- 753 Okunma
- 3 Yorum
- 6 Beğeni
ATEŞ BÖCEKLERİ
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
ATEŞ BÖCEKLERİ
Uzun bir aradan sonra babamla ilgili hikâyelerime bir yenisini daha ekliyorum. Bu zamana kadar beklememin elbette birçok nedeni var. Açıkçası bunlarla kafanızı meşgul etmek istemem. Lâkin bu süreçte babamın oldukça sabırsızlanıp, sıkça “Hikâyemi yazdın mı?” diye sorması beni mutlu ediyor. Yaşama isteğini kaybeden biri için hayata tutunma sebebi onunla ilgili yazılacak bir hikâye olabilir mi?
Bugün davet ettiğimiz ebeveynlerimizle kahvaltı sofrasında neşeyle hasbihal ediyoruz. Annem konuşmaya bayılıyor, nereden buluyor bu kadar lafı bilmem. Sık sık uyarıyorum; iki laf da babam etsin, izin ver lütfen. Gerçi diğer günlere göre nadiren de olsa babam da yeni hikâyelerinden birini anlatmaya niyetli görünüyor.
Sene 1972 Balıkesir’den Bigadiç’e tayini çıkıyor bizim nam-ı diğer Kara Nevzat’ın. Ben o tarihte iki yaşlarındayım diyorum heyecanla. O anın büyüsünü bozmaktan korkarak hikâyeye devam etmesi için “Eee, sonra?” diyerek gözlerinin derinliklerinde oynaşan birkaç yıldız kırıntısı arıyorum.
Zamanda yolculuk yapalım ve hatırlayalım o dönemleri. Radyo bir çoğumuzun dünyayla bağlantı kurduğu, yalnızlığını paylaştığı, arkası yarınları dinleyip, ajansları takip ettiği kapalı bir kutuydu. Ayrıca bildiğiniz üzere babamın ilk göz ağrısı sinemadan sonra evlere yeni yeni girmeye başlayan televizyon oldukça rağbet görmeye başlamıştı.
Hayatımızın ağır ritmi değişip alışkanlıklarımızın yerini alan televizyon için söylenen sözleri de belki de birçoğumuz ninelerinden, dedelerinden duymuş olmalı. Kara kutunun içinden insanlar çıkıp, evin içinde şarkı söyleyip, oynayıp tekrar kara kutunun içine girecekmiş. İnanılmaz görünen bu teknolojik gelişimi kabul etmek hiç de zor olmamıştır diye düşünüyorum. Annem ve babam ile aynı fikirde birleşiyoruz.
Bigadiç’te baş köşelerde yerini almaya başlamıştı televizyon. Ayrıca regülatörün üstü de dahil olmak üzere dantel örtüler örtülürdü süslemek amacıyla. Bazen de toz olmasın diye başka çareler üretilirdi. Lâkin doğru düzgün göstermiyordu televizyon, çoğunlukla ya karlı ya da baş döndüren bir şekilde resimler döner dururdu.
Babam anlattıkça soluk yüzü renkleniyor, bakışları ateş böcekleri gibi aydınlatıyordu içindeki karanlık ormanı. Eh, her aygıtın dilinden de anlayacak biri lazım elbette. Bu kişilerden biri de benim babam, on parmağında on marifet.
Yakın ahbaplarımızdan olan Hüseyin Amca da köylerinde çalıştırdıkları kahve için televizyon alma girişiminde bulunuyor ve babamdan fikir almak istiyor. Yunan işgali sırasında adı Nizan (Bademli) olan bu köy kendince çağ atlayacak başı kasketli, kırmızı yanaklı, tombişçe olan Hüseyin amca sayesinde.
Hükümetteki vazifesinden arta kalan vakti değerlendirip sözleştikleri gibi tam zamanında buluşuyorlar.
“Cep telefonları yok o zamanlar, nerdeee… Söz bir kere çıkar ağızdan, bekletmek bile ayıp kaçardı.” diyerek iç geçiriyor Kara Nevzat.
Beyaz eşya bayisinin sahibi Ahmet Gümüş güler yüzle karşılıyor bizi. Neyse sözü uzatmayayım antendir, kablodur, regülatörüdür lüzumlu olabilecek tüm malzemeleri ayrıca Philips marka televizyonu da alıyoruz.
“Baba, oldu olacak biraz tarif etsen bu karakterleri. Ne bileyim boyuydu, postuydu, huyuydu… Hikâyemizde bu çok önemli bir ayrıntı.” diyorum ve başıyla onaylayıp sözlerine devam ediyor.
“Ahmet Gümüş efendi adamdı, çay içmeden bırakmadı bizi. İlçemizde reislik de yaptı, ak saçlı, orta boylu bu adam sözü dinlenir, zeki ve çalışkan ayrıca hürmetkârdı, ölünceye kadar işine aksatmadan gitti geldi. Hey gidi günler hey!”
Ellerini ensesinde birleştiriyor, sık sık ayağa kalkıyor, bacaklarını bir nebze hareket ettirmek için. Sonra dişsiz ağzı şekilden şekle giriyor. Babamın bir piposu eksik, çocukluğumun Temel Reis’i tam karşımda.
Kara Nevzat’ın uzun süre düşünüp öyle konuşması alışıldık bir durumdu. Lâkin sözleri toparlamak, hele anıları hatırlamak bu aralar zor. Alzheimer tedavisi gören nam-ı diğer dedeyle bir daha böyle bir şans yakalayabilir miyim o da bir muamma.
Koltuğuna oturup başını her zamanki gibi kaşıyarak “Nerede kalmıştım? Hımm…” deyip devam ediyor.
“Köye traktörle gittik, bayram neşesiyle karşılıyorlar, hoş geldin sözleri, gülen yüzler, samimiyetlerini anlatmanın tarifi yok.” diyor.
Televizyonun kurulacak yerini tespit etmekte başlıyorlar işe. Ve o dönemin şartlarıyla tek kanal vardı: TRT. Yirmi dört saat yayın yapmıyordu.
Televizyon yayınları ise, 31 Ocak 1968’de Türkiye’nin ilk deneme televizyon yayını Ankara’da Mithatpaşa Stüdyosu’nda Mahmut Tali Öngören’in açılış konuşmasıyla başladı. Haftada 3 gün, üçer saat olarak başlayan deneme yayınları 1 yıl sonra haftada 4 güne çıktı. 1970’te İzmir Televizyonu, ardından 1971’de İstanbul Televizyonu faaliyete geçti.
“Yayın başlayıncaya kadar kahvenin çatısına anteni monte ettikten sonra kanal ayarı yapıyorum, en net görüntüyü alınca aşağı iniyorum. Bu arada kahve müşterileri gelmeye başladı bile. Camdan büyük heyecanla bakanlar da var.
Yayın saati gelince kahvenin içi seyirci doldu, net bir şekilde kaymak gibi görüntü alındı. Çaylar, kahveler geldi. Mehmet Ali ve Hüseyin Amcan memnuniyetle gülüyorlar. Bu arada bu kahveyi iki kardeş omuz omuza vererek çalıştırıyor.
“Diğer köy kahvesinde kimsecikler kalmadı ben televizyonu kurunca. Kahvenin sahibi muhtarlıktan manyetolu telefonla şikayet için televizyon aldığı Semerci Mehmet’i arıyor, bozuk televizyon verdin bize diye veryansın ediyor ve gel al malını diye söyleniyor. Semerci Mehmet, telefonu kapattığı gibi Bigadiç’in iyiliksever doktoru Erdoğan Yeğin’i de yanına katıp hemen köye geliyor, sorunu çözmeye çalışıyorlar. Bu iki kahve arasında oluşan rekabet sayesinde köylüye daha iyi hizmet verilmiştir diye umuyorum.”
Babamın yüzünde güller açıyor kahvesini yudumlarken. İkimiz arasında ufak sevgi bakışlarından sonra sözlerine devam ediyor.
“İş teklifi yağıyor bir anda. Köylülerden maddi karşılık beklemeksizin, gönül rızasıyla yaptığım bu iş toprak kokulu eller tarafından kavunu, karpuzu, kabağı vs. mahsulleriyle karşılık alıyor teşekkür babında. Arada para verenler de olmuyor değildi hani.”
“Gel zaman, git zaman Manifaturacı Ekrem Gürlen onunla çalışmamı rica etti. Kısa boylu, kilolu, düz saçlı bu adam televizyonları satıyor, ben de kuruyordum. O köy senin, bu köy benim misali. O vakitlerin teknik elemanı gibiydim anlayacağın. Bu sebeple eleman olarak da benim televizyon kurmamı şart koşanlar da pek çokmuş.”
Bigadiç’in aranılan adamı, methi çok duyulduğu için ayrıca Balıkesir’e sıkça davet ediliyormuş. Dede sözlerini tamamlayıp utangaç bir çocuk gibi gülümsüyor, derin bir nefes alıyor, bu arada hayat tohumları o hiç fark etmeden çiçekler açıyor.
“İlk televizyonumuz Nordmende markaydı, değil mi baba?” derken alakasız konularda laf atmaya başlayan annemin ilgiyi üzerine çekmek istediğini anlıyorum. Karnım acıktı demesi ara vermemize sebep oluyor. Bu pandemi günlerinde onun da konuşmaya ihtiyaç duyduğu kesin.
H. Çiğdem Deniz