mı bilmem. Çünkü bir o gün o gece değil, her zaman O’nunlayım. Neredeyse her gece sabahlarım, inadına kandillerde erkenden uyku basar. Her gece üstüme taş bassalar yatmam da kandil geceleri akşamdan uyuyuveririm. Her gün, günde defalarca kandil sevinci doluyor içime. Allah’ın varlığından, yancağızımdalığından, dayanaklığından, yardımından, dostluğundan ve aşkından... Güneş gibi gülümser bana, ruhum hisseder tebessümünü. Derim ki “O da beni seviyor!” Gözlerim yaşarır. Sonra kendime bakarım. Hatalarım gelir aklıma. Kahrolurum! O’na layık kul olabilmek ne kadar zor!..” diye...
“Ne mutlu sana! Yalan yanlış bir söz söylemediğinden eminsin, değil mi? Sakın kendini avutuyor olmayasın?”
“Yanlış yaptım! Boş bulundum! Dememeliydim aslında. Övünmeye girdi galiba. Büyüklenmeye... Riyaya... Aslında söylemezdim ama bugün düşünmüştüm ve böyle olduğunu iyice belirlemiştim de onun için tıkır tıkır söyleyiverdim. Ben yanlız değilim. Herkesin gördüğü gibi kimsesiz... Baba olduğuna ispat isteceyek adamı hiç görmemişsem, kim olduğunu bilmiyorsam, beni doğuranı iş işten geçtikten sonra, hayatımda yalnızca birkaç saat görmüşsem, eşim el olmuş, evlatlarım varlığımla ilgilenmiyorsa, Yaratan var ya hem de her an var. Benden çok var! Tüm var sandıklarımdan ve saydıklarımdan daha çok... Sevincim ondandı.”
“Allah mı çok olan? Ben bir sanıyordum, demek yanılmışım.”
“Kim olacak! Evet, çok... Tek ama çok... Herkesten,
her şeyden çok... Galiba yanılmışsın. Her ne yana baksam O! O zaman teklikte çok... Her yerden el uzatıyor, ikram ediyor. Görmemek mümkün mü! Her yerden ses çıkartıyor. Duymamak mümkün mü! O kadar güzel yaratmış ki sesleri! Kişi seslerini, enstrüman seslerini dinlemeye doyamıyorum. Bu durumda, ilahiden üstün oluveriyor aşk anımsatan nağmeler. Her yerden şekil şekil, renk renk bakıyor. Kırmıızdan, yeşilden, maviden... Yerden, gökten, arasındakilerden...
Sonra biçim biçim gözleri... Yarattıklarının her biri bir içim su! Hayran kalıyorum, doğrusu! Bu bendeki varlık tutkusu falan değil! Doğrudan doğruya Allah tutkusu! Aklıma getiren O! Dlime dediren O! Yüreğime değdiren O! Sana işittiren O! Her yerde hareket hareket...”
“Evet, haklısın! Neler biliyorsun! Bilmediklerimden haberler... İçin gidiyor değil mi? Darlıkta değil... Yeter, sayma!”
“Bak, şurada ketentohumu var. Raftaki kavanozda... Ona baktığımda, her bir tanenin hem içinde hem dışında... Her yarattığının hem gözünde hem kaşında... Hem özünde hem sözünde hem yüzünde... Sonsuzluğu da muhteşem!”
“Belkilerden ne zaman kurtulursun, bilmiyorum.”
“Suyu akıtan, beni bakıtan... O kadar uzun değil!
Hata payı olabilir. Saygısızlık addedilmez İnşallah! Aklım kıt. Kafam dar. Beynim ot...”
“Neyzen geldi aklıma. “Bana Leyla’yı gördünse anlat! Mecnundan duyup ta rivayet etme!”
Şimdilik Allah’la kal! Daha sonra da... Her zaman... Hep... Ebediyyen ama bilerek...”
“Bir rüya anlatmak istiyorum sana. Onu gördüm de... Çil görmedim ki cildinde! Çillerini alacakmışız. Bir yerler varmış, minicik minicik delikler... Birer birer onlara dolduracakmışız. Ben de dedim ki: “Onun teninde çil yok ki! Hiç yok! Grimsi bir ten rengi vardı ama hiç çil yoktu. Cımbız gibi bir aletle alıp, kesip çıkarıp, o diğer delik delik olan yüzeye aktaracakmışız.”
“Bu nasıl bir rüya böyle! Hayret!”
“Ne bileyim! İşte öyle! Rüyanın aklı yok! Elimin altyındaydı beden... Çok ama çok açık gri... Baktım, bazı yerleri görülüyor da çil yok. Biliyorum ben, zaten onda çil olmaz, en küçük bir leke bile... Onun için hiç de aramadım. “Yok!” dedim.”
“Sen rüyanı anlatmadan on beş dakika kadar önce aklımdaydı bu çil meselesi nedense. İnanmayacaksın belki ama gerçek! Aklıma nereden geldi bilmiyorum, on beş dakikadır “Hiç çilim yok benim!” diye düşünmeye başladım ve bu cümleyi beynimde en az elli kere tekrarladım.”
“A! Bak şu işe! Ben de epey oldu bu rüyatı göreli... Şu anda aklıma geldi de anlatmak istedim. Acaba yorumu nasıldır? Resıulullah’ın bedeniydi bahsi geçen beden. Elimin altındaydı. Bir tek çil bile görmedim onun sırtında, yüzünde...”
“Peki, benim aklıma neden takıldı? Hayırdır İnşallah! Yorumu kolay değil!”
“Rüyam malum olmuş. Sadece Nübüvvet Mührü vardı onda. Bedeninde başka bir iz, işaret yok. Tabii, önce yüzünü anımsadım da... Zaten yüzündeki çillerden bahsediliyordu. O zaman görmüştüm rüyayı.”
“Rabbim hayırlara tedbil eylesin!”
“Âmin! Neye çıkar ki? Çillerine kadar almak ve depolamak... O şey neyse, onu doldurmak çillerle.
Minicik minicik deliklere nakletmek...”
“Dedim ya... On beş dakikadır ne olduğunu düşünüyorum. İşin içinden çıkamadım. Nakaratlayıp durdum! Bir de sen rüyanda bahsedince şaştım kaldım!”
“Teninden çıkanlar... İşaretler... İzler... Onu o kadar aktarmak lazım ki tenindeki çillerine kadar! Düşün!
Detaylara inmek gerek galiba! Ancak çil falan yok. O zaman aktarılacak nedir ki?”
“Başka bir şey olmalı! Şimdi yorma! Ertele! Bu, bedenle ilgili değil!”
“Lekesiz, pak... Düşünüyorum... Mermer gibi onun cildi. “Nasıl bulacağız? Yok ki!” diyorum. Elimin altında, gri teni... İri ve dolgun bir beden... Çil yok!
Hem diyorum ki: “Cildin son dış tabakası... Ne yapacaklar onları toplayıp da? Düşünüyorum. Dış deri... Yüzey...”
“Bunun anlamı daha sonra anlaşılacak. Belki yaşadıkça, belki düşünceler derinlik kazanınca... ”
“Millet onu anlayamamış. Yüzeysel anlıyorlar. Dışını depolamaya çalışıyorlar. Yüzeysel uğraşlar içindeler ve cildinin de gereksiz yerlerini arıyorlar. Fakat onda o aradıklarından bir tane bile yok! Onda olan asalet, güzellik, eşsiz sıfatlar...”
“Suret ve siret...”
“Evet! Bakış açıları farklı... Anlayışları sığ... Yüzeyde kalıyorlar. Abesle iştigal ediyorlar. Olmayanı arayıp bulmaya biriktirmeye ve muhafaza etmeye kalkıyorlar. Oysa onda aradıkları hata, hile, en küçük bir kusur bile yok! Görüntüyle meşguller. Derine inmek lazım halbuki. Onu sayfa sayfa incelemek, satır satır okumak...”
Tadına doyulmaz bir sohbet dinliyordum. Söylenenlerin bir sözcüğünü bile kaçırmak istemiyordum. Stenograf değilim ama onun gibi dikkatle ve hızla not aldım. Devamı da var ama bu gecelik bu kadarını kaleme aldım.
Ben de etten kemiktenim. Çelikten değilim ya... Üstelik hava çok sıcak. Ramazan’ın sonuna yaklaşıyoruz. Sahura kalkmak diye bir şey yok zaten. Yaz geceleri harcanmaz, yaşanır. Şimdi sahur zamanı...
İlhan’ın ısığı yanıyor. O da uyumadı bu gece mutlaka. Gece yarısı tatkı uykudan uyanmak, sahura kadar dayanmaktan daha zor.
Yapayalnız sofra hazırlamak, bir başına bir şeyler yemek ve oruca niyetlenmek nasıldır acaba? İlhan ailesinden uzakta... Yalnızlığa mahkûm. Bense, hayatım boyunca hiç yalnız sahura kalkmadım ve iftar etmedim. Bunlar birlikte güzel!
Dede yalnızlıktan bahsediyor. Oysa yanında, aralarında kan bağı olmasa da hazır evlatları var. Etrafı onunkinki kadar kalabalık kim var acaba! Acıyan İlhan’a acısın!
Öğrenciler genelde bir araya gelerek bir ev kiralarlar ama o Ebu Zer! Yalnız gelmiş, yalnız gider!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 808